Edebiyat gerçek dünyada fert ya da toplum bazındaki yaşanmışlıkların yine fert veya toplumun iç dünyasında yeniden anlam bularak ortaya çeşitli şekil ve biçimlerde konulması sonucu ortaya çıkan etkinliklerin tümüdür. Bu bağlamda edebiyat, sosyal ve siyasi zeminde meydana gelen birçok önemli gelişmelerden bağımsız değildir. Bugün bunu Türkiye’nin kaderini belirleyen önemli bir seçimin hemen ardından ortaya konulan önemli tartışmalar arasında belki Cumhuriyet tarihinde ilk defa ikinci sırada yerini alan kültür ve edebiyat kavramlarına yapılan vurgulardan anlamak mümkündür. Zira “iktidar”, “bir zümrenin hakimiyeti”, “zümreler arasında rekabet”, “hakim olan zihniyet”, sadece sosyal ve siyasi hayata mahsus kavram veya olgular değil sanat ve edebiyat dünyasını da ihtiva eden ifadelerdir.
MUKTEDİR EDEBİYAT
Bir politik akım gibi bir edebi akım da yaygın olması itibari ile edebiyata hakim olabileceği gibi bir müdahale sonucu yahut hakim bir zümre ya da sınıfın dayatması sonucu da muktedir olabilir. “Yeniyi getirmek için eskiyi bütünü ile yıkma” fikri, coğrafyamızın metafizik duyuş ve düşünüş şekli karşısına sekülerizmi çıkarma olmazsa sırf yenilik adına başka bir metafizik algıyı kullanma o da olmazsa mevcut dinamikleri saptırarak seküler modaya uygun bir zevk ve duyuş anlayışı yaratma/dayatma bizim edebiyatımıza hakim olan belli bir zümrenin yüz elli yılı aşan uygulama tarzıdır.
KADIN YAZAR ALGISI
Bizdeki bu baskın zümre edebiyatının bir özelliği de gerek kurgusal kahraman gerekse yazar bağlamında istediği tip ya da karakteri ön plana çıkarma gayretidir. Bu yüzden bu baskın anlayışa göre idealize ettiği her şey gibi ideal kadın yazar modeli de kendi çizdiği çerçeve içinde olmalıdır. Bunu modern manada ilk kadın yazar olarak edebiyat tarihimizde empoze edilen Halide Edip Adivar’da görmek mümkündür. Romanlarında ele aldığı birçok konu ve ileti ile Halide Edip, bahsi edilen muktedir edebiyatın görmek istediği bir modern kadın yazar tipidir. Oysa eserlerinin niteliği bakımından aynı dönemleri onunla idrak eden Fatma Aliye’nin hala günümüz üniversite müfredatında bile esamisi okunmamaktadır. Ama bütün mesele eşiğinde Tanzimat’tan beri durulan bir medeniyete sözcülük etmek ve söz konusu manevi dinamikler olduğunda o dinamikleri Tasavvuf algısı etrafında “yumuşatmak” olduğunda tercih edilen isim hep Halide Edip olmuştur. Zira sizi rahatsız edecek maziye dair şeyler kamu vicdanında unutulmuyorsa onları kendi algınıza göre değiştirip yeniden toplum belleğine sunmanın en iyi yolu sanattır. Halide Edip realist ve fotoğrafçı gözlemci yetisi ile bunu en iyi başaran isimlerdendir.
MUKTEDİR KÜLTÜRÜN VAZGEÇİLMEZ MALZEMESİ: TASAVVUF TEMİ
Tasavvuf, en yüzeysel ifade ile yaratıcıya sevgi eksenli olarak ulaşma olarak ele alındığında bütün semavi dinlerin o dinlerin ahkamları temel alınmak sureti ile önemlidir. Dolayısı ile tarihten bugüne hem dini hem de folklorik değerler kapsamında tasavvuf bizim toplumumuzda da önemli bir yere sahiptir. Salık verdiği hoşgörü mesajları bazen bu değer ya da disiplinden gelmemiş gelmişse bile temel prensipleri özümsememiş kimi kalemler tarafından ifade ettiği değerlerden çok uzak bir vadide kritiğe tabi tutulmuştur.
