Kış Notları
Aslında biz, daha gür konuşuruz sustuğumuz zaman; daha cesur oluruz yolumuzu kesen eşkiyâya karşı. Gözlerimizdeki ışıltıdan bellidir bu; içimize doğru konuşur ve koşarız kıtalar, iklimler arası. Aynı anda avucumuzun içindedir hem doğu ve batı, hem kuzey ve güney. Ya, çok eski zamanlarda Tebriz’den Bağdat’a hareket eden kervanın içindeyizdir o ân, ya da Amerika’daki Kuzey-Güney savaşında ‘zenciler’den yana savaşıyoruzdur Kuzeyliler’in safında.
Ya bir pervane gibi etrafında döndüğümüz ışığın, aslında biraz sonra içine düşüp bizi küle çevirecek ateş olduğunu bildiğimiz halde ısrarla dönmeğe devam ederiz; (ki, bu harika bir şeydir ve biz buna kısaca AŞK deriz!) ya da bir sabah korkulu bir düşten uyanınca yatağımızın içinde bir ‘hamam böceği’ olarak buluveririz kendimizi. Üf, ne iğrenç ve trajik bir durum! (Biz buna da şöyle deriz kısaca: Kafka! Hep bir şüphe, trajedi ve yalnızlık!)
İçimize doğru koşmaya devam ediyoruz; muhayyilemiz sınır tanımıyor çünkü. Açılsın kapısı içimizin, gelsin buyursun kimler gelecekse!
İşte Raskolnikov! Hani şu, Petersburg Üniversitesi’nde hukuk tahsili yaparken parasızlık yüzünden okuldan ayrılan Rodiyon Romanoviç Raskolnikov. Nasıl da tedirgin ve çaresiz! Üstelik ruhsal dengesi de bozuk. İşsiz ve parasız ve bu yüzden kaldığı ‘ tavan arasının’ kirasını ödeyememiş aylardır! Bir de Sonya’ya âşık. Ne var ki, kaldırabilecek durumda değil böyle bir hayatın yükünü, tamamen zedelenmiş onuru. Zengin olmak ve etrafındaki ihtiyaç sahibi insanlara yardım edebilmek için, tefeci yaşlı bir kadını öldürmüş. Bu arada geliştirdiği “Üstün İnsan” teorisiyle de vicdan azabından kurtulmaya çabalamış buraya gelmeden önce. Ama nafile, iç kanamaları sonucunda da itiraf etmiş suçunu. Cezasını çekmek üzere Sibirya’ya sürülmüş. Sürülsün bakalım!
Şimdi de 1940’ların İspanya’sından gelenler var. İşte bakın! Robert Jordan, Maria, Pilar ve Anselmo. Hepsi de o kadar yorgun ve bitkin ki! İnsanın yüreği sızlıyor bir an, onları böyle görünce. Ama onlar kaybetmemiş yine de umudunu.
“Çanlar Kimin İçin Çalıyor”dan bir süreliğine ayrılıp gelmişler yanımıza, faşistlere karşı savaştıkları İspanya dağlarından. Her an bir saldırı olabilir endişesi ile yürüyüp gittiler geldikleri gibi, dağların arka yüzüne.
Robert Jordan mı? Ne kadar solcu olduğu tartışılır belki ama faşistlerle savaşmaya gelmiş İspanya’ya, Partizanlar’ın safında. Çok zeki, çok çetin ve çok çekici bir Amerikalı; her zamanki gibi(!) Bir de Pilar var, sözü edilmesi gereken; tam bir İspanyol kadını. O da Partizan. Denilebilir ki, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u sürükleyen en ‘çetin’ kişi o, bizce. Evet, evet; gerçekten de o!
Ah, devam ediyoruz içimize doğru koşmaya ve konuşmaya.
Şimdi de “Fareler Ve İnsanlar”dan kopup gelen dostlarımız var: George ve Lennie. İkisi de ‘aşağı katın’ insanı. Ayakta kalabilmek/durabilmek için çok çabalamak zorundalar. George kısa boylu, hareketli ve esmer; keskin hatlı bir yüzü var, bakışları ise alabildiğine huzursuz. Lennie ise iri yarı, tam bir çam yarması; tıpkı bir ayıya benziyor. Akıl yönünden fukara biri üstelik. Bu yüzden George, kurtarıyor onu, bu hayatın ‘çekilmezliğinden’ yolun sonunda; öldürüyor yani.
Biraz ileriden, Umberto Eco geçiyor “Gülün Adı”ndaki kahramanlarıyla birlikte.
Eco konuşuyor durmadan; William kaşlarını çatmış, Adso’nun başı önünde, konuşulanları dinliyorlar dikkâtle. Belli ki, yapmaları gereken çok şey var. Sürekli birileri öldürülüyor çünkü. Eco, katili ya da katilleri bir an önce bulmalarını istiyor onlardan. Şayet başaramayacaklarsa, onları geri çekip yeni kahramanlar ileri süreceğini söylüyor. Zaman zaman sesini yükselterek, tehditvâri söylüyor bütün bunları. İşte o an, William’ın neden kaşlarını çatmış olduğunu, Adso’nun ise niçin bir suçlu gibi başını öne eğdiğini anlamış oluyoruz böylece.
Birden tozu dumana katarak bir araba (kupa arabası!) geçiyor önümüzden. 1800’lerin ortalarından geliyor sanıyorum. Kan ter içinde kalmış atlar! Yer yer dökülmüş mavi ve kırmızı renkleri arabanın. Ellerimizi gayri ihtiyarî gözlerimize doğru kaldırıyoruz toz duman içindeki arabayı ve taşıdığı yolcularını daha iyi görebilmek için. A! Aaa!… Evet, o! Flaubert. Yanında da o meşhur kadın, Madam Bovary ve “Gönül Ki Yetişmekte”nin Frédérici var. Kim bilir nereye, ne halt etmeye gidiyorlar? Gitsinler bakalım…
Ama Vasconcelos’la el ele tutuşmuş olarak Zezé’nin gelişleri tam anlamıyla muhteşemdi. Arkalarında iyi yürekli abla Gloria ve küçük sevgili kardeş Luis, daha gerilerde ise, Portekizli dost insan Manuel. Baktım, herkes ağlıyor ve alkışlıyor onları coşkuyla.
Zezé, ey Zezé! Sevgili dostum benim. Seni ne çok anlatmak isterdim uzun uzun inan! Ama ne söz yeter buna, ne de zaman!…