Yelpazesini sallayan kadınlar, kırışık mendilleriyle alınları ve boyunlarındaki teri silen yaşlılar, el ele göz göze, sıcak ve bunaltıcı havadan çok uzakta, başka yerlerde, başka mevsimlerin serin rüzgârlarına kendilerini bırakmış, yeni evli çift. Otobüsteki ağır hava Gülseren’in de üzerine yavaş yavaş çöküyor. Göz kapakları ağırlaşıyor, gözleri, tam olarak kapanmadan önce bakışları, babannenin üzerinde geziniyor.
Babannenin koyu yeşil pardösüsü ve omuzlarına inen yeşil eşarbı içinde bal rengi gözleri de yeşile çalıyor. Yaşı yetmişe dayandığı halde hem cildi hem duruşu onu çok daha genç gösteriyor. İki göğsü arasındaki ağrı son zamanlarda sık sık kendisini yoklasa da yine de şükrediyor haline. Dilinden hiç düşürmediği duasını mırıldanıyor: “Allah’ım, elden ayaktan düşürme!” Gülseren anlamasa da “Âmin” diyor esneyerek. Babanne, kollarını açarak uyumak üzere olan torununa sarılıyor. Saçlarını okşadıktan sonra, çocuğun başını dizlerine koyuyor. Gülseren, babannesine yaklaştığında o çok sevdiği tarçın kokusunu duyuyor. Babannesinin, mısır unundan yaptığı tarçınlı, elmalı kurabiyeyi çok sevdiğinden olsa gerek, uzun zamandır babannesinin kokusuydu tarçın…
Büyük Teyze -babannenin kızkardeşi- oldukça zayıf ve esmerdi. Uzun yüzündeki kalın kaşları, neredeyse göz kapaklarına kadar iner, ince dudakları her daim gülümserdi. Başörtüsünü kulaklarının arkasına atar, yaz kış boynunu açıkta bırakırdı. Bir zamanlar koca evi çekip çeviren, beyazları ayrı, renklileri ayrı kazanlarda ikişer defa kaynayan, dantelleri, iğne oyalarını itinayla kolalayan, titizliği dillere destan büyük teyzenin maharetli elleri giderek titremeye, gücü kuvveti düşerek, takati kesilmeye başlıyor. Evvelden, kimselere yakıştıramadığı, kapısını çalan herkese burun kıvırdığı, armudun sapı, üzümün çöpü dediği günler geride kalıyor.
Otobüste yavaş yavaş kımıldanmalar başlıyor. Büyük Teyze okuduğu cüzü bitiriyor, sadece Rabbinin bildiklerini yine Rabbinden istiyor. Okumasını bitirdikten sonra başörtüsünü yine yerine, kulaklarının arkasına atıyor. Babanne, terden sırılsıklam olmuş Gülseren’i uyandırıyor. Çantasından çıkardığı havluyu, torununun sırtına koyuyor. Dağılmış, alnına ve yüzüne yapışmış saçlarını düzeltiyor. Henüz ayılamamış Gülseren, yaslandığı yerden dışarıyı seyrediyor. Mavi gökyüzünü, lacivert Karadeniz’i, fındık bahçelerini, uzun ince kavak ağaçlarını, yol kenarındaki çitlere tutunarak, önce kızaran, sonra yumuşayarak mor rengi alan böğürtlenleri, siyah uzun saçlarını hep birlikte, omuzlarından sarkıtan mısırları, elindeki uzun sopayla kendinden geçmiş inekleri ahıra sokmaya çalışan kadını izliyor.
Büyük Teyze de, horlayan şişman kadın da uyanıyor. Büyük Teyze, gözlerini kısarak Gülseren’e doğru eğiliyor, çocuğun yanağını okşayarak, her zamanki güleç yüzüyle “Uyandın mı Gülseren?” diyor. Çocuk, kollarını iki yana açarak geriniyor. “Teyzee!” diyor üstüne basarak, “Daha gelmedik mi?” Büyük Teyze, Gülseren’in çenesinden bir makas alarak, “Geldik, güzel kızım, geldik.” diyor. “Birazdan ineceğiz inşallah.”
Otobüs dik bir yokuşun başında duruyor. Babanne, Büyük Teyze ve Gülseren iniyorlar otobüsten. Yakıcı bir sıcak, yüzlerine dokunup geçiyor, sonra taş yola boylu boyunca seriliyor.
