Tasavvuf, Müslüman toplumlarda derin tesirler yapmış, derin izler bırakmıştır. Kelime olarak sof giymek, saf olmak, ilk safta bulunmak ve suffa ashabı gibi yaşamak anlamlarına gelen tasavvufun pek çok tanımı yapılmıştır. Genel olarak, bir mânâda tecrûbî bir ilim ve insanın kendin! tanıması yöntemidir. Bu yüzden o, bir öğretiyi (tarîk), bu öğretinin öğretimini (sülük) ve metodunu (usûl-erkân) bünyesinde bulundurur.
Kendine özgü eğitim yöntemleri, kurumları, ilkeleri, bilgi ve varlık anlayışı ve bu anlayışa bağlı olarak oluşan diliyle tasavvuf, sanatkârı da etkilemiştir. Bu etkiyi mûsikî, mîmarî, hat, tezhib ve minyatür gibi sanatlarda görmek mümkündür. Lakin tasavvufun sanatkâr üzerindeki tesiri, belki de en çok şâirler ve yazarlarda görülür. Nitekim bu tesir, Türk islâm Edebiyatı içerisinde, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Türk Tasavvuf Edebiyatı, Tasavvufî Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı gibi adlarla anılan bir edebiyatın oluşmasını sağlamıştır.
Edebiyat açısından tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle yüz- ieştirerek kâinattaki umumi ahengin derin sırlarını ruhlara duyuran bir sistemin adıdır. Bu sistemin şâirane hayaller için önemli bir kaynak teşkil edeceği açıktır. Tasavvuf şiiri, başlangıçta Hallac-ı Mansûr’dan başlayarak, Mısırlı şâir Ömer b. Fâriz’e kadar Arap edebiyatı içerisinde sınırlı bir daire dâhilinde gelişti. Ömer b. Fâriz’in Kasîde-i Tâiyye isimli eseri, tercüme, tahmis ve şerh olunarak, tasavvuf edebiyatı içerisinde bir çığır açmıştır, iran’da ibn Sinâ’nın Sûfîliğe ilham teşkil edecek düşünceler serdetmesinin yanında. Şeyh Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’da şiirleriyle bu çığıra katkıda bulundular. Bilhassa rubaileri ile tanınan Ebû Saîd, Rudegî, Firdevsî, Hakîm Senâî ve Feridüddin-i Attâr’ın müjdecisi olmuştur. Daha sonraki dönemlerde de eserlerini Farsça yazan Mevlanâ, Abdurrahman Câmî ve Kâsımü’l-Envâr gibi büyük şâirler yetişmiştir. Türk illerinde islâm’ın yayılmasına, buralarda faaliyet gösteren gönüllü dervişlerin önemli katkılarının olduğu bilinmektedir. Nitekim tasavvuf, islâm’ı benimseyen Türk boyları arasında, eski Türk inanç ve gelenekleriyle paralellik arz eden metafizik tasavvurlarla kısa zamanda benimsenmiştir. Dervişler bölgeyi bir ağ gibi sarmış;
Herat, Nişabur, Merv, Buhara, Fergana ve daha birçok yerde bu faaliyetlerini sürdürmüşlerdir1‘1. XII. asra gelindiğinde, Türk illeri tasavvuf ve tarikatların en yoğun olduğu bölgelerden biri hâline gelmiştir, islâm’ı din olarak kabul eden halk kitlelerinin büyük çoğunluğu, Baba ve Ata olarak anılan dervişleri benimsemişlerdir. Bazı göçebe boyların içerisine de giren bu dervişler, hem bu boyların İslâm Dinîni tanımalarına öncülük etmişler, hem de halkın anlayacağı bir dille tasavvuf anlayışını onlara sunmuşlardır. Bu kesimlerde şâir-şaman- ların yerini dolduran Baba ve Atalarm ilk temsilcileri, Korkut Ata ve