İdealize edilmiş modern bir kadın yazar olarak edebiyat tarihinde kendisine önemli bir yer verilen Halide Edip, Hatıra kitabı olan “Mor Salkımlı Ev” başta olmak üzere pek çok romanında klasik edebiyatımızdaki “rind-zahid” çatışmasını referans alarak hep dinin akademik tarafı ile “softalık”ı bir tutup onun karşısında tasavvufu yüceltir. Ancak bunu yaparken tasavvufun inancın dışına çıkaracak sapmalara karşı bir kontrol mekanizması olan “temkin” esasını dikkate alınmaz ya da onu dikkate almayan sapmaya uğramış bazı tasavvufi kurumları örnek olarak tercih eder. Bunu yazarın muhit olarak da çocukluğu ile alakalı “Sinekli Bakkal” romanında görmek mümkündür. Ancak o romandan önce romanın mühim bir kaynağı olan “Mor Salkımlı Ev” isimli hatıra kitabında yukarıda bahsini ettiğimiz tiplemeleri gerçek hayattan seçip önümüze koyan yazar, adeta anılarından tuttuğu gerçek şahitleri kurgusal tiplemelerine bir gerekçe olarak sunar:
Halide edip “haminne”si ile birlikte bir ramazan ayında Süleymaniye Camii’ne vaaz dinlemeye gider, vaazı veren imam ve imamın anlattıklarıyla ilgili gözlemlerini şöyle anlatır:
“…vaizlerden birinin kürsüsünün önüne dört ayak sürünerek gittim. Solgun yüzlü, gözleri ateş saçan bir vaiz, her insanı ebedî cehennem ateşine mahkum ediyor ve yeryüzünde cenneti hak edebilecek kimse yokmuş gibi konuşuyordu. Belki de mantık icabı, insanın son durağı – onun kanaatince- cehennem olduğu için, muhtelif yerlerini, azabın her şeklini, erişilmez ve tabii sanatkâr kudreti ile çiziyordu. Her halde dünyada da ahrette de sonsuz ve çeşitli azaplara maruz ve mahkum olduğunu kalabalığın kafasına yerleştirmek istiyordu. Uzun ve bol siyah cübbesinin içinde kolları, bu karanlık istikbali gösteren hareketlerle inip kalkıyor, sesi bir yanardağ alevi gibi etrafa korku saçıyordu. Bu gün, söylediklerinin, hareketlerinin bir sanatkâr kudretiyle ifade edilen bir takım korkunç manasızlık olduğuna inanıyorum. Ben korktum, sürünerek Bacı’nın yanına gittim çarşafının içine saklandım. O anda din bana müphem ve korkunç bir şey gibi görünüyordu…” (Mor Salkımlı Ev:59)
Halide edip “haminne”si ile birlikte bir ramazan ayında Süleymaniye Camii’ne vaaz dinlemeye gittiği zaman edinir bu izlenimleri. Aynı izlenimi yazar kurgulayarak, İlhami Efendi üzerinden “Sinekli Bakkal”da anlatacaktır:
