Bir metni okumanın oldukça çekici ve dayanılmaz bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Entelektüel iştihamızı tatmin etmesi bir yana, okur olmak başka hiçbir uğraşının sağlayamayacağı çok özel bir keyfi de barındırır içinde, işinin ehli bir sarraf, oldukça nadide bir takıyı eline aldığında nasıl bir keyif duyarsa, işte onun gibi bir keyif bu. Esasen işin bu tarafı, meseleyi bir parça zorlaştırmaktadır. Çünkü okuduğundan tat alabilmek, bir yerde okuduğunu ihata edebilecek bir donanımı beraberinde gerektirmekte.
Evet, düzeyli ve düzenli bir okur olmak hem sabır hem de donanım isteyen bir iştir. Ve insan okudukça donanımı da artar, zenginleşir. Bu anlamda birbirini besleyen çift yönlü bir süreç yaşar okur. Hepimizin bildiği o klasik ve elbette nefis ifadesiyle insan okudukça cahilliği artar ve okuyabileceği şeyler azalmaya başlar.
Cahilliği artar, çünkü zamanla ne kadar az şey bildiğinin farkına varır. İnsan bilmediği şey hakkında kolay hüküm verir. Bu hükümler de çoğunlukla isabetsiz olur. Meseleye ucundan kıyısından yaklaşıp bir parça bir şey öğrendiğinde, işin hiç de kendisinin daha önceden zannettiği gibi olmadığını anlar. Artık konuşmak oldukça zordur. Küçük bir bilgi, insanın aslında hiçbir şey bilmediğini ona göstermesi bakımından oldukça büyük bir iş görür. Ve insan cahilliğinin fark eder. Zaten esas olan bir şeyin farkına varmaktır. Fark etmek bilmenin esasıdır. İnsan okuyarak, okudukça kendi sınırlarının farkına varır. Okudukça benliği, nefsâniyeti büyüyenler ya okunması gerekeni okumayanlar ya da fark edilmesi gerekenin farkına varamayanlardır.
İnsan okudukça okuyabileceği şeyler azalır. Yukarıda sözünü ettiğimiz çift yönlü sürecin zorunlu bir sonucudur bu. İnsanın okudukları onu bir yere taşımalıdır. Ona bir şeyleri fark ettirmelidir. Bunu sağlamayan okumaların anlamlı oldukları söylenemez. Zamanla bir yolu kat etmeye başlayan okur, aslında bu yolda kendisine arkadaşlık edecek oldukça az eser/müellif olduğunun da farkına varır. (Bakın, bir şeyin farkına varmak yeniden karşımızda.)
Artık okunabilecek şeylerin sayısı bir hayli azalmıştır. Önceleri kitap raflarına baktığında başı dönen, yönünü şaşıran okurumuz, artık kendine bir yolda yürümek için lüzumlu olanı sağlayacak şeylerin peşindedir. Meseleye bu şekilde bakan birinin iki günde bir kitapçılara uğramasına gerek yoktur. Yürünmesi gereken yol, tutulması gereken iş bellidir. Bununla birlikte değerli olanı takip etmek gibi bir gerekliliğinin de altını çizmemizde yarar var.
Bir kitabın okunmasından söz edebileceğimiz gibi bir müellifin okunmasından da rahatlıkla söz edebiliriz. Bir müellif nasıl okunur derseniz, size şöyle cevap verebilirim: Bir müellifi okumak, yani o müellifi bütün yazdıklarıyla, yazdıklarını yazabilmesini sağlayan düşündükleri ve kurguladıklarımla, ortaya koyduklarında kendisini haklı çıkartacak sebepleri bir bir ortaya koyarak, kullandığı kelimeler ve kurduğu cümlelerle, yani yazdıklarında belirgin hale gelen üslubu ve kişisel özellikleriyle, kısaca her şeyiyle bir müellifi okumak… Mesela, Elmalılı Hamdi Efendi’yi okumak. O muhteşem tefsiri baştan sona bitirmek mesela. Hak Dili’ni okuyan birinin meseleler karşısında oldukça farklı bir bakış açısı sahibi olacağı gibi bir düşünce var bende. Sonra makalelerini. Her biri durduğu yerin ve yaptığı işin farkında olan bir âlimin kaleminden süzülmüş muhteşem yazılar. “Ben Elmalılı Hamdi Efendi’yi okudum” demek, bana kalırsa bir okur için yabana atılmaması gereken bir kazanımdır. Bir insanı bütünüyle okumak mümkün olmayacaktır muhtemelen. Olsun, bir müellifi okumak, o müellifin okuru olmak daldan dala konan kuşlar gibi kitaplar arasında dolaşıp duran ayran gönüllü bir okur olmaktan çok daha fazla şey kazandırır insana. Bir insanı tanımak, onu anlamak başlı başına bir kazanımdır. Söz konusu bir İslam âlimiyse elde edeceklerimizin çok daha fazla olacağına kuşku yok. Bir müellifi, başlı başına, okunması, takip edilmesi gereken birisi olarak görmek oldukça ciddi ve düzeyli bir bakış açısıdır. Bu tavır, bize o müellifin düşünce dünyasına nüfuz etmemizi ve karşı karşıya kaldığımız meseleleri ele alırken tercih ettiğimiz müellifin düzeyine yakışır bir perspektif sahibi olmamızı sağlayacaktır.