Babanne ve Büyük Teyze, ağırlaşmış adımlarla, Gülseren ise hoplayıp zıplayarak ilerliyor, sıra sıra ağaçların süslediği bu küçük mahallede. Çökmeye başlayan ikindi vaktinin getirdiği hafif serinlik, denize yaklaştıkça daha da artıyor. Taş yollar, duvarlar, balkonlar gün doğduğundan bu yana, kendilerini sarıp sarmalayan güneşin sıcaklığını halen korurken, bir kaç çocuk, sıra sıra uzanan ağaçların gölgelerine uzanmış serinliyor. Gülseren, annesinin diktiği, uçları fistolu pembe eteğiyle dönüp duruyor. Saçlarındaki kurdeleleri çözüyor. Hafif hafif esen rüzgâra bırakıyor saçlarını.
Babanne, “Gülseren! Gülseren!” diyor. “Yavaş ol kızım, düşeceksin.” Babanne ve Büyük Teyze dinlenirken, Gülseren gökyüzüne çeviriyor bakışlarını. Kuşlar ağır ağır kanatlarını çırpıyorlar, güneş yumuşacık bulutlardan yaptığı yatağına uzanıp yumuşak yorganını çekiyor başına. Gökyüzü, mavisinin bir kısmını, denizle paylaşıyor cömertçe. Gökyüzü denize, deniz gökyüzüne selam gönderiyor karanlık çökmeden. Haşyetli çınar ağacının gölgesinde sohbete dalan erkekler, akşam ezanının okunmasıyla hep birlikte kalkıp camiye giriyorlar. Erkekler kalkınca, ağacın boş kalan serinliğine birkaç güvercin gelip konuyor. İlerideki fırının önünden geçerken, sıcak, somun ekmek kokusu, aralık bulduğu kapıdan dışarıya süzülüyor, telaşlı adımlarla ara sokaklara doğru gidiyor.
Karanfil Sokağı gösteren mavi tabelayı gördüklerinde, Babanne ve Büyük Teyzenin yüzüne aydınlık bir gülümseme yerleşiyor. Turuncu çitlerle çevrilmiş büyük bahçenin, tahta kapısını itiyorlar yavaşça. Uzun zamandır yağlanmayı bekleyen menteşeler, hep bir ağızdan gıcırdayarak, yeni gelen misafirlere seslerini duyurmak istiyorlar. Elma, armut, şeftali ve kiraz ağaçlarının çevrelediği bahçede, gıcırdayan kapıdan, evin pencerelerine kadar uzun bir şerit halinde uzanan pembe, kırmızı ve sarı, kadife güllerin kokusu ile evin duvarlarına azimle tırmanmış hanımelinin kokusu, bahçeye gireni mest ediyor. İki katlı tahta evin, açık pencerelerdeki ince beyaz perdeler hafif hafif esen rüzgârla dans ediyor. Evin üst katındaki balkona asılmış renkli çamaşırlar, gündüzün telaşesinden yorulmuş sessizliğin tadını çıkarıyor. Duvardaki ipe sırayla dizilmiş mısırlar, büyükçe bir fındık çuvalı, hasır sepetin içindeki töngeller bir kenarda bekliyorlar…
Babanne, evin kapısını tıklatıyor. Kapıyı açan orta yaşlı kadının gözleri, derin siyah bir çukur gibi. Dudaklarının yanından başlayıp çenesine kadar inen iki çizgi yıllardır hep aynı yerde gibi. Kadın, bir zamanlar ne renk olduğunu kestiremediği bembeyaz saçlarını, yukarıdan sımsıkı topuz yapmış. Babanne ve Büyük Teyzeye “Hoş geldiniz.” deyip sarılan kadının gözlerinde biriken iki damla yaş, çenesine doğru akıp gidiyor. Solgun yüzündeki renksiz gülümsemeyle gülümsüyor Gülseren’e. İnce parmaklarını gezdiriyor çocuğun bahar kokan saçlarında. Bu güzel mevsim, bu güller, çiçekler, kuşların cıvıltısı, yemyeşil bahçe, havadaki deniz kokusundan sonra kapıyı açan kadının hüznü hayal kırıklığına uğratmıştı Gülseren’i. Birazdan beyaz saçlarına beyaz takke takmış, güleç yüzlü adam belirdi kapıda. Burnunun hemen yanına konmuş et beni olmasa, tonton dede çok daha sevimli görünecekti Gülseren’e. Kadının aksine, dedenin gözleri iri iri ve bahar yeşili rengindeydi. Dizlerinin üzerine çökerek Gülseren’in hizasına indi. Tatlı bir sesle, Gülseren’in gözlerine bakarak: “Hoş geldiniz küçük hanım.”dedi. Gülseren ilk kez, öndeki iki dişinin olmamasına aldırmadan kocaman gülümsedi “Hoş bulduk.” derken.
