Söz Varlığı Ses Irmağında Akar

-Konuşma dilin yatağı olur-

Konuşma sözün, sadece duygu ve düşüncelerimizi karşımızdakine aktarma işleviyle sınırlanamayacak mucizevî bir varoluş boyutudur. Konuşmak bütün bir varlığımızı, hayatı paylaşmayı içerir. Paylaşımı başkasıyla sınırlayarak anlamak pek doğru olmaz. Biz çoğu kez kendi kendimizle de konuşuruz. Konuşmak bu yönüyle düşünmek, hayal etmek, varlığın bilincinde olmak demektir. Bilinçli olduğumuz, anladığımız, kavramaya çalıştığımız her durumda bir bakıma kendi ben’imizle/ benliğimizle konuşuruz.
Konuşmak varoluşun ve anlamın gerçekleşmesinde mucizevî bir imkândır. Ancak o imkân sınırsız değildir. Sınırlı oluş, anlama ve iletişim aracı olarak genel olarak dilin kendisiyle ilgilidir. Sonsuz ve yüzde yüz tamlıkta anlamak ve iletişim kurmak, yani zihnimizde oluşanı bütünüyle dile getirmek mümkün değildir. Zihnimizde zaten yeterince dilsel karşılığını bulamayan anlamı başka dimağlara aktarmaya çalışırken başka kırılmalar, daralmalar (belki de genişlemeler) oluşur. Bizim kendimize özgü imaj, çağrışım, hatıra veya içerikle söylediğimiz ifadeler, başka dimağlarda aynı karşılığı bulamayabilir. Anlam örtüşmeleri birlikte yaşanan hayatların birlikte varoluş kod ve koşulları ne kadar çok ise o kadar fazlalaşır. Ancak olabildiğince fazla örtüşmelerle anlaşarak yaşanan hayatlar, olabildiğince nesnel ve gündelik hayatlardır. Kendi amacı ve işleyişiyle yetinen bu hayat yüksek bilgi, düşünce ve estetik değerler üretmede yetersiz kalabilir. Sathilikten sıyrılarak üst katlara doğru yücelişe geçen düşüncenin, reel hayat ve varlık akışı içinde ortak paydası azalacağından, anlaşma gittikçe zorlaşır. Düşünceyi dile getirme işlemi esasen öznel nitelik kazanan soyut bilgi ve ideleri somut dil imkânları ile izah etme çabasından başkası değildir. Bu kolay bir iş değildir. Duygu ve düşünce yoğunluklu bir dilin kendini izah ve ifadede karşılaşıp aşmak durumunda olduğu en büyük zorluk buradadır. Anlatmak istediğiniz çok, anlatım malzemeniz azdır. Çoğu aza yükleyerek anlamanın ve anlatmanın kolay olmadığı ortadadır. Her şeye rağmen bütün çabamız olabildiğince fireleri ve anlam kayıplarını azaltarak var olmak ve iletişim kurmaktır. En mükemmel anlama ve iletişim aracı olarak dilin ve konuşmanın bu tarz mahsurları hep vardır.
Ben farklı konularda okumanın zihni dinlendirmesi yanında düşüncenin farklı perspektiflere doğru genişlemesini sağlayacağını yaşayarak biliyorum. Bu okumalarımda hiç beklemediğim bir yerde kimi ifadeler farklı bir duyarlıkla karşıma çıkıverir. Geçenlerde Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun ‘Küresel Bunalım’ adlı eserini okuyordum ki, daha önsözünde konumuzla ilgili son derece özet ve kuşatıcı ifadesi beni heyecanlandırdı. “Konuşma, öznenin şahsi ve özgür serüvenini bir muhataba ulaştırmak gayesiyle, dil araçları kullanılarak aktarılmasıdır. Bu aktarımda imgeler kelimelere dönüşürken, seyyal fikirler dil kalıpları içinde ifade biçimi kazanırlar. Düşüncenin gücü, kapsamı ve çeşitliliği bu kalıplar içinde sınırlanarak muhatabın dünyasına aktarılmaya çalışılır. Her türlü dönüştürme ve aktarma faaliyetinde olduğu gibi düşünceden konuşmaya geçişte de bir tür kırılma ve güç kaybı söz konusu olur.”(1) Başbakanımızın onur duyarak okuduğum bu düzeyde entelektüel ayrımların farkında oluşunu, sadece dışişleri bürokrasisinde ifade inceliklerine önem veren titiz alışkanlığı dışında onun entelektüel ve akademik kimliğiyle bağlantılı olduğunu bilmek ayrı bir sevinç. (Böyle bir Başbakanımız olduğu için onur duyuyorum.) Konuşmanın yarar ve mahsurları çok iyi özetlenmiş. Bir anlama ve anlaşma aracı olarak konuşmaya dair sorunlar da tam burada başlıyor. Doğası gereği dilin mahiyeti, zihni durumu yansıtmadaki yeterlilik veya yetersizlik, konuşanın ve dinleyenin birikim, duyarlık ve anlama kapasitesi gibi bir yığın etken iletişimin sınırlarını genişletiyor veya daraltıyor.