Klasik ilim ve kültür dünyamıza ve onun oluşturduğu değerler dünyasına baktığımızda kitabın ve okurun oldukça önemli bir yeri olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Yıllarca bize yutturulan matbaanın geç gelmesi masallarını bir kenara bırakıp ciddi ciddi emek sarf ederek kendi geçmişimizi, ilim ve kültür mirasımızı araştırdığımızda, yanı başımızda duran ve maalesef bizlerin habersiz olduğu bir dünyayla karşı karşıya kalacağımıza şüphe yok. Kitap okumakla ilgili o kadar çok ayrıntı var ki, insan hangi birini sayacağını şaşırıyor. Mesela bizde kitap okunmaz, hatmedilir. Elbette önce Kitap hatmedilir. Sonra önem derecesine göre ve sırasıyla diğerleri. Bunun için bizde kitap, herhangi bir yerinden üç beş sayfa okunmak için açılan bir nesne değildir. Baştan başlanır, sonuna kadar gidilir. Modern bir dünyada yaşayan bizlere anlaşılması zor bir ayrıntı olarak gelebilir bu. İhtiyacı olanı arayıp bulmak ve kalanı yani kendisini o an ilgilendirmeyeni bir kenara atmak bizim için normal bir davranış gibi. Ancak hayatın ilim ve alimler eliyle yaşandığı ve yeniden üretildiği, herkesin ancak söylenmesi gereken şeyi söyleyip yazdığı bir dünyada, sözünü ettiğimiz davranışın ne kadar anlamsız kaçacağını tahmin edebiliriz.
Kitapla ilgili olarak gelişen alanlardan sadece el sanatlarını göz önüne aldığımızda dahi, meseleyi hiç de abartmadığımızı, aksine bütün boyutlarıyla ihata etmekten ne kadar uzak olduğumuzun farkına varırız. Kağıt işçiliği, hattı, cildi, tezhibi, ebrusu, minyatürü vs. Şu hususun altını tekrar tekrar çizmeliyiz: Bizde okumak, okur olmak ciddi bir iş, yüksek bir payedir. Konuyla ilgili atasözü ve deyimlerimizin bolluğu, bu gerçeği en güzel şekilde ifade ediyor sanırım.
Bütün bunlar iyi de, birden bire okur olmanın öneminden dem vurmak biraz tuhaf değil mi? Ülkemizde yaşanan yazar/şair bolluğu dikkate alındığında bu tuhaflık kendini biraz daha fazla hissettirecektir. Zaten mesele tam da bu noktada başlıyor. Neden okurdan çok yazarımız var? Bana kalırsa bu oldukça ciddi bir soru/n. Burada ilmî ve entelektüel çalışmaları istisna etmemiz gerekiyor. Bu tür alanlarda yazmak, yapılacak çalışmalar açısından oldukça önemli ve gereklidir. Ancak söz konusu edebiyat ve özellikle de şiir olduğunda her önüne gelenin kalemi eline alması, bana pek de sağlıklı bir tutum gibi gelmiyor doğrusu.
Evvela yazarlık mesleği etrafında büyülü ve esrarengiz bir hava var bizde. Bu durumun oluşmasında yazarlarımızın kabahati var mıdır, orasını bilemem ama, insanların zihninde bir tür doğa üstü alemle temasa geçen ve adına ilham dedikleri perde arkasından kulağına belli belirsiz fısıldanan sözleri uyandığında hatırlamaya çabalayan, sonra da onlardan mısralar/satırlar devşirmeye çalışan bir yazar prototipi var. Bu esrarengiz hava, sözünü ettiğimiz çarpıklığın sebeplerinden biridir diye düşünüyorum. Bu, kökü Cahiliyye dönemine kadar uzanan eski bir inanç. O dönemde de şairlerin her birinin birer cini olduğu ve kaleme aldığı şiirleri o cinlerden öğrendikleriyle yazdıklarına inanılırmış. Tahmin edeceğiniz üzere yazmak, hiç de öyle büyülü ve esrarengiz bir uğraşı değil. Aksine insanı yoran, çileden çıkaran hatta kimilerine doğum sancıları çektirten bir uğraş. Öyle ki insan yazıyı/şiiri bitirdiğinde muazzam bir rahatlama hissi duyuyor.
Sonra, yığınla dergimiz var. Herkeste bir yazmak hevesi, almış başını gidiyor. Bir dergide yazıyor olmak, anlamsız bir kendinden bahsedilme bahanesi haline getirilmiş durumda. Sanki her şey bir fantezi ve hayat iki kelimeyi bir araya getirip şiir gecelerinde boy göstermekten ibaret. Ya da ilk beğendiğimiz adem kızı için aklımıza ilk gelen kelimeleri alt alta dizmek. Her şey ne kadar ucuz ve basit.
Okur olmak, okuduklarını değerlendirebilecek bir donanıma sahip olmak, iyi olanı kötü olandan ayırt edebilmek, dahası bunu yapabilecek düzeyde bir eğitim ve bilgiye sahip olmak bana gerçekten çok büyük payeler olarak gözüküyor.
Okur olmanın çok itibarlı bir mevkii olduğunu düşünüyorum. En azından yazarlar kadar.