Uzun koridoru geçerken bastıkları tahtaların çıkardığı ses, Gülseren’in çok hoşuna gidiyor. Mutfaktan yaprak sarması, taze nane kokusu; odaların aralık bırakılmış kapılarından da naftalin kokusu yayılıyor. Girişteki el dokuması kırmızı halı, yıllara meydan okuyarak, rengi solmadan, pörsümeden, tek bir iplik atmadan, yıllar önce oturtulduğu başköşede bütün ağırlığıyla duruyor. Ceviz büfenin üzerinde, aynanın kenarındaki sarıyla uyumlu, bir yığın çerçeve ve çerçevelerin içinde rengi solmuş, yorgun bir yığın hatıra. Duvardaki eski saat ağır adımlarla yıllardır aynı yerde, aynı hızla ilerlerken; zamanın, dünya işleriyle, kan ter içinde koşturmasına bir anlam veremiyor. Babanne, Büyük Teyze ve Gülseren, istirahat edecekleri odaya geliyorlar. Karşılıklı konmuş iki yatak, itinayla düzeltilmiş. Ajorlu pikelerin beyaz kurdeleleri, yataklardan aynı hizada sarkıtılmış. Açık pencerelerden içeriye başını uzatan güller, mis gibi kokularını bırakıyor misafir odasına.
Yatsı ezanı okunduktan sonra, uykusu gelen Gülseren’e, Babanne geceliğini giydiriyor. Saçındaki beyaz kurdeleleri çözüyor. Gece gibi simsiyah saçlarını geceye salıyor.”Allah rahatlık versin.” diyerek torununun alnından öpüyor Babanne. Gülseren, lavanta sabunu kokulu temiz yatağa uzanmış, yıldızların en parlak olanlarını topluyor gökyüzünden. Babannesi, namazını bitirip selam verdiğinde Gülseren, en güzel düşlerini görüyor.
Gülseren, sabah camın önünde şarkı söyleyen kuşların sesine uyanıyor. Pencereye uzandığında, oyunbozanlık yapan kuşlar, bahçedeki ağacın dallarına konuyor. Zarif gül ağacı, ince boynunu pencereye doğru uzatıyor. Tonton dede, ekmek almış geliyor. Gülseren, kendisine el sallayan dedeye, yine dökülen süt dişlerinin boşluğunu göstermekten çekinmeyerek gülümsüyor. Sonra koridora çıkıyor. Mutfaktan, yeni demlenmiş tomurcuk çayın kokusu yayılıyor. Önceden hazır edilmiş mısır ekmeği ve turşu kavurmasının üzeri, soğumasın diye sofra örtüsüyle örtülmüş. Gülseren “Hayırlı sabahlar Nalân Teyze!” diyor. İsmiyle müsemma olmuş kadın, boş bir kâğıtta, siyah iki noktayı andıran gözlerini Gülseren’e çeviriyor. Adının anlamı da, kendisi de, gözleri de ağlayan bu kadın, titrek dudaklarının kenarına hafif bir tebessüm oturtuyor. Bu yüzde, başkasına ait gibi asılı kalan tebessümle Gülseren’e dönerek “Sana da hayırlı sabahlar yavrum.” diyor. Bahçedeki çınar ağacının altında hazırlanan kahvaltı masasına aç oturan Gülseren, masadan tıka basa dolu kalkıyor.