Son dönemin filozofik derinliğe sahip düşünürlerinden Chomsky,  “Kişinin yalnızca ne söylediği değil, ne anlatmak istediğini anlama sorunu da vardır.”(2) diyerek konuşmanın dil ve zihin bağlantısında oluşan sıkıntıya işaret eder. Dikkat edilirse Chomsky sözü isteğimize uygun aktarma sorununa değil, isteğimizi söze getirme sıkıntısına işaret etmektedir. Yani iletişimi biz önce kendi zihnimizde tam anlamıyla kuramıyoruz. Bazen insan ne dediğinin farkında olamaz. Bunu dil ve zihin arasındaki bağlantı kopukluğu veya zayıflığıyla açıklamak yeterli değildir. Çoğu zaman düşündüğümüzü taşıyacak kelime bulamayız. O sebeple de çoğumuz kelimelerin taşıyacağı kadar düşünmek durumunda kalırız. Kim bilir belki de ciddi manada düşünür veya edebiyatçı olmak, kelimeleri daha ileri, daha üst bir anlam alanına doğru zorlamaktır. Chomsky’ye göre insanın ne anlatmak istediğini anlama sorunu vardır. Önce bir şey anlıyorum, anlamaya çalışıyor, anladığımı sanıyorum. Diyelim ki zihnimize doğan anlam evrenini kavradık. O evreni hissediyor, duyuyoruz. Ama onun nasıl bir şey olduğunu tam tamına biz de kavrayamıyor ve elbette anlatamıyoruz. Anlamamız bile anlatmamız için yeterli olmayabilir, çoğu zaman olmaz da. Entelektüel düzeyde anlatma sorununun temelinde bu sıkıntı, bu aşılamazlık vardır. Bu aşamada yeni kavramlar geliştirmek, yeni tanımlamalar yapmak ve giderek o kavramlar, tanımlamalar üzerinden yeni bir dil kurmak bir çıkış ve çözüme imkân verebilir. Öyle de olur. Dil içinde yeni bir dil, dil içinde başka bir dil. Ve siz o dille konuşursunuz ama ilgilisi dışındakiler konuya yabancı kalırlar. Dilin bir de böyle ara katları vardır. Konuşmanın verimli olması, hayatı dilin hangi katında veya ara katında yaşadığımıza bağlıdır. Ait olmadığınız bir katın dilini anlayamazsınız.
Her bir kat dilin giyindiği yeni anlamlar veya yüklendiği yeni yüklerle anlaşılabilir. Bugün hiçbir dilin yalın ve çıplak hali mevcut değildir. Her bir kelime asırlar boyu geçtiği dönemlerde kazandığı veya terk ettiği anlamlarla günümüze ulaşmıştır. Ayrıca yukarıda anlattığımız sebeplerle yine her yazar veya konuşmacı, kendisinde olan karşılıklarıyla konuşur ya da yazar. “Dil, sanat üretiminde kullanılan tüm malzemeler içinde en kirli, en bulaşık, en tüketilmiş malzemedir.”(3)der Sontag. Bu ifadeler bizde hakikat adına kimi telaşlı bir tereddüt uyandırmaz değildir. Ama kaygılı bir telaşla Oktay Rifat’ınki gibi absürt bir yola yeltenmemeli. 1956’da şöyle yazar: “Dil bir düşünme, bir anlaşma aracıdır. Bir aracın iyiliği, kötülüğü, onun araç olarak işe yarama derecesiyle ölçülür. Bu yüzden düşünmeye, anlamaya engel bütün kelimeleri ayıklayıp yerlerine anlaşılır, yeni kelimeler bulmak zorundayız.”(4) Bu ifadelerin dili yenileme ve geliştirme adına akıl almaz soytarılıkların yapıldığı o yıllarda yazılmış olması önemlidir. Hayatın ve varlığın fıtri işleyişi içinde imkânsız olmakla birlikte bu tıynette olan kişilerin, istedikleri kelimeleri, kendileri için kullanma veya yasaklama hakları vardır. Başkalarının dilini bağlama hakları yoktur. Sen ne zaman düşündün de hangi kelime sana engel oldu? Demek sen düşünüyorsun da mevcut kelimeler buna engel oluyor öyle mi? Bari düşüncesizliğin suçunu yine dil imkânlarını kullanarak dile yükleme tezviratı içinde olunmasa.
Dilin en önemli işlevi olan anlam akışını sağlamada konuşmanın yazmadan daha sağlıklı bir araç olduğu söylenmiştir. Yazı, sonsuz seçenekleriyle işaret dizgesi ve kalıplara dökmesi sebebiyle söze kalıcı bir nitelik kazandırırken, konuşmayla daha canlı kalan kültür ve hayat boyutunu zayıflatır. Özellikle bir yeni akımın temel dayanağını savunmak babından uçta bir örnek olarak Tristan Tzara’nın suçlamaya varan kimi karşı çıkışlarını, dilin tümüne değil, yalnızca yazılı söze yönelik eleştiriler olarak değerlendirmelidir. Nitekim Tristan Tzara, “yeni bir sözlü efsaneler çağı başlatmak üzere tüm kitapların ve kütüphanelerin yakılmasını istemiştir. McLuhan da, herkesin bildiği gibi ‘görsel uzam’da var olan yazılı dille ‘işitsel uzam’da var olan sözlü konuşma arasında çok keskin bir ayrım gözeterek, duyarlığın temelini oluşturan sözlü konuşmanın ruhsal ve ekinsel üstünlüğünü över.”(5) Bütün bu eleştirel yaklaşımları haklı çıkaracak temel sebep, sözün özgül ve özgün anlamından uzaklaşmasından duyulan rahatsızlıkla ilgili olmalıdır. Yine bu tür yönelişlerin kültürel şuuraltında sözü üzerini kaplamış yığıntılardan -Sontag’ın ifadesiyle bulaşık ve kirlerinden- arındırarak kendi gerçek anlamlarına kavuşturma arzusu var olmalıdır. İslâmoğlu etkili bir yol ve yöntem olarak sözü kendi hakikatiyle buluşturmanın yolunun vahye dönmekle mümkün olacağını söyler. “Gitgide ilkesizleşen, gücün ve güçlünün zorbalıkla sözünü dinlettiği bir dünyada, sözün gücünü önemseyip onu tekrar güçlü kılmanın yolu, vahiyle inşa olmaktan geçer.”(6) der. Bu teklif bir anlamda kavli kelâmla buluşturmak olarak da anlaşılabilir. Sokrates’ten, Konfüçyüs’e, bütün peygamberlere kadar gördüğümüz hakikate dönme veya döndürme çabasında bu faaliyetin yeri apayrıdır. “Stoacı dil teorisi, ‘iç logos’ (düşünme) ve ‘dış logos’ (konuşma) ayrımı yaptı.”(7) Yani düşünmeyle konuşmanın veya dilin örtüşmezliği antik dönemlerden bu yana bir sorun olarak hep var oldu.