“ …Cemaate telkin etmek istediği naslar (öğretiler) bıçak gibi keskindir. İnsan için hayatta iki yol vardır: Biri cennete, biri cehenneme çıkar. Vaazlarında imam ikinci yolu daha parlak, daha canlı olarak anlatır. Cehennemin bilmediği köşesi ukubetin (cezanın) tarif edemeyeceği şekli yoktur. Ona göre cehennem yolcuları zevke, cümbüşe düşkün gafillerdir. Bunu öyle anlatır ki cemaatin genç tarafından derhal bu gafillere iltihak etmek hevesi uyanır. Cennet yolcuları bambaşka insanlardır. Gülmezler, oynamazlar, rahat etmezler, kimseye rahat vermezler. Onlara için zevk ve neşe veren her şey günahtır. Oyun ve eğlence zihniyeti ile işlenen her fiil kebâirdendir. (büyük günahlardandır) Bunlar suratları açık, kalpleri elem içinde, her an ahret düşüncesiyle meşguldürler. İyilik, kötülük düşüncesiyle yoksullara yardım, yalan söylememek, kalp kırmamak, gibi ahlakî kaidelerle imam, vaazlarında hiç meşgul olmaz. Onun dünyaya öğretmek istediği bir şey vardır. Hazza ve sevince umum hayat tecellisine karşı dinmeyen bir kin, affetmeyen bir düşmanlık. İşte bunun için yolunu üstünde tebessümler dudaklarda donar, kahkahalar kısılır, çocuklar çil yavrusu gibi dağılır. Sinekli Bakkal sokağında dâimî bir ahret havası yaratmak isteyen imam, insanların günah temayüllerinin karşısında kendini âciz buldu. Mahalle halkı neşeli, gürültülü bidüziye Allah yolundan şeytan yoluna kayan insanlardı. Fakat o meyus (ümitsiz) olacak hilkatte değildi.”(Sinekli Bakkal, 11/12)
Dikkat edilirse burada Halide Edib’in üzerinde durduğu din anlayışı ceza vermeyen, yasağı olmayan sadece evrensel ahlak kaidelerinden bahseden bir öğretiler manzumesi olmalıdır.
Peki bu bütünü ile yazarın kendi duyuş ve düşünüşün müdür? Yoksa o dönem edebi iktidarının bir projesi midir? Tekke ve Zaviyelerin kapatıldığı bir zeminde sadece iki ekole bağlı olanlarının kapatılmamasına bakıldığında bunun sadece ferdi bir duyuş olmadığı rahatlıkla anlaşılır.
Günümüze gelindiğinde ise özellikle iki binin başında yoğunlaşan dindarlık tartışması etrafında yukarıdaki bahsi edilen türde eserlerde periyodik bir artış görülür. Zamanlaması manidar bu artışta rolü olan yazarların büyük bir kısmı genç olmakla birlikte bunlardan öne çıkarlarının kadın yazarlar olması dikkati çeken bir başka husus. Elbet de cinsiyetten dolayı değil üstlendiklerini düşünülen tarihi bir rolden dolayı. Bu yazarların ortak noktası tasavvufi motifleri öne çıkarırken üzerlerinde “haminne” tesiri olduğunu vurgulamalarıdır. Onlara göre bir kısım söylenceler/gazavatnameler, Siyer, Kelam, Fıkıh gibi akademik niteliğe sahip eserlerden daha muteberdir. Halide Edip Mor Salkımlı Ev başta olmak üzere bu kitapta yaşananlar etrafında kaleme alınan romanlarda bunların etkisinde büyüdüğünü sık sık vurgular ve okura hissettirir.