İkindi vaktinde bahçe, serinleyen fesleğenlerin kokusuyla doluyor. Kalın ip ağaca bağlanarak Gülseren’e salıncak yapılıyor. Sallandıkça bulutlara çıkıyor Gülseren. Babaannesinin özene bezene ördüğü saçlarını rüzgâra bırakıyor. Salıncak hızlandıkça Gülseren de öyle coşuyor ki, önce mırıldandığı şarkıyı sonra bağırarak söylemeye başlıyor. “İlgazz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın,/ Baharla yeryüzünde, o cennetin bağısın, o cennetin bağısın.” Babanne ve Büyük Teyze aynı anda “Gülseren, Gülseren yavaş, hasta var evde!” diyorlar. Gülseren hızlanmak için öne doğru kuvvetlice sakladığı bacaklarını yavaşça indiriyor. Salıncağın kendiliğinden durmasını bekleyemeden, sabırsızca kendini yumuşak çimenlere atıyor. Terden yüzüne gözüne yapışmış saçları umursamadan, her daim gülümseyen gözlerine çöken merakla, tonton dedenin yere inen bakışlarını yakalayarak kendine çeviriyor. “Kim hasta?” diyor Gülseren. Dede, kıpkırmızı olmuş yanaklarından aşağıya doğru süzülen ter ve gözyaşını siliyor çocuğun. Tonton dede, nemlenen gözlerini, sızlayan yüreğini, içindeki acıyı bir an sağlayamıyordu.”Kızım hasta, hem de çok hasta.” diyor.
Akşam, gökyüzünü usulca kızıl renge boğuyor. Birazdan Karadeniz kararıyor, hırçınlaşıyor. Geceye hâkim olan tek ses, “Benim sesim.” der gibi coşuyor lacivert deniz. Evin bahçesindeki bir köşede toplanan cırcır böcekleri, hep bir ağızdan, geceye ve bahara dair bildikleri bütün şarkıları söylüyorlar neşeyle. Bazı hayatlar akşam başlıyor.
Gülseren, daha ortalık aydınlanmadan, “Buraya çocukların çıkması yasak.” dedikleri evin üst katına doğru yöneliyor. Ses olmasın, diye parmaklarının ucuna basarak, geceliğinin ayağına dolanan kısmını da iki eliyle kaldırarak üst kata çıkıyor. Aralık duran odanın kapısından önce naftalin, biraz daha yaklaşınca limon kolonyası, kapıyı iterek içeri girdiğinde ise yoğun bir ilaç kokusu hissediyor. Bembeyaz yatağın, bembeyaz pikenin içinde bembeyaz bir kız yatıyor. Sarı saçları beyaz yastığa dağılmış, soluk dudakları yarı açık. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyor. Adeta bir iskeleti andıran elleri, uzun ince parmakları, tıpkı bembeyaz kızın üzerindeki aşağıya sarkan pike gibi, çarşaf gibi yataktan aşağı sarkmış. Başucundaki komidinin üzerinde özenle işlenildiği belli olan ince beyaz ajorlu örtü. Örtünün üzerinde, bilinmeyen zamanlardan bu yana yerdeki mısır tanelerini yiyen tavuklu saatin tik takları. Bir kanadı açık camın önündeki, beyaz, şeffaf, uzun perde içeriye girmek isteyen rüzgârla boğuşuyor.
Nalân, adıyla müsemma kadın, beyaz bir mendille siliyor peşi sıra akan gözyaşlarını. Babanne ve Büyük Teyze başlarını yere eğmiş, hüzün sinmiş bakışlarını hasta kızda dolaştırıyor. Tonton Dede, okuduğu Yaşın-i Şerif ‘i bitirdikten sonra Kur’an-ı Kerim’i kızının başucuna bırakıyor. “Ya şafi” dökülüyor dudaklarından. Gülseren’in minik yüreği taşıyabildiği kadar hüzünle doluyor bu odada. Basit bir soğuk algınlığı, baş ağrısı, grip, nezle değil bu odaya dolan. Ölüm, kızın başucunda bekliyor gibi, ölüm gelirken de giderken de kendine has kokusunu bırakmış gibi bu beyaz odaya.
Bu yaz gününde, çiçekler böyle güzel açmış, tabiat böyle güzel giyinmiş, kuşlar böyle güzel kanat çırparken, deniz böyle mavi gökyüzü böyle berrakken, kelebekler en güzel danslarını yapıp kısa ömürlerine aldırmadan böyle coşkuyla uçarken bu evde yaşanan kış mevsimi de neydi? Bu evin dışında hayat, bu kadar canlıyken, evde neden her şey solmuş ve pörsümüş görünüyordu?
Sabaha karşı birden uyanıyor Gülseren. Babanne ve Büyük Teyzesinin yatakları boş duruyor. Kapıyı açtığında yukarı kattan gelen seslere kulak veriyor. Çıplak ayaklarının uçlarına basarak yukarı kata çıkıyor. Sonuna kadar açılmış kapının önünde duruyor. Beyaz yatakta yatan, beyaz kızın üzerine, beyaz bir çarşaf örtülmüş. Solgun yüzü, kurumuş dudakları, kaskatı olmuş bedeniyle kıpırtısız yatıyor. Uzun zamandır bu amansız hastalığı çeken, daha on sekizindeki kız, ağrılarından, acılarından kurtuluyor, huzur içinde göçüyor misafirlikten, sonsuza kadar kalacağı evine.