Çoban Ata isimleriyle tanınan sûfîlerdir. Bu bölgelerde, Muhammed Ma’şuk Tûsî ve Emir Ali Ebû Hâlis gibi sûfîler de yetişmiştir. Bununla birlikte Türk sûfîliğinin en önemli temsilcisi, Hoca Ahmed Yesevî (ö. 1167)’dir. Ahmed Yesevî’nin tasavvufî anlayışı etrafında kurumsallaşarak tarikat hüviyetini kazanan Yesevîlik, her bakımdan bir Türk tarikatıdır. Bundan başka, Kübrevîlik ve Nakşîiik de Türk illerinde gelişen tarikatlardandır. Tasavvufun Türk edebiyatına iki şekilde etkisinden söz edilmektedir:
- Dîvân şiirine etkisi: Tasavvuf, vezin, şekil ve muhteva itibarıyla islâm kültür coğrafyasının bir eseri olan, özellikle XVI. ve XVII. yüzyıllarda gerçek anlamda hüviyetini kazanan Dîvân şiirine etki etmiştir. Tasavvufun Dîvân şiirine etkisi, şâirin düşünce dünyasını geliştirmesinin yanında, tasavvufî mesneviler, menâkıb-nâme ve tezki- retü’l-evliyâ gibi türlerin doğmasına sebebiyet verecek derecede önemli olmuştur.
- Halk şiirine etkisi: Bu etki, Ahmed Yesevî’nin başlattığı ve Yesevî dervişlerinin geliştirip yaydığı hikmet geleneğinde gözlenmektedir. Hikmet geleneği, halk dili, hece vezni ve millî formlara bağlı, tasavvuf edebiyatı yahut tekke edebiyatı adıyla bilinen, yeni bir şiir anlayışının doğmasına imkân vermiştir. Bu şiirde ele alınan konular, Acem kültürünün tesiri görülen şiirlerden ayrı değildir; fakat gerek dil ve ifadede, gerekse üslûb ve vezinde tamamıyla farklı ve orijinaldir. Başka bir ifade ile, tasavvufî düşüncelerini Acem etkisiyle Farsça yazan büyük şâir Mevlânâ (1207- 1273) ile Türkçe ve hikmet geleneği etkisine bağlı olan Yunus Emre’nin (1250-1320) şiirlerindeki ahlâkî öğreti ve felsefe aynıdır; dil, eda, vezin ve şekil farklıdır.
Tasavvufun temel konularından birisi, diğer ilmî disiplinler ve felsefî ekollerde olduğu gibi, varlık konusudur. Sûfî şâir, varlık, varlığın mâhiyeti, kozmogoni, insan, zaman ve mekân, insanın âlemle ve Tanrıyla ilişkileri, bilgi, ilâhî bilgi, vahiy, peygamberlik ve velayet gibi konuları şiirlerinde ele alır. Ancak bu konuları ele alırken, o, sadece bir şâir yahut hayata ilişkin temel konuları tartışan bir entelektüel değildir; o, konulan birebir tecrübe etmiş, yaşamış ve yaşayarak ulaştığı irfânî bilgiyi şiir diliyle söylemiştir. Tasavvuf! tecrübe, Sûfî şâiri diğer herhangi bir şâirden ayıran temel özelliktir. Bu tecrübe, içinde bulunulan tasavvufî ekollerin (tarikat) metotlarındaki (usûl ve erkân) çeşitlilik sebebiyle farklılık arz eder. Bu yüzden de manevi yolculuğun (seyr ü sülük) gerçekleştiği tekkelerin her biri, birer edebi muhit olarak nitelendirilebilir. Edebi muhit, edebiyatçının içinde yetiştiği, izini süreceği ustaların şiirlerini ve sohbetlerini dinlediği, kendi şiirlerini okuduğu ve icabında eleştiriler alarak yetiştiği ortamlardır. Şâirin içinden geldiği edebi muhit, ona ortak dil, tecrübe ve üslûb kazandıran bir okuldur. Nitekim tekkelerin hemen her biri, birer edebi muhit olarak faaliyetlerini sürdürmüştür.