Kavli kelama yaklaştırmaktan söz ettik. Sorun belki de buradan yani bizim dünyada kullandığımız ve kavl olarak ifade ettiğimiz dil ile bir anlamda tanrısal dil olan kelâm arasındaki örtüşmez ilişkiden kaynaklanıyor. Kelâm yani söz bütün kavilleri ve dilleri kapsıyor, kuşatıyor. “Her kelâm kavl’dır ama her kavl kelâm değildir.”(8) Bu ayrımı Kur’an’da da görüyoruz. Mücadele 8. Ayette olduğu gibi; “Cenab-ı Hak, onların (iç dünyalarıyla ilgili) inançlarında bulunan şeyi KAVL (yegûlûne) tabiriyle açıklamaktadır.” Konunun anlaşılması hatırına söz diye ifade ettiğimiz kavil ile doğru yanlış, olumlu olumsuz her şeyi konuşuruz. Lügat’ın bir anlamı da budur. Kelâm ise yalnızca iyiliktir, haktır, hikmettir. “Bazılarına göre söz, hayır olan sözdür; Kîlu Kal ise şer olan sözdür.”(9) “Modern Arapça’da ‘dil’ karşılığında ‘lügat’ kelimesini kullanmayı yeğlemek, oldukça ilginç değil mi? Kur’an-ı Kerim’de bu kelime, bu anlamda hiç kullanılmaz. ‘Lisan’ kelimesi kullanılır. Kur’an’da alçaltıcı anlamda kullanılan ‘lügat’ kelimesi ‘LGV’ kökünden kaynaklanmaktadır. Mesela şu ayete dikkat edelim: “Orada boş ve günaha sokucu bir söz (lağven) duymazlar. Sadece Selâm’a karşılık Selâm sözü işitilir.(65:25)” (10) Sanki bu ayette dünyadaki ve dünyalık konuşmalarımızın boş ve günaha sokucu sözler gibi telmih edilme durumu vardır. Thomas Carlyle, sözün burada varlığını sürdürmesi için dünyanın rengine girmesi gerektiğini üzülerek söyledikten sonra insanın ruhunu acıtarak titreten bir tespit yapar: “İnsan soysuzlaştıkça, göklü olan birçok şey gibi, dil de aşınır, kararıp körelir ve kirlenir.”(11)
Carlyle, bu ifadelerden hemen sonra “Artık herkes konuşmaktadır ve söz ayağa düşmüştür.” diyerek söz ve hakikat adına hayıflanmasını dile getirir. (s.182) Biz insanlar sözü israf ettik; telef ve ziyan ettik. Kelâm’a sırtımızı döndük. Kali daha da vahimi kıl-ü kal’i hayatın merkezine yerleştirdik. Boş sözlerle doldurduğumuz hayat, amaçsız boşluğunda kendi ayarında kelimeler üretti. Ya da Kelâm-ı İlahî’den gelen kelimelerin anlamlarını keyfimizce, sorumsuzca değiştirdik. Bu hakikatin yerini, karşılığını değiştirmek demekti. E n büyük zulüm bu olmalıdır. Niçin? Çünkü hakikatin yerini değiştiriyorsunuz.  Hakikatin temeli, yatağı, ölçüsü, fonu, formu, düzeni, zemini, bağlamı, sesi, müziği, iklimi, alaşımı, ağırlığı bozulursa hiçbir şey kendi yerinde kalmaz, kalamaz. Çünkü doğru, yanlış bir zeminde yüksel(e)mez. Çürük zeminde, çürük malzemelerle sağlam yapı kuramazsınız. Çirkinlikleri öne çıkararak güzelliğe, kötülüklere müsamaha ederek, iyiliklere hizmet edemezsiniz. Ancak ne çare ki, kelimeler yerlerinden edildi, yerlerinden sürüldü ve anlamsal bozulma başladı. Kopma, çürüme, savrulma, dağılma, manasızlık, samimiyetsizlik başladı. Çünkü hakikat ve anlam hem hayatın hem varlığın temel kodudur. Kelimeler bozulunca anlam, anlam bozulunca düşünce, düşünce bozulunca adalet, adalet bozulunca ölçü, ölçü bozulunca hayat, hayat bozulunca varlık, varlık bozulunca anlam yani her şey bir bozuk döngü içinde birbirinin bozuluşunu hazırladı, hızlandırdı. Konfüçyus ne diyordu? “Bir memleketi yönetmeye kalkışsam yapacağım ilk iş hiç şüphesiz dili gözden geçirmek olurdu” Biz bu sözü yapılacak ilk işin yerlerinden edilmiş kelimeleri kendi asli anlamlarına kavuşturmak olarak anlayabiliriz.
