Parmaklarımızın Arasında Bir Kalem Bekleyedursun

Bildik bir acıya bile uzak kalmak acıtır insanın canını. Özlemini çektiğimiz her neyse, işte o,  eksik kalan yanıdır hayatımızın. İçinde olabileceğimiz fakat olamadığımız gecelerden bahsetsin biri, içimizin lambaları söner, gözlerimizin ışıkları. Geceye döneriz.
Olmamız gereken yerde, olmayı istediğimiz yerde değilsek oraya ait tek bir söz, bir işaret, tek bir ima, bir renk, bir koku, bir eşya, bir yer, takvimlerin eskitemediği bir tarih alır götürür bizi oraya. Ne yolculuktur ama. Farkındaysanız, bu yolculuk için öyle büyük ve makul sebepler aramayız. En küçük bir şey, silindi silinecek bir iz yeter. Çünkü onlara dair zaman zaman içimizde yanan bir şey vardır. O yolun meşalesi hep gönlümüzdedir. Bu yüzden yola koyulmamız anlık bir iştir. Yeter ki zayıf, cılız, sönük de olsa bir bahanemiz bulunsun. Biz, bizim olan, fakat bizden uzakta olanların peşinden gitmeye hazırızdır.
Şimdi neredeyiz? Adresi mi karıştırdık? Şu şehir, şu sokak, şu ev, şu oda, şu masa, şu sandalye bekleyedursun bizi; elimizde, parmaklarımızın arasında bir kalem bekleyedursun, biz ruhumuzun kanat çırpışları arasında uçup gideriz olmak istediğimiz yere.
Tek adım atmadan böyle bir yolculuk yapmak, zaman kavramını yitiren en büyük adımlardan biriyle mümkündür. Ve “şimdi’nin aldığı en geniş soluktur. Genişlemektir. Bulunduğu an’ın hücresinden kurtulmaktır. Hüznü bile ferahfeza bir gökyüzü enginliğinde yaşayabilmektir. Ve bundan şikâyet etmek şöyle dursun daha bir susayabilmektir hüzne. Susayabilmek bizim olan-olabilecek her şeye. Bulut gibi susamak, yağıp tükendikçe yeniden yağıp tükenebilmek için susamak… Özlemek daha bir başka… Ulaştıkça-kavuştukça daha başka bir şekilde özlemek…
Bir hüzünlü, içi burkan uçuştur belki, elinde kalemi unutturtan bir uçuştur belki, ama en güzel bir uçuştur.
Bazen kanatlanmasa insan bu zamana sığamayacaktır.
Yükselmek vücut şehrinin üstüne, yükselmek bazen geçmişi de-geleceği de içine alan bir an’ın üstüne. Ve konmak o zaman, nereye istiyorsan oraya.
Yalnızlık için dağ başında yalnız bir ağaca konmak… Ya da bugünümüzden gizlenmek için bir ağacın kovuğuna girmek. Ağaca girince yine mi gizlenemeyiz. Bir testere korkusunu duyar mıyız canımızda? İkiye biçilmeden geri mi dönmek isteriz?
Geri mi döndük yavaş yavaş odamıza? Hala elimizdedir de kalem, ama biz, gitmeden önceki biz değilizdir sanki. Bizim olan farklı şeylerden haberdar olduk ve bazılarının örtülerini kaldırıp baktık mı? Tanıdık mı bir anda? Geceyse bizim gecemiz, hasretse bizim hasretimiz, acıysa bizim acımız, arzularımız, mutluluğumuz, inançlarımız, biten bir aşk bile olsa bizim aşkımız tanıdık değil mi? Ne kadar cana yakın, en can bildiklerimiz sanki… Sahi, bunların bizden uzakta işi ne? Ya uzakta sanırken zaman zaman içimizde dolaşmaları ne?
Bunlara bir göz atıp geri çekilmek zorunda kalmak ne hazin… Geri çekilmek zorunda kalmak çok hazin ama…
Bizim olan definelere yalnızca bir göz atmış da olsak. Hepsi bu kadarla da kalacak olsa yine de bu zenginliğimizi bilmek, bizi heyecan ve sevinçlerle sarsmaz ve bizi zengin kılmaz mı bir zaman?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Savaş Edebiyatına Zeyl -III- / Şeref Akbaba
Diriliş / Abdullah Ömer Yavuz
Arifiye İstasyonu / Fahri Tuna
Noksan / Fatih Topaloğlu
El Yazması Hüzün / Necip Fazıl Akkoç
Tümünü Göster