Şiir ve irfan
Şiir ve irfan kavramlarını konuşacağız… Ariflerin nutkunu, âşıkların nefeslerini, kâmillerin sözlerine nazar edeceğiz, irfan kavramı daha çok felsefeyle, bilgi felsefesiyle ilgili bir kavramdır.
irfân kelimesini, görebildiğim kadarıyla, bizde en çok kullanan Cemil Meriç’tir.
Kültürden İrfana (1985) ve Bu Ülke (istanbul, 2003)’de “İrfânâ Kaçış” ve “Asâletini Kaybeden irfân” isimli denemeleri önemlidir.
irfânî bakış, irfânî bilgi, irfânî muhit, Türk irfânı, ehl-l irfân ve benim ilim dünyasına hediye etmek istediğim irfânî ölüm gibi kavram ve tabirler, bir dünya görüşünün, bir sanat ve ilim anlayışının göstergeleridir.
Tefekkür ederek kavramayı, tanımayı, anlamayı ve idrak etmeyi ifade eden irfân kelimesi, sadece bilgiyi değil hikmeti de içeriyor. Dolayısıyla irfânî (gnostic) bilgi, en önemli kaynağı ilham ve tefekkür olan bir tanıma sürecini ifade eder.
Bu bilginin ana çatısını, hads, sezgi ve tecrübe ile elde edilen bilgi oluşturmaktadır.
O yüzden sûfîler, irfân kelimesiyle, ilm-i ledün ı/e ilm-i Rabbânî gibi isimlerle anılan tevhid ilmini kastetmektedirler.
Cemil Meriç, “Gerçek bilgi, disiplinli ve denenmiş bilgidir.” der.
Halk irfanı denenmiş bilgilerin muhassalasıdır. İrfan, baldır; onun özünü oluşturan çiçekler, tarihin derinliklerinden süzülüp gelerek bu milletin ortak aklını inşa eden tecrübeler, değerler ı/e inanışlardır. Tecrübeler, tarihi metinler, destanlar, cengnameler ve menkabelerde kayda geçmiştir. Değerler ise, sadece ahlaki ilkeler manzumesi değildir; bir âlem tasavvuru, insan, varlık, zaman ve güzellik anlayışıyla temayüz eden manevi kültür manzumelerinin tümüdür.
Erol Güngör, halk kültüründe ahlakın ve değerlerin kaynağının din olduğunu söyler. Bir örnek üzerinden meseleyi ele almak gerekirse, burada “Haydan gelen huya gider.” atasözünü hatırlayabiliriz. Bu söz, bir halk irfanının tezahürüdür. Ancak halk, sıkça kullandığı bu sözün ihtiva ettiği anlamdan zaman içerisinde uzaklaşmıştır.
Şiiri Konuşmak
Şiiri konuşmak, insanı konuşmaktır.
İrfanı konuşmak da insanı konuşmaktır.
İnsanı konuşmak ise, öncelikle gözü konuşmaktır. Zira “insan, gözdür.”
Önce bakış… Önce göz.
Yunus’a kulak verelim:
- Ol dost yüzin gördi gözüm erenlere toprak yüzüm Söz bilene iş bu sözüm gerek şekeristân ola
- Sensin bu gözümde gören sensin dilümde söyleyen Sensin beni var eyleyen sensin hemin önden sona
- Sensüz iki cihân benüm zindan görinür gözüme Senün ‘aşkunla bilişen gerek hâssü’l-hâsdan ola
- Kördür münâfıkun gözi yarın kara koyar yüzi Halkun bana acı sözi gerek şekeristân ola
- İy âşıkân iy âşıkân ‘aşk mezhebi dîndür bana Gördi gözüm dost yüzüni yas kamu düğündür bana
- Yûnus imdi sen Hakk’a ir dün ü gün gönlün Hakk’a vir Gönül gözi görmeyince bu baş gözi görmeyiser
- Eyle sûretüni vîrân can sırrudur ana iren Bâtın gözidür dost gören zahir gözi yabandadur
- İlim hod göz hicâbıdır dünyâ ahret hisâbıdur Kitâb hod ‘aşk kitabıdur bu okunan varak nedür
- Geç mahlûk tâ’atından göz ırma dost katından Aldanma fâni nakşa fânî nakşı niderler
Şiir gözü doyurmakla başlıyor… Sanat böyle bir şey.