Kelimeleri yerli yerinde kullanmak, düşünmektir. Düşünmeyi bu cümle ile tanımlarsanız yanlış yapmış olmazsınız. Doğal olarak hakikatin anlamına yaklaşmak, kelimeleri kendi yerlerine yerleştirmeyi zorunlu kılıyorsa, onların kabul görmüş yanlış anlamlarını sorguluyor olacağız. Bu da bir anlamda kelimeleri yerlerinden oynatmak demek olacaktır.
Konuşma dil ırmağının aktığı ana yataktır. Dil konuşulduğu ölçüde genişler, derinleşir. Yazı da dilin aktığı yataktır ama son tahlilde dil asıl konuşmaya dayanır. Bu alanda çalışma yapan çoğu bilim adamı, yazıyı hep dilden yola çıkarak düşünürler ve dil için sözlü kullanımı esas alırlar. Yazı sadece dili izler.(12) Brenstein öncelikle dil (Language) ve konuşma (speech)yı birbirinden ayırır. O’na göre “Dil, konuşma kod ya da formlarının (speech code) kendisine boyun eğdiği bir kurallar takımıdır; oysa konuşma kodları belirli bağlamlar içinde yer alan kültürün bir fonksiyonu olarak ortaya çıkar.”(13) Antik dönemle bağlantısıyla birlikte Yuhanna’dan kaynaklı olarak Ortaçağ Avrupasında ilahî kelâm anlamına dönüşen ‘Logos’tan yeri geldikçe söz ettik. Antik dönemde ‘Logon’, ‘konuşma’ anlamıyla kullanılmış bir kelimedir ayrıca.(14)
Sanat Felsefesinden dil tartışmalarına kadar birçok alanda çok önemli düşünceler sahibi Croce, her konuşmanın mantıksal düşünme olamayacağını fakat mantıksal düşünmenin, daima aynı zamanda konuşmak olduğunu ifade eder.(15) Konunun en yetkin isimlerinden Porzıg, ince, önemli bir nüansa dikkat çekerek Almancada dil anlamında kullanılan Sprache’in konuşmak anlamına gelen sprechen fiilinden türetildiğini belirtir.(16) Bütün bunlar, dilin konuşma olduğunu, konuşmaya dayandığını, konuşmayla var olduğunu ve yaşadığını anlatmasıyla paralel olarak konuşma ile düşünce arasındaki ayrışmaz ilişkiyi ortaya kor. “Platon için (gerçekte çağdaş birçok filozoflar için de) felsefe temelde bir konuşmadır.”(17) Felsefe, retoriği, kendisi için en uygun araç ve yöntem olduğu için seçmiş olmalıdır.
Saussere, bir dilin var olabilmesi için konuşan bir topluluğun bulunması gerektiğini söyler. “Hiçbir zaman dilin toplumsal olgu dışında varlığı yoktur; görünüşe aldanmamak gerekir.”(18) Saussure’un aldanmammaızı istediği görünüş yazıdır. Ona göre yazı dilin asıl ve ana unsuru değildir. “İlkel koşullarda bile, ne denli küçük olursa olsun her topluluğun kendi dili ya da lehçesi vardır.”(19)
Konuşma, dille hayat, dille varlık arasındaki ilişkiyi sürekli canlı tutar, yeniler. “Yazı dili, dil değişmelerini frenlediği, yavaşlattığı hâlde konuşma dili bu değişmeleri çok daha hızlı yapmaktadır.”(20) Yenileniş, hayatın, varlığın doğasında vardır. Yenilenmeyen hayat, varlığı çürütür. Aynı şekilde yenilenmeyen varlık da hayatı öldürür. Orada hayattan ve varlıktan yana yani hakikatten yana bir anlam kalmaz. Konuşmanın hayatla, varlıkla, anlamla böyle yakın, içkin bağlantıları, irtibatları vardır. Hayatı dille, daha çok konuşma diliyle yaşarız. “Alfabe öncesi topluluklardaki duygusal ve sosyal yönelimin baskın organı kulaktı; ‘duymak inanmaktı.’ Kulağın sihirli dünyası, fonetik alfabe tarafından tahtını gözün tarafsız dünyasına devretmeye zorlandı. İnsana her kulağı için bir de göz verilmiştir.”(21) diyen McLuhan, başka bir eserinde, seslerin dinamizmine dikkat çeker.(22) Sesin dinamizmini öne çıkarmak, konuşmanın en hayati boyutunu fark etmektir. Yazı ve konuşma arasındaki dil farkı sadece şekilden ibaret değildir. Yazı kategorisinde algılanan ve anlaşılan dil, hayatı, varlığı, anlamı ve anlaşmayı saran bu coşkun, esnek, kuşatıcı, doldurucu boyuttan yoksundur. Bir resim olarak yazının çağrıştırdığı veya anıştırdığı asla konuşmanın ilettiği veya paylaştığı ile bir tutulamaz. Konuşmada dilin rengi, tonu, ritmi, sıcaklığı, soğukluğu, ruhu vardır. Sadece konuşma değil, bir yazılı metin de bütün bu hayat dolu unsurları içerdiği ölçüde başarılıdır. Bir dil aracılığı ile ortaya konan edebiyat, o dilin ruhunu yansıttığı ölçüde başarılıdır. Dille sadece iletişim kurmayız; onunla sanat, edebiyat, düşünce üretiriz. Dilin hakkıyla kullanımı kendiliğinden bir sanat edebiyat üretme faaliyetidir.
