İsmet Abim

Gökyüzü yine hüzün gömleğini geçiriverdi üzerine. Tezgâhlarımızın üzerinde bir tutam yalnızlık. Rızkımız bildiğimiz kasalarımızı ‘Bismillah’ deyip toplamaya koyulduk, nasırlı ellerimizde günün yorgunluğu. Kazandığımız ‘Allah bereket versin’ cinsinden. Dünya dediğin boş bir mideyi doldurmaktan öte gitmiyor. İşte bizimki de o hesap. Aç da kalmıyoruz, tok da değiliz. Buna şükür. Tezgahlarımızda kimi zaman portakal, limon, kimi zaman şeftali, kayısı; patetes, soğan… Ha bir de  üzerine umutlarımızı ekliyoruz. Hayallerimizi, yorgunluklarımızı, yalnızlıklarımızı…
Akşamım herşeyi örtmeye başladığışu demde ortalığa saçılmış çürük çarığı toplamaya gelen bir iki garibandan başka kimse kalmadı pazarda. Hele ki keskin bir bıçak gibi yüzümüze çalan şu soğuklarda… Millet artık pazara da gelmiyor. Süpermarketlerin  insanı kendine esir eden o canım konforunda insanoğlu artık  tüketemeyeceği kadar çok şeyi  alma sevdasında. Pazarların kokusu çoktan unutuldu. Bugün kasaları bitiremedim bile, yarına Allah kerim. Nasıl da üşüdüm, karnım aç. ‘Mutluluk ne diye?’ sorsanız şu an bana ‘İnsanın karnına iki lokma sıcak birşey girmesi,’ derim.
Karşı tezgahta pazarımızın filozofu İsmet Abim. Omzuna kadar dökülen beyaza çalmış saçları, her daim kirli sakal yüzü, çakmak çakmak gözleri, zayıflıktan iyice çıkmış elmacık kemikleri, gözünde entel gözlükleri… Boy pos desen Allah vermiş, yalnız hafif kamburu çıkmış. Parmaklarının arasından eksik etmediği sigarasından olsa gerek beti benzi hayli sararmış. Yavaş yavaş tezgâhını topluyor. Kasaları bir kenara yığıyor önce, sonra teker teker kamyonete taşıyor. Yine başka dünyalara dalmış sanki, kafasını kaldırıp kimseciklere baktığı yok. Ben onu uyandırmasını bilirim.
 “Gel İsmet Abi, bir kokoreç yiyelim, öldüm açlıktan.”
“Yiyelim be ya,”diyor. “Hay ağzından bal damlayasıca…”
İsmet Abim, yıllardır yoldaşlık, arkadaşlık, abilik eder pazarlarda bana. Bilmediği hiçbirşey yok gibidir. Çok akıllıdır, çok okur, ağzı güzel laf yapar. Pazara bile elinde kalın kalın kitaplarla gelir. Siyaset, tarih, edebiyat, ekonomi… Her telden kitabı görmek mümkündür onda. Müşteri hafif seyreldi mi çıkarır kitabını tezgâhın altında okumaya başlar.  Bazen derim,”Ya bu adam bizim pazar ahalisine hiç benzemez. Sanki başka bir dünyadan gelmiş.” Öyle deyince gülümser İsmet Abim. “Hadi ordan,” der.”Abartma.”Ama ser verir, sır vermez. Kapısına kilit vurulmuş eski bir han gibi. Ne içeri alır kimseyi, ne de kendisi dışarıçıkar.
Kasalarımızı ve tezgâhlarımızı kamyonete yığınca minibüsten bozma kokoreççinin  yolunu tuttuk. Bir sokak köşesinde hurdaya çıkmış bir minibüs, bir yanda  misler gibi kokan kokoreçler, üç beş tabure, bir yanda içi dışı buz tutmuşlara eski, küçük  bir sac mangalda yakılmış, sicim sicim geceye damlayan  ateş. Taburesini kapan ateşin etrafında kendine bir yer bulmaya çalışıyor. Ateş, üşümüş yüreğimize kâr etmese de soğuktan buz kesmiş ellerimizi ve ayaklarımızı bir güzel ısıttık.Nasıl da acıkmış İsmet Abim, lüp lüp yutunca kokoreçleri gözü açıldı, neşesi yerine geldi. Bir sigara aldı parmaklarının arasına.  Bir tane de bana uzattı.
“Yok abi,”dedim. “Bıraktım şu mereti biliyorsun. İki de bir uzatıp da kanıma girme benim.”
“Biliyorum aslanım,”derken sıcacık baktı gözlerimin içine. “Biliyorum da yalnız da içilmiyor ki.”