Göz doyacak, güzeli fark edecek ki, hakiki sanat ortaya çıksın.
Yunus’a kulak verelim:
Yûnus’un gönli gözi doludur Hak sevgüsi
Sohbet ihtiyâr iden yad u bilişden geçer
Göz neyle doyacak? Güzelle… Sevgiliyle.
Şöyle diyor Yunus:
Bizüm hâlümüzden bilen kimdür ‘aşka münkir olan
Bizüm sevdüğümüz Hak’dur bu halka göz ü kaş gelür
Ve şu sorulan soruyor:
Ne gördi Leylâ’nun yüzinde Mecnûn
Akıdup göz yaşın âb u sel eyler
Ne göründi şu Ferhâd’un gözine
Kayalar kesüben dosta yol eyler
Ne göründi Şeh ibrâhîm gözine
Tâcını tahtını tarumar eyler
Tasavvuf şiiri yahut irfani şiir, işte bu güzele doymuş gözün şiiridir. Yine Yunus’a bakalım:
- Benüm gönlüm gözüm ‘aşkdan doludur
Dilüm söyier yari yüzüm suludur
2. Baksam seni görür gözüm söylerisem sensin sözüm
Seni gözetmekden dahi yiğrek şikârum yok durur
3. Söylerisem dilümdesin ger tek dursam gönlümdesin
Gönlüm gözüm seni sever ayruk nigârum yok durur
Oğlanlar Şeyhi ibrahim Efendi, irfani şiirin bakışla alakasına atıfta bulunarak, esasen bu şiirin gönül gözünün gördüklerini tasvirden ibaret olduğunu söyler. Dolayısıyla orada tasvir vardır, vecd ve tecelli vardır. Bilgi doğrudan doğruya hadsîdir; müşahede ve murakabeyle akmaktadır.
İbrahim Efendi bu görüşlerini Mevlana’ya istinad ederek şöyle aktarmaktadır:
Celâleddîn’e bir gün bir sühân-ver
Su’âl edüp dedi ey cana rehber
Ne sırdur evliyâu’llâh nazımda
Ri’âyet kâfiye itmez nazımda
Heman ma’niye olurlar mukayyed
Olurlar ma’ni-i hâlle mü’eyyed
Egerçi sözleridür cümle a’lâ
Hakîkat sözleridür hem mukaffa
Celâleddin buyurdu ol mahalde
Meşâyih söyledükleri gazelde
Cemâl-i yâr-i gözlerler hakîkat
O yüzi görlcek anlar olur mest
O mestlük içre bir âvâz irişür
Velî bî-harf ü bî-âvâz irişür
Cemâlümden gözün ayırmanuz der
Benim yüzümden ayrı görmeniz der
‘İbaret kâfiye midür bu hâle
Düşüpdür kâfiye erbâb-ı kâle
Anunçün kâfiye ile mukayyed
Değildürler olup durur mü’eyyed
Demek ki, önce bakışı terbiye etmek ve gözü doyurmak lazım.
Gözü doyurmaktan murad, varlığın hakikatine ermektir. Bunun içinde şu iki soruya cevap aramaktadırlar:
Güzellik nedir?
Varlık nedir?
irfanı besleyen de bu iki temel sorudur. Belki de en önemlisi varlık meselesidir; sonra bilgi ve hayat gibi meseller gündeme gelir. Şair, tanımak ister. Marifet… 0, dört kapıdan geçip kırk eşiğe baş koymuş, farkındalığa erişmiştir. Oradan söyler.