Aynı vurgular genç bir kadın yazar olarak günümüzün popüler ismi Elif Şafak’ta görülür. Denemelerinde ve gazetelerde yer alan fıkra türü yazılarında haminne vurgusunu bolca yapan yazar pek çoğu bu nitelikte olsa da daha çok Aşk romanı ile Tasavvuf tartışmaları içinde bulur/gösterir kendini. Bahsi edilen bu romanda özünde İlahi bir sevgiyi barındıran Tasavvuf kavramını Şems ve Mevlana münasebeti ekseninde ele almakla, temkin esasından uzak bir yaklaşımla tasavvuf kültürünün içini boşaltmakla çok eleştirilir. Oysa Şafak diğer kitaplarında da bu tarz bir tasavvuf algısı ile karşımıza çıkarken bir manada artık basit ve üçüncü sınıf bir propaganda olan temel usulleri ve o usuller etrafındaki alimleri de olumsuzlama yoluna gider. Konu yönünden Vasat bir Tanzimat romanından Ask’ın farkı sadece tasavvufi motiflerin fazla olması ya da kurgunun bu kavram üzerine bina edilmesidir. Romanda kronolojik hatalara tarihçiler değindi. Ama Ahmet Umit’in Bâb-ı Esrar romanının yayımlanmasının hemen ardından yayımlanma gayretinin verdiği aceleciliğin getirdiği sonuçtan mıdır bilinmez romanda kullanılan dil de tasavvuf öğretisinden nasibini almamış tasavvufa atfedilen ifadelerle doludur. Aşk romanının ortaya koyduğu tasavvuf, tarikata yeni girenler için en basit bilgileri içeren ve “Nutuk” adı verilen kitaplarda yer alan bilgiler kadar dahi bir mana ve tariften uzaktır. Peki edebi roman olma iddiasında olan bir roman gerçekten bu kadar da olsa bir konuda bilgi içermelidir midir? Post-modern bir roman olma iddiasında olsa bile evet. O bilgiyi versin ya da vermesin hiç yoktan anlatıcının o bilgiye sahip olduğu romanda hissettirilmeli ki Aşk romanında olduğu gibi mecazi aşk ile ilahi aşk kavramları arasındaki farkın dahi hissettirilememesi hatasına düşülmemeli. Ancak maksat elbet de “hoşgörü” ve “aşk” kavramları etrafında bile ötekileştirme çabası olduğundan ve yukarıda bahsini ettiğimiz aceleciliğin doğurduğu durumdan olacak böyle en temel meselede bile yanlışa düşülmüş.
Yazıldığı konunun elifbasında bile hata yapılan hatta bile bile saptırmalara başvurulan ilk roman, Aşk, olmadığı gibi son roman da olmayacaktır. 2015 yılına gelindiğinde de durum çok farklı değildir. Doğrudan tasavvufi bir tema üzerine kurgulanmış olmasa da tasavvufi ya da mistik konular üzerine kahramanlara yaptırılan konuşmaların sık rastlandığı bu romanlardan biri de Azra Kohen’e ait olan üçlemenin sonuncusu Pi romanıdır. Tasavvufi temel düsturları bırakın basit bir Arapça kelimenin ek kök tahlili yapılırken kökü Arapça eki de Türkçe bir fiil olarak “Şerri at” şeklinde tarif etmek her şeyden önce dilbilim ve kök-bilimin doğasına aykırıdır. (sayfa:26) Benzer bir özelliği biz 2015 yılında Buket Uzuner’in “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” başlığında yayımlanan “Su” ve “Toprak” romanlarında görürüz. “Kutadgu Bilig” gibi İslami Dönem Edebiyatı geçiş eserlerinden yol bularak Şamanizm övgüsü etrafında bir İslam olumsuzlaması ile karşı karşıya kalırız. Ayrıca bu romanda da “Umay Nine” etrafında bir haminne tiplemesine rastlamamız çok dikkat çekicidir. Bunlar sadece buraya örnek olarak aldığımız eserlerle sınırlı değildir.
2015’in sonunda çok sesli gazetelerde üzerinde çok yazılıp çizilen muktedir kültür karşısında yeni ve öz kültürün inşası tartışılırken, yukarıdaki hususlar ve sadece bir edebiyat sahasındaki gelişmeler dikkate alınsa, ne yapılması gerektiğinden önce neyin aşılması gerektiği idrak edilmiş olur.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Eğer niyet bu toprağın kültürlerine bir Avrupalı gözü ile bakmak değilse bu konuda kaleme alınan kurguların içinde yedirilecek bilgiler, öz kaynaklara başvurarak yapıldığında anlatılan coğrafya gerçeğine bağlı kalınmış olur. Böylece, bu eserler edebiyat tarihinde bu coğrafyanın önemli bir klasiği olarak milli hafızada yerini alabilsin.