Maşayla közü karıştırıp iri bir parça közle sigarasını yaktı.Derin derin çekti  içine, sonra azıcık üfledi. Ağzından dağılıp çıkan dumanın izine düştü bu sefer. Dumanın havada taklalar atışını, kıvrıla kıvrıla uzaklaşmasını, hafifçe esen rüzgârın gücüne dayanamayıp sağa sola savruluşunu, sonra kayboluşunu izledi  yavaş yavaş.Öyle dalmıştı ki, elindeki sigaranın neredeyse yarısı bitmişti. Koptu dedim İsmet Abim yine. Hani bazen çocukluğumun yazlık sinemalarında elimde gozoz merakla filmi seyrederken en  güzel yerinde film kopar da  kalakalırdım ya,İsmet Abim de öylece kalırdı işte. Bilirdim onun bu hallerini de ses etmezdim.Bilirdim başka dünyalaragittiğini.  O an nerededir, ne yapar, nasıl geri döner bilmez; yalnız, babasını bekleyen küçük bir çocuk gibi sessizce onun dönmesini beklerdim.İşte o zaman sanki hiç film kopmamış, hiç zaman durmamış gibi konuşmaya başlardı.
“Ah bir de bol köpüklü kahve olsaydı ne iyi olurdu.”
Sitemle kokoreççiye seslendi.
“Ustam senden adam olmaz ya! Şu közde mis gibi kahve olur. Bir tarafta da fokur fokur çay kaynatsan. Azıcık işi genişletmeye bak canım. Bugünün dolmuş kokoreççisi yarın bakmışsın koskoca bir dükkânın sahibi oluvermiş.
 Adam duyduklarına memnun olmamış bir halde,
“Görüyorsun halimi İsmet Abi, aha bu işi anca çıkıştırıyorum. ” Hangi arada yapayım çayı, kahveyi.”
İsmet Abimdişleriyle ağzındaki sigarayıısırırken bir ‘cık cık’ yaptı. Birşeyler söylenip durdu kendi kendine, sonra bana dönüp,
 “Bunlar adam olmaz kardeşim. Büyük düşünmüyorlar.  Bu adamların hayalleri ufak.  Ne ufağı canım, bunların bit kadar bile hayali yok. ”
Şu kadarcık lafa öyle sinirlendi ki freni boşalmış araba gibilafları sağa sola çarpa çarpa gitti.
 “Hayalleri büyük olmayan adamların kendi de büyük olmaz abicim. Bu hayatta bir şeyleri başarmakiçindeli olacaksın. Deli cesaretin olacak. Korkuların yüzünden ertelemeyeceksin hayallerini. Yoksa bir bakmışsın hiç istemediğin bir rolü sana giydirivermişler.  Kendi hayatının şiirini kendin yazacaksın, anladın mıabicim? Kendi ideallerinin, hayallerinin  peşinde at koşturacaksın.  Ucu ucuna hesaplarla bir yere varılmaz.  ‘Akıl var, mantık var, olacak iş değil’ le başlayan cümleleri çıkaracaksın hayatından. Çılgın olacaksın. Korkmayacaksın hiçbirşeyden. Bir baksanıza Endülüs’e. Tarık bin Ziyad yüz gemiyle İspanya’ya gider. Ordugâhını kurduğunda iki gemiyi bırakıp diğer gemileri degeri gönderir. İşte o iki gemiyi de askerlerinin gözüönünde yakar. Siz şimdi o niye diyeceksiniz? “Ya burayı fethedip islam topraklarına katacağız, ya da burada şehit olacağız. Ölmek var dönmek yok!” Korkakların yapacağı iş değil bu yani…”
Bu gece iyice coşmuştu İsmet Abim. Onu uzun zamandır böyle görmemiştim. Öyle şöyler söylüyordu ki, içimde yıllardır unutmaya, bastırmaya çalıştığım birşeyler usul usul uyanıyor, azıyor; kalbimi acıtıyordu. Ben değil miydim korkaklığım yüzünden bir türlü Merve’ye açılamayan? Ben değil miydim astsubay sınavlarını kazandığım halde çıkıp da gidemeyen? Ben var ya ben korkağın daniskasıydım. Hıncımıİsmet Abimden çıkardım.
“Ya abi, sen o kadar büyük düşünüyordun da niye yirmi yıldır pazarlarda patates, soğan satıyorsun? Yoksa sen de mi korkaksın?
Birden duruverdiİsmet Abim. O gece bir daha ağzını açmadı.Yıllarca bana öz kardeşiymişim gibi muamele eden, kol kanat geren o değil miydi?  Ama şimdi öyle bir laf etmiştim ki sanki aniden omuzları iyice çökmüş, saçı sakalı birbirine karışmış, gözleri çukura kaçmış, âdeta  birdenbire  yaşlanıvermişti. Eşeklik ettiğimi o gece değil, onu bir daha hiç göremeyince anladım.
                                                         *****
Ben İsmet. Pazarcıİsmet… Yirmi yıldır pazarlarda kendini kaybetmiş, bulamayan İsmet… Bulmak istemeyen İsmet…  Ben mi istedim içime koskoca bir kördüğüm atıp kaybolmayı kendi attığım düğümde?