Şiire dair birkaç söz
Tezkireci Latîfî (ö.1582), Tezkiresinin giriş kısmında, şiir ve şâir hakkındaki genel düşüncelere yer verir.
Ona göre şiir, mevzun ve mukaffa sözdür.
Ancak her mevzun ve mukaffa söz, Latîfî’nin nazarında şiir değildir.
Şiir, İlâhî ilham esintileri ve Sübhânî feyz havalarının eseridir. Esasen dili cennetin anahtarı olan şâirlerin içlerindeki denizlerden düşünce kabarcıkları ile kenara çıkan irfan cevherleri ile mârifet ve mânâ incileri, ilâhî sır ve vâridât hazinelerinde toplanarak şiir halini alırlar.
Şâirler, ezelî yaratıcının övücüleri, en güzel halk edicinin sırlarının methedici ve keşfedicileridir. Dolayısıyla şiir formuna sahip olan her mevzun ve mukaffa söz, bu medh ve keşf vasatında bir yere sahip olduğu oranda şiirdir. O, şiiri ve şâirliği latif evrene ait, yani ilâhî alanda ele alırken, Mevlanâ’nın şâirliği peygamberlikten bir parça telakkî ettiği görüşüne işaret etmektedir.
Bu değerlendirmede ilhamın vahye olan benzerliği önemli bir kıstastır.
Şâirin yegâne malzemesi olan söz (dil), iyiler için gökten inmiş bir lütuftur.
Latîfî’nin nazarında şâir; gerçek sevgilinin, mutlak güzelliğin sahibi Vâcibü’l-Vücûd’un olduğunu ve başka şeylerin de onun sembolünden ibaret bulunduğunu anlayan irfan sahibi kimsedir.
Gerçek şair
Şair…
Müteşair…
Şair, Fuzûlî’nin ifadesiyle söylersek; fesâhat bahçesinin gülü ve söz sarrafıdır. Yine ona göre şair, câmid (ölü) olan kelimeler ve lafızlara kendi rûhundan üfleyerek can bağışlayan bir İsâ’dır.
Kezâ şiir de söz sanatlarının zirvesidir.
Burada Kuddûsî Baba’nın nutkunu hatırlamak lazım… Nasıl diyordu?
Şol şi’r kim sâmi’i giryân u sekrân eylemez
Yok halâvet anda hîç atşânı reyyân eylemez
Ehl-i hâle, ehl-i hâl şi>ri verir zevk u safâ
Ehl-i zâhir sözünü hâl ehli burhân eylemez
Şâirânın kalbleri Hakk’ın hazâini imiş
Hem mukallid sözleri uşşâkı hayrân eylemez
Ehl-i hâlin kalbine ilham eder şi’ri Hudâ
Ehl-i zâhir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez
Ehl-i hâlin sözleri îkaz eder gafilleri
Ehl-i zâhir şi’ri ışk u cezbe ityân eylemez
Ehl-i hâlin sözleri haktır ki Hak’tan söyler ol
Ehl-i zâhir sözleri teşvîk-i yârân eylemez
Var nice şi’r-i fasih, mevzun, belâgatli rakîk
Okuyanlar, dinleyenler kesb-i irfân eylemez
Kuvvet-i ilm-ile söyler şi>ri çok ehl-i kemâl
Âştkın bağrın yakıp tşk-ile büryân eylemez
Bî-tekellüf söylenen söz âştka halet verir
Külfet-ile söylenen işfâ-i atşân eylemez
Ehl-i hâl şbri kulûba ok gibi te’sîr eder
Ehl-i zahir şi’ri kalbde dostu mihmân eylemez
Gerçi var hüsn-i fasâhat yok velâkin lezzeti
Akili medhûş edip aklın perişân eylemez
Hâl ile söylenmeyen söz şi’r-i Kuddûsî gibi
Mâsivâ hubbuyla âbâd gönlü vîrân eylemez
Demek ki gerçek şair, gözü doymuş, kâmildir.