Dillerin özellikleri, onları konuşan toplumların yaşam biçimlerinden, coğrafyasından da kaynaklanmaktadır. Konuşma dili, o dil coğrafyasının coğrafi ve kültürel özelliklerini taşır. “Her dilde bir kültürün, düşünüş biçiminin, doğayı okuma özelliklerinin bulunduğu unutulmamalıdır.”(23) Bir dili bilmek beraberinde o coğrafyanın duyuş, düşünüş, genel anlamda hayat ve dünya görüşünü bilmekle doğrudan ilgilidir.  ‘Dil ve Zihin’ adlı kitabında, söylenen sözü yalnızca ses ve anlam özelliklerini belirleyen dil ilkeleriyle anlamanın doğru olmayacağını söyleyen Chomsky, konuşan kimse ve durumla ilgili dil dışı inançların da konuşmanın üretilme, ayırt edilme ve anlaşılma yollarının belirlenmesinde temel bir rol oynamamakta”(24) olduğunu belirtir. Hatta  Chomsky’nin ‘dil dışı inançlar’ diye ifade ettiği bütün soyut olgu ve fenomenleri de dilin kapsayıcı evreni içinde değerlendirmek yanlış olmaz. Dille hayat arasında firesiz bir örtüşmenin olduğu, dilde karşılığını bulan hiçbir şeyin gereksiz ve tesadüfî olmadığı açıktır. “İlkel dediğimiz kültürlerin çoğu, dili aşırı tutumlu bir şekilde kullanır; her an ve yerli yersiz konuşmazlar. Yalnızca zorunlu durumlarda konuşurlar ve bunun dışında kolay kolay sözcük sarf ettikleri görülmez.”(25) Varoluşumuz yaşadığımız hayat içinde, hayatımız varlığımızla birlikte genişler, zenginleşirken bir yandan da dilimiz gelişir ve zenginleşir. Hayat dildir, dil de hayattır. Bu nokta Humbolt ve Herder’de olduğu gibi dil-kültür bağlantısı bakımından çok önemlidir.
Hayatı konuşarak yaşarız ve dili önce konuşarak öğreniriz. “Yazıyı öğrenmeden önce konuşmayı öğrenmeyi unuturuz.”(26) Dille var oluruz. Dili de varlığımız ve hayatımızla yaşarız. Her biri diğerini besler. Birinin aksaması, tökezlemesi diğerinin de aksaması, tökezlemesi demek olur. O nedenle tüm kültürlerini yazıya aktarmış olsalar da hayatın ruhundan, akışından geri kalan toplumlar yaşayamamış, onlarla beraber dilleri de ölmüştür. Buna mukabil hiçbir yazılı ürün veya kültürleri olmamakla birlikte sadece konuşarak dillerini var eden toplumlar, binyıllar boyu varlıklarını sürdürebilmişlerdir. “Altı ya da yedi bin yıldan daha eski tarihi olan hiçbir yazı dizgesi bilmiyoruz. Öte yandan konuşma yeteneği olmadan yaşayan ya da yaşamış olan bir insan topluluğu yoktur.”(27) “Bugün dünyada sözlü dili olmayan hemen hemen hiçbir topluluk bulunmadığı halde, yazıları bulunmayan iki bine yakın topluluk vardır.”(28) Antik Yunan gibi, Ortaçağ Avrupasının da özünde konuşmaya, söylemeye ve dinlemeye dayalı bir kültür olduğu bilinmektedir. Eskiden “Vaizlik enformasyonu yaymada önemli bir araçtı. Bugün Ortaçağ Edebiyatı dediğimiz edebiyat, konunun önde gelen araştırmacılarından Cambridge Üniversitesi Öğretim Üyesi H. J. Chaytor’ın sözcükleriyle söylersek ‘Okuyan değil, dinleyen’ bir toplum için üretilmişti.”(29) Bugün yazıyı bilmeyen birçok Afrika kabilelerinin konuşarak yaşadıklarını biliyoruz. Konuşuyor, anlaşıyor, hayatlarını idame ettiriyor olduklarına göre o kabilelerin dilleri vardır. Demek ki, yazı dilin asıl öğesi değildir. Mesela Asyalı göçebelerde yazı gelişmediği için yazılı kaynak yoktur.(30) “Geleneksel dilbilgisi uzmanları, konuşma dilinin ölçünlü yazı dilinden daha düşük değerde, bir anlamda ona bağımlı olduğunu düşünme eğilimindedirler. Bu görüşe bilinçle karşı çıkarak çağdaş dilbilimci, konuşma dilinin asıl olduğunu, yazının temelde, konuşmayı bir başka ortamda simgelemenin bir aracı olmaktan ötede bir şey olmadığını öne sürer.(31) Oysa dilbilim ağız, lehçe ve şive farklarını da gözeterek, o dilin konuşma ve ses düzenini anlamaya çalışacağından konuşmayı esas alır. Martinet, dilbilimcinin, ilkece, yazı olgularından kendisini soyutlaması lazım geldiğini söyler.