Rahmetli babam hep hakim olmamı istedi benim. Sağolsun bir kere bile sormadı “Oğlum senin gönlünden geçen meslek nedir?” diye. Babam birşey istediyse onun  üstüne laf koyacak kimse yoktu bizim evde. Ablam, abilerim hep onun çizdiği istikamette yollarına devam ettiler. Ben de en azından gayret ettim. Hukuku kazandığımda babamın suratında yayılmış o tarifsiz memnuniyet bilakis beni tiksindirmişti. Onun için karısı ve çocukları onun hedeflerine kilitlenmiş birer piyondan farksızdı. Babama itiraz ettiğim sanılmasın. Çünkü ben korkağın tekiyim. Koca bir korkak. Babamın karşısına geçip de “Baba, benim gönlümde yatan edebiyat okumaktır,” diyemedim. Kendi hayatımı yazarken kalemimi babamın ellerine bıraktım. Başı yalnış olunca sonu da yanlış oldu hikâyenin.
Hukuka başladım. O kalın kalın kitapların içerisinde yok roma hukuku, yok ceza hukuku, yok bilmem ne hukuku… Her gün azar azar eridiğimi, kaybolduğumu hissediyordum. Oysa ben Fuzuliler, Bakiler, Şeyh Galipler okuyayım istedim.Köroğlu dilimde şahlansın, pınar başlarında Karacaoğlan olayım istedim. Herbirinin sonsuz okyanusunda derinlere dalmak, yüzmek, daha, daha da ilerilere gitmek, sonra ıssız adalarda kaybolmak…Önce doyasıya okumak, sonra doyasıya yazmak… Yaz(a)mayınca nefessiz kalacağımdan korkarak yazmak…
Hukukun bin bir haliyle boğuşurken ikinci sınıfta tıkanıp  kaldım. Bilmem kaçıncı kez ikinci sınıfı okurken bir Nehir düştü gönlümün kıyısına. Sessiz, sakin, usulca akan, dupduru bir Nehir. Önce buz gibi sular vurdu yüzüme, ardından mis gibi bir orman havası. Çiçekler açar avuçlarımda, menekşeler gözlerimin ta içine içine gülümser. Altımda yemyeşil bir örtü, kâinat serilir önümde. Sandım ki, bütün dünya emrime amade. Yağmurlar bir sözüme ıslatır yeryüzünü, güneş bir göz kırpmamla ayağa kalkar. Kuşlar benim için uçar gökyüzünde, yıldızlar geceleri parmaklarımın ucuna konar. İşte aşk budur, gerçeği örtbas eder. Karanlık gibi, düş gibi… Yoksa aşkın gerçek adı gece midir?  Önce kendine çeker, sonra karanlığında alır götürür seni.
Önceleri sınıf arkadaşımdı Nehir, sonra hayat arkadaşım olsun istedim; ama o su gibi akıp geçiyordu sınıfları. Ben hâlâ ikide… Suçlular, davalar, hırsızlar, arsa anlaşmazlıkları, cinayetler,  bir ölünün arkasından paylaşılamayan mallar, ruhsatsız dikilen binalar, haciz gelen yuvalar, sahtekarlıklar geceleri karabasan gibi üstüme üstüme çökmeye başlamış, beni  uyutmaz olmuştu.
Hukuku bırakıp edebiyat okumaya başladım. Lakin Nehir su olup aktı avuçlarımın arasından. Tutamadım. Kendim tutunamadığım için mi onu tutamadım yoksa o gittiği için mi hayata tutunamadım? İçimdeki Nehir kuruyunca edebiyat okumayı da beceremedim. Başladığı her şeyi yarım bırakmış bir adam olarak boşluğun ortasında kalakaldım. Sen olmayınca nasıl da kurudu tüm coğrafyam. Rüzgar arkamdan arkamdan vurmaya başladı. Esmek için değil de yıkmak için. Ey Nehir! Madem sen yoksun hayatımda varsın ben de olmayayım.
Geçelim artık bunları. Parmaklarımın ucundan yıldızlar döküleli çok oldu. Patates, soğan kokusu sindi üzerime. Şikayet ettiğim sanılmasın. Sen, sen olarak kalmadıktan sonra nasıl kaldığının bir önemi yok ki.  Hem pazarlar hayatın ta kendisi değil mi? Yaşama karışmak isteyenlere pazarları gezmelerini salık veririm. Rengarenk insan manzaraları vardır orada. Yaşlısı, genci, zengini, fakiri; emeklisi, öğretmeni, mutlusu, kedere gark olmuşu… Meyve-sebzelerden daha renkli bir insan manzarası bulursunuz pazarlarda.
Ömer’in dün akşamki lafı beni yine ta yıllar öncesine götürdü. O görmedi lakin ben gördüm. Kapalı kapılar arkasında kilitli tuttuğum  bütün hayaletlerim şimdi yeniden hortladı. Artık pazara da dönemem.
Şimdi ruhumun kanatları altına gömüp başımı, her şeyden ve herkesten uzakta asude bir yola koyulmalıyım. Hayat dediğiniz yoldan ve yolculuktan ibaret değil mi?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Savaş Edebiyatına Zeyl -III- / Şeref Akbaba
Diriliş / Abdullah Ömer Yavuz
Arifiye İstasyonu / Fahri Tuna
Noksan / Fatih Topaloğlu
El Yazması Hüzün / Necip Fazıl Akkoç
Tümünü Göster