Ertesi gün yine güneş doğuyor. Gökyüzüyle deniz yine sohbete dalıyor. Çiçekler yine açıyor. Güller yine güzel kokularını etrafa saçıyor; çınar ağacı, bütün heybetiyle yine dimdik duruyor. Ağaçtaki salıncak gelip geçen hafif rüzgârla yine sallandı. Bahçede kazanlar kuruluyor, kazanlarda helvalar kavruluyor, helvalar yendikten sonra dualar okunuyor. Bir gün daha sessizce, maziye karışıyor.
Bir kaç gün sonra Gülseren, babaannesi ve büyük teyzesi memleketlerine dönmek için hazırlanıyorlar. Gülseren, hoplaya zıplaya geldiği taş yoldan yokuş aşağı inerken adımları babannesinin adımlarına uyuyor. Ağır, sakin, yorgun…Beyaz yataktaki solgun benizli, beyaz kızı düşünüyor hep. Neredeydi? Neden gitmişti?
Sırası gelen mevsim, kış alıyor yerini. Yeşili, sarıyı, maviyi beyaza boyuyor heyecanla. Gülseren, bu kez anne ve babasıyla gidiyor bembeyaz bir günde, beyaz yatağında solgun yatan kızın öldüğü eve. Koca çınar, kar altında kalmış, nedense şöyle bir silkelememiş başını ve kollarını. Rengârenk kadife güller yerini, kurumaya yüz tutmuş dikenlere bırakmış. Tabiat, bu bahçe tıpkı beyazlar içindeki solgun kız gibi solmuş, yitip gitmiş görünüyor Gülseren’in gözüne. Sadece birkaç saatliğine geldikleri evden yine hüzünle ayrılıyor Gülseren. O yıl kış mevsimi, oyalanarak yavaş yavaş geçiyor gibi geldi Gülseren’e. Bir ara tamamen umudunu kesip hep bu mevsimde yaşamaya mı alışmalı acaba derken, mart ayının sonlarında bir gün cemre düşüyor toprağa. Babannesinin dediği gibi cemre düşüyor, toprak ısınıyor, nihayet bahar yeniden geliyor.
Bütün akrabalar birleşip bir minibüs tutuyorlar. Evladını kaybeden acılı anne ve babayı ziyaret etmek için. Bu sefer Gülseren, istemeye istemeye gidiyor, beyaz yataktaki solgun kızın öldüğü eve. Bahçe kapısına geldiklerinde herkes iniyor araçtan Gülseren hariç. Ellerini birbirine kenetlemiş, kaşlarını çatmış, dudaklarını büzmüş, gözleri yerde. Babası: “Haydi kızım, in aşağıya.” diyor.
Araçtan inen Gülseren, kafasını kaldırıp bahçeye bakıyor. Birden gözlerini iri iri açıyor, yüzüne bir tebessüm yerleşiyor. Yeniden canlanan, rengârenk bahçeye bakıyor uzun uzun. Ağaçların taze yapraklarına, toprakta yeni yeni biten fidanlara dokunuyor. Kadife gülleri kokluyor, yeşil elbisesini yeniden giyinmiş çınarın gövdesine sarılıyor bir dosta sarılır gibi. Düşünüyor, baharda yeşeren yaprak, sonbaharda soluyor, kışın kuruyor, dökülüyor, un ufak oluyor. Bahar gelince yine yeşilleniyor, canlanıyor. Yok olmuyor, bitmiyor, tükenmiyor. Tıpkı beyaz yataktaki, beyazlar içindeki solgun kız gibi.
Gülseren’in yüzüne aydınlık bir gülümseme yerleşiyor. Yıllar sonra, ölümün bir yok oluş değil, kıştan sonra baharın gelişi gibi yeniden doğuş olduğunu, Yunus Emre’nin “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.” dediği hakikati daha iyi anlıyor.
Bu Sayının Diğer Yazıları
Sanmak / Semra SaraçVakte Can Bol Hayat Serpmek / Alâaddin Soykan
Evet Çığlık Diyorum / Selami Şimşek
Durmakla Anlamak Arasında / Necmettin Evci
Mağara Ağzı Yoksulluk / Ali Yaşar Bolat
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…