(32) “Demek ki, dilin yazıdan bağımsız ve ondan çok daha durağan sözlü bir geleneği var. Ama yazılı biçimin saygınlığı bu gerçeği görmemizi önler. Hümanistler gibi ilk dilbilimciler de bu konuda yanılmışlardır.”(33) Saussure’ün durağan nitelemesiyle ifade etmek istediği hakikat, dilin konuşma yatağından akarak kalıcı, daha doğrusu sürekli olacağıdır. Hayat ve varlık içindeki canlılığı ile devinim ve dinamizm kazanan bir süreklilik. Yine buradan çıkarılacak diğer sonuç, çoklarının kabul ve iddialarının tersine sadece yazının dili kalıcı kılmaya yetmediğidir. Burada bir yanlış anlamaya meydan vermemek veya zihni bir düzelti yapmak için dili sadece onu sözlük anlamlarıyla anıştıran veya çağrıştıran işaretler dizgesi olarak düşünmemek gerekir. Yazı da ses de bir işaretler dizgesi ve düzenidir. Dilin söz varlığı ses ırmağında şiir gibi müzik gibi akarken kurulan temas, sizi bambaşka bir evrene götürür. Dilin tüm anlam çeşitliliğiyle hayatı, varlığı kuşatan ruhunu, estetiğini sadece yazıyla kalıcı kılamazsınız. Buna imkân da yoktur. Dilin kalıcı olması Saussure’ün ifadesiyle durağanlığı onun tüm sırları, incelik, espri ve estetiğiyle yaşayan canlı algılar kaynağı olarak hayatı beslemesi ve dönüp hayattan beslenmesiyle mümkündür. O nedenle en korunmuş, en anlaşılmış yazı bile, o dilin hayat ve anlam evrenini tam olarak ne yansıtabilir, ne aksettirebilir.
Bilim insanları, yazılı kültürün 12. Ve 13. Yüzyılda doğduğunu söylemekteler.(34) “Yazı keşfedilene dek, insanlar işitsel bir dünyada yaşadılar” diyen McLuhan’ın sonraki betimsel açıklamasına katılmak mümkün değil. Düşünür görüşleriyle çelişircesine işitsel dünyayı “Sınırsız, kontrolsüz, ufuksuz, zihnin karanlığında, ilkel sezgiler ve dehşet” dünyası olarak niteler. “Söz bu batağın sosyal bir göstergesi” der.(35) Bu küçük görücü sayılacak eleştirel ifadeler, modernizmin  ‘geleneği kötüleme’ huyundan, payına düştüğü oranda düşünüre bulaşmış etkiler olmalıdır. Konuya etkilerden sıyrılarak bakmak sadece mümkün değil, ayrıca doğru olanıdır. Buna rağmen ifadeler, içinde gizlenemez bir hakikati barındırıyor. McLuhan’ı bu yanılgıya hangi zihni işleyiş veya bilgi götürdü bilemem, ancak bir sınırsızlıktan, kontrolsüz diye ifade ettiği denetimsizlik veya sansürsüzlükten bizzat kendisi bahsediyor. Denetimsizlik farklı duyarlık ve açılardan değerlendirilebilir. Hayatın ve varlığın kendi içinde denetiminin olduğu bir gerçektir. Ancak bu gerçek, kimsenin neyi, nasıl duyup düşüneceğini belirlemeye varan, değilse şiddete yönelen otoriter bir baskıya dönüşmez. Varlığın işleyişinde denetimsizlik gibi gözüken, esasen hakikatin dayandığı özgürlük ilkesidir. Kendinden emin olan hakikat ve varlık evreninde özgürlükler baskı altına alınmaz. Düşünür de bir anlamda insan zihninin alabildiğine özgür açılım ve düşünüşünden bahsediyor zaten. Hayatın kültürel mahiyetinin belirlenmesinde yazının araç olarak kullanıldığı sınırlara takılmayan bu zihin, hiç olmazsa usul olarak nasıl karanlık içinde veya karanlık olarak tanımlanabilir? Bu özgür açılım ve işleyişin kime ne zararı olabilir? Bu tarz yaşamak insanı daha anlamlı ve özgür kılmaz mı? İnsan sonsuz ufuklara açılarak aramalı değil mi? Bizce kültürel şuuraltında barındırdığı ideolojik sıkıntıların da etkisiyle yeter tamlık ve esprisiyle anlaşılamadığı için küçümsenen davranış, tam da felsefe yapmaya uygun olduğu için, antik dönem filozofları, yazmayı değil konuşmayı yani retoriği esas almışlardır. Geçmişin retoriğe dayalı zengin birikimini tekrar canlandırarak hayata katmanın yollarını aramanın insana en yakışan usul ve model olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, tüm yazılı eserlerin ana kaynağı konuşmadır. Her yazılan şey önce kendi içimizde tekrar edilendir. “Bir metni okumak’, metni sese dönüştürmektir. Yazı hiçbir zaman sözlü nitelikten bağını koparamaz. Sözlü anlatım yazısız da var olur, nitekim her sözlü dil yazılı değildir, ancak yazı, sözlü anlatım olmaksızın hiçbir zaman var olamaz.”