Gerçek şair, Yunus Emre’dir.
Yunus, Tabduk’a otuz yıl sadakatle hizmet etti. Odun taşımaktan sırtı yara oldu. Fakat kimseye belli etmedi. Şeyhi onu severdi. Bu, öbür dervişlere ağır geldi. Şeyhin kızını seviyor da onun için bu ağır hizmete katlanıyor, dediler. Bu dedikoduyu Tabduk’a duyurdular. Tabduk, Yunus’un halini bilirdi. Onları doğru yola getirmek, şüphelerini gidermek için, bir gün Yunus’a tekkeye düzgün odun getirmesinin sebebini sordu.
Yunus, “Doğru olmayan bu kapıya layık değildir.” diye cevap verdi.
Tapduk’da “Söyle Yunus’um, söyle!” dedi.
Yunus bu nefesin bereketiyle şair oldu. Sonra Tapduk, diğer dervişler yalancı olmasınlar, utanmasınlar diye kızını da Yunus’a verdi.
Şiir yazmak-şiir söylemek
Sufi şair, şiir yazdığını kabul etmez.
Çünkü şiir yazmak, tasannuyu, sözle oynamayı ve sanat yapmayı esas alır. O, bakar ve söyler. Bu yüzden onun şiiri, sunûhat, vâridât, nefes, nutuk, ilâhî, tercemân, gülbank gibi isimler alır…
Burada sadece tercemana İlişkin bir iki hususu sizinle paylaşmak isterim. Bir terceman okuyalım:
“Allah Allah elim erde özüm darda
Yüzüm yerde, erenlerin dâr-ı Mansurunda
Muhammed Ali divanında, Hakkın huzurunda
Canım kurban, tenim tercemân
Fakirin elinden dilinden incinmiş can karındaş var ise
Dile gelsin Allah ey Allah hu dostl”
Bu okumuş olduğum tercemân, tercamân-ı dâr adıyla anılıyor. Bektaşilik geleneğinde söylenen bir tercemân- dır, bir duadır. Bir bakıma helallik alma diyelim. Yani cem ayininde meydana çıkılıyor ve o meydanda bütün canlardan, bütün o cem ayininde bulunan dervişândan bir bakıma helallik alarak zikre, tesbihata başlamış oluyor.
Tercemân kelimesini, biz bugün tercüman diye kullanıyoruz. Tercüman kelimesinin yerine mütercim kelimesini de kullanıyoruz. Tasavvufta tercüman nedir? Tasavvufta dil, bizzat şu dilimiz kalbin tercümanıdır. Aslında konuşurken dilimizle konuşuyoruz, ama kalbimizin terennümü içerisindeyiz. Yani kalbimizde ki içimizden doğan şeyleri ortaya koyuyoruz. Bir bakıma dil kalbin tercümanıdır. Şimdi söz konusu olan kalpse, kalpte nedir, nazargâh-ı ilâhîdir. Allah’ın mekânıdır, Allah’ın nazar ettiği mekândır. Binaenaleyh konuşurken, insan-ı kâmil konuşurken, aslında Hakk’ın, Allah’ın tercümanı olmuş oluyor.
Hülasa, Hakk’tan kalbine gelen manaları ve hakikatleri, halkın anlayacağı şekilde anlatmaya tercemân denilir.
Hepimiz bir şekilde tercemânız aslında.
Ama asıl tercüman, insan-ı kâmildir. O yüzden onun şiiri, nutk-ı şeriftir. O yüzden onun divanı divân-ı ilâhiyâttır. Bakınız Oğlanlar Şeyhi ibrahim Efendi bu hususu nasıl açıklıyor?