(36) (Neredeyse 18. Yüzyıla kadar yüksek sesle ve birlikte okunmayan metinler okunmuş sayılmazdı.Görsel kuşatılmışlığa rağmen bir geleneğe dönüşmüş bu okuma usulünün Anadolu ve İslâm coğrafyasında hâlâ sürdürülüyor olması sevindirici tesellimizdir.) Söz, hayat ve anlam arasındaki ilişkilerin incelikli anlamlarını isabetle tespit eden bu ifadelerin yazarı kelimelerin temelinin sözlü iletişime dayandığını söyleyerek devam eder: “Buna karşılık yazı tüm şiddetiyle görsel olanın elindedir. Günümüz yazılı toplumlarında ise kulağa karşı göz kazanmıştır. Okuryazarların dile hâkimiyetleri dilin görsel dönüşümleriyle iç içedir.”(37) Parıltı, başka bir yerde McLuhan’a dayanarak; “Yazının, sözün uzantısı değil, başka bir kültürel yapılanma doğuran bir araç” olduğu görüşünü kabul eder.(38) Önemli dilbilimcilerden Lyons,“Hiçbir yazı dizgesi konuşma sözcesinde bulunan önemli ses yüksekliği ve vurgu değişimlerini simgeleyemez.” dedikten hemen sonra yazar okur ilişkisi ile ‘konuşma’ arasında bir mukayese yaparak konuya farklı bir derinlik katar. “Yazılı dilin kullanıldığı tipik durumlarda, yazarla okurun doğrudan, yüz yüze ilişkisi yoktur; bu nedenle konuşmaya eşlik eden devinimler, yüz anlatımları sözel olarak iletilmek durumundadırlar. Konuşma ile yazma arasında kaçınılmaz olarak bu tür ayrımların bulunması, yazı dilinin, konuşma dilinin yalnızca yeni bir ortama aktarılması olarak düşünülmeyeceği anlamına gelir.”(39)
Yazı ve konuşma farkları hem toplumların karakterlerini, yaşama biçimlerini etkiliyor, hem de tersten değerlendirmeyle yaşama biçimleri toplumların hayatında konuşmanın mı yazmanın mı ağırlıklı olacağını belirliyor. Hatta insanların ilgi, dikkat, hassasiyet, düşünme biçimi, hafıza kapasiteleri büyük ölçüde buna göre oluşuyor. Yazısız yani konuşmaya dayalı toplumların hayatında merkezi yerde duyma, işitme, hafıza oluşuyor. Yazının olmadığı hayat veya sözlü yaşayan toplum güçlü zihni yapıları, geniş, derin hafızayı zorunlu kılmaktadır. Zaten hayat tarzı bu melekelerin gelişmesine uygundur ve insanı ona mecbur eder. Bu yüzden olmalı ki, insanlık her zaman hafızayı kutsal addetmiştir.(40) Bu tarz toplumlarda algılama ve hıfzetme yeteneği gelişmiş zihin, daha hızlı çalışmak durumundadır. İnsan yaratılışımız zihnin işleme ve anlama hızının konuşma hızından çok ileride olduğunu gerekli kılar. İlmi araştırmalar bu gerçeği teyit ve tespit etmek durumunda kalmıştır. Bir insan dakikada 150 kelime konuşurken, beyin aynı süre içinde en az üç kat daha fazla anlam üretir.(41) Ancak yazı ve görselliğe ayarlı modern dünyada, modern kodlarla işleyen zihni yapının özellikle anlama, algılama ve ezberleme yönüyle ne kadar çevik ve atik olduğu tekrar araştırılmalıdır. Bu konuda payımıza düştüğü kadar zihni tembelliği hepimizi talihsiz bir kader olarak yaşıyor olduğumuz kanaatindeyim. Bu sadece kanaat değil modern yaşama biçiminin insanlara armağan ettiğialzheimer gibi hastalıklarla tüm hatırlayışlarımız unutuşun izin ve insafına terk edilmedi mi? Beyin ve hafıza çürüten bu hastalığın özellikle konuşma yatağında akan dil ve düşünce, dil ve hayat, dil ve anlam arasındaki bağlantıları kopmuş hayatla doğrudan ilgisi vardır.