Derviş dilinden söyleyen kim idügin bilir misin
Yâ kulağuhda dinleyen kim idügin bilir misin
Od u su toprak u yeli hep bir yere cem eyleyüp
Bunlara özün gizleyen kim idügin bilir misin
Sıfatında zâtun gören mülkünde hem hükmün süren
Ârif gözünde gözleyen kim idügin bilir misin
Kendiligünden sâf olan ‘âriflerün kalbin alan
Zât-ı nûruh bağışlayan kim idügin bilir misin
Yerde yüzün yol eyleyen yokluğı kabul eyleyen
İbrâhimi kul eyleyen kim idügin bilir misin
Evet, konuşan kim?
O yüzden söyleyene değil söyletene bakmak lazım, deriz.
Şiir irfanı besliyor… Sözle irfan inşa ediliyor. Sözle, sohbetle.
Gazel, kıta ve kaside gibi kısa ve müstakil şiirlerden başka, menkıbeler, vahdetnameler, tasavvuf nameler, devriyeler, ahlâkî ve dini mesneviler, hikâyeler de var… Bunlar uzun, kaside veya mesnevi tarzında yazılmış. Bunlar meclislerde okuna okuna, irfan zenginleşmiştir.
İrfan hal işidir, irfani şiir de halin tercemanı…
Eşrefoğlu’na kulak verelim:
İy gönül bir derde düş kim anda derman gizlidür
Gel karış bir katreye kim anda ‘umman gizlidür
Terk idüp <ân nâmûsı giy feragat hırkasın
Bu feragat hırkasında sırr-ı Sultân gizlidür
Değme bir derviş fakiri hor görüp hor bakma kim
Gönlünün her kûşesinde ‘Arş-ı Rahmân gizlidür
Muhib ise cân ü dil bulur hayât-ı câvidân
Dervîşün her bir sözinde âb-ı hayvân gizlidür
Gör bu Eşrefoglı Rûmî bahr-ı ‘ışkda neyledi
Cân u başından geçüp cânında cânân gizlidür
Gözden hâle geldik… Hâl, bütün bedenin göz olmasıyla idrak ediliyor. Beden göz olacak.
Bedenin göz olması, her şeyin sahibinin farkına varmakla mümkün oluyor. Bursa’da uyanıp, Üsküdar’da “azize” dönüşen Hüdâyî’ye nazar edelim:
Ey Vâhid ü ferd ü Ahadd
Senden Sana sığınırın
Ey Kadir ü Hayy ü ebed
Senden Sana sığınırın
Varlık senindir ser-te-ser
Sen halk edersin hayr ü şer
Yok gayrıdan nef ü zarar
Senden Sana sığınırın
Bu fark ediş neyle olacak? Aşkla… Gene Bursa’ya gidelim ve Mısrî’yi dinleyelim:
Ey gönül gel gayrıdan geç aşka eyle iktidâ
Zümre-i ehl-i hakîkat anı kılmış muktedâ
Cümle mevcudat u malûmata aşk akdem dürür
Zira aşkun evveline bulmadılar ibtidâ
Hem dahi cümle fena buldukta aşk bâkî kalur
Bu sebebden didiler kim aşka yokdur intiha
Dilerem senden Hudâya eyle tevfîkun refik
Bir nefes gönlüm senün aşkundan itmegil cüdâ
Mâsivâ-yı aşkunun sevdâsını gönlümden al
Aşkunı eyle iki âlemde bana âşinâ
Aşk ile tamuda olmak cennetidür âşıkun
Lîk cennetde olursa tamudur aşksuz ana
Ey Niyâzî mürşid istersen bu yolda aşka uy
Enbiyâ vü evliyaya aşk olupdur reh-nümâ
Sözü fazla uzatmaya gerek var mı? Şiir ve irfandan bahis açmak, aşktan bahis açmaktır. Aşk da bir uçsuz bucaksız ummandır. O ummanı işaret edip, sükûtu tercih edelim. Susalım. Zira en güzel şiir, sükût halinde insanın gönlüne yağar.
[1] Bkz. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara, 1993; 14-19.