Eski devirlerde hemen her yerde, her toplumda, özellikli örnek olması bakımından da “Hindistanda, bilgi, yazıya hiçbir şekilde bağlı değildi; büyük bir bellek gücü sayesinde saklanıyordu ve sözlü olarak aktarılıyordu.”(42) Seslerin müthiş özellikleri, etkileri oluyor. Vurgular, tınılar, tonlamalar bile anlam ayrımlarını belirlemede çok önemli oluyor. Anlamsal nüansların iletişimde kullanılması daha yaygın ve etkili oluyor. Ona göre bir anlayış, ona göre bir kavrayış gelişiyor. Buna mukabil yazıya dayalı, daha doğrusu yazının yoğun olarak kullanıldığı toplumlarda insanların öğrenme, bilme, bilgiye bakış, onu kullanma, anlama tarzları değişiyor. Yazıyı kullanma yoğunluğunuza göre ilginiz, dikkatiniz, hassasiyetiniz yani bir anlamda karakteriniz, yaşama biçiminiz değişiyor. Yazının yaygın kullanıldığı toplumlar görsel olana bağlı, bağımlı toplumlardır. Yazı sonuçta bir işarettir, bir simge, bir şekil, bir gösterendir. “Genel anlamda, sözcükler, görünür hale geldiklerinde, bakan kişinin görece kayıtsız dünyasına katılırlar. Sözcüğün büyülü gücünün ondan koparıldığı bir dünyadır bu.”(43)
Briggs, sözlü sistemin daha akışkan ve daha esnek, yazılı sistemin daha sabit olduğunu söyler.(44) Barthes başka müthiş bir tespit yapar. “Yazı ‘sözün içinden akar’ ve ‘katılaşmış bir dil’e dönüşür.” der.(45) Sözlü kültür işitsel bir dünyadır.  O kültür ortamında düşünce işitsel kaynakları canlı tutarak işler. Yazı bir anlamda sözün görsel kodlama ve şifrelerle kayda geçirilmesidir. Bilmeyenin anlayamayacağı şifrelerle kurulu bir bilmece veya işaretler toplamıdır. Yazıyı bilmeyen dili bilmez mi? Bu basit ve temel bir sorudur. Yazı anlamı duyum düzeyinden resim ve görsellik düzeyine indirgemiştir. O nedenle kayda geçmiş veya geçirilmiş olanın unutulmayacağı yanılgısı anlamla ilişkimizi olumsuz etkiler. Zihin, anlamı hafızada tutmak için bir çaba içine girmez. Oysa konuşmayla kurulan iletişimde durum böyle değildir. “Yazıyla kelimeler somut bir nesne görünümüne bürünür, çünkü kelimeleri görsel işaretler olarak, şifre çözücü anahtarlar olarak algılar, metin veya kitap sayfasına basılan bu işaretlere dokunabiliriz. Yazılı kelimeler artık sayılır. Sözlü gelenekteyse geriye buna benzer bir artık kalmaz, birikim oluşmaz.”(46)  Yazı, nesnel, sabit ve sayılabilir bir veridir. Yazı satırdır, harftir, puntodur, karakterdir, koyudur, açıktır. Bakılan, görülen, kenara konan, sonra tekrar gelinip bakılan, altı çizilen, çerçeve yapılan bir nesnedir. Odur, oradadır; kaçmaz göçmez. Oysa konuşma nesne değildir. Elle tutulmaz, sayılmaz. Su gibi akar, çağıldar, rüzgâr gibi eser, uçar.
___________________________
1-       Ahmet Davutoğlu, Küresel Bunalım, VI (önsözden) 9.bas. Küre yay. İst. 2006.
2-       Noum Chomsky, Dil ve Zihin, s.37, çev. Ahmet Kocaman, Ayraç yay. Ank. 2001.
3-       Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, s.55, yay. Haz. Yurdanur Salman, Müge Gürsoy, Metis yay. İst. 1991.
4-       Ferman Salmış, Konuşma Estetiği ve Diksiyon, s.46, Armoni yay. İst. 2011.
5-       Susan Sontag, age. s.68, 69,
6-       Mustafa İslâmoğlu, Sözün Gücü mü, Gücün Sözü mü?,  s.93, 3. Bas. Düşün yay, İst. 2002.
7-       Francis E. Peters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü, s.210, çev. Hakkı Hünler, Paradigma yay. İst. 2004.
8-       Necdet Çağıl, İlâhî Kelâmın Tabiatı, s.75, İnsan yay. İst. 2003.
9-       Gazali, El- Méârifu’l-Akliye –Düşünme, Konuşma ve Söz Üzerine- , s.33, ayrıca; Necdet Çağıl, age, s.72.
10-     S. Hüseyin Nasr, Felsefe, Edebiyat ve Güzel Sanatlar, s.122, çev. Hayriye Yıldız, Akabe yay. İst. 1989.
11-    Platon, Longinos, Siyaset ve Retorik, s.181(sonsöz’den) yay. Haz. Ahmet Aydoğan, İz yay, İst. 2003.
12-    Roland Barthes, Yazı Üzerine Çeşitlemeler, s.33, çev. Şule Demirkol, YKY yay. İst. 2006.
13-    Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat, s.30, Paradigma yay. İst. 1992.
14-   Remo Bodei, Güzelin Biçimleri, s.32, çev. Durdu Kundakçı, Dost Kitabevi yay. Ank. 2008.
15-    Benedetto Croce, İfade Bilimi ve Genel Lüngustik Olarak Estetik,  s.132, çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi yay. İst. 1983.
16-    Walter Porzıg, Dil Denen Mucize, s.67, çev. Vural Ülkü, Atatürk Kültür Tarih Yüksek Kurulu, TDK, Ank. 1995.
17-    Iris Murdoch, Ateş ve Güneş, s.32, 33, çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu, Ayrıntı yay. İst. 1992.
18-    Ferdinand de Saussere, Genel Dilbilim Dersleri, s.83, çev. Berke Vardar, Birey- Toplum yay. Ank. 1985.
19-    George Thomson, İnsanın Özü, s.39, çev. Celal Üster, 3. Bas. Payel yay. İst 1987.
20-    Şinasi Tekin, İnşikakçının Köşesi, s.65, Dergâh yay, İst.2014.
21-    Marshal McLuhan, Quento Fiore, Medya Mesajı Medya Masajıdır, s.44, çev. İlke Haydaroğlu, Media Cat yay. İst. 2012.
22-    Marshal McLuhan,Gutenberg Galeksisi, s.31, çev. Gül Çağalı, 2. Bas. YKY yay. İst. 2007.
23-    Mustafa İslâmoğlu, Savaş Kesmeyen Sözler, s.20, 5. Bas. Denge yay. İst. 2006.
24-    Noam Chomsky, age. s.174.
25-    Claude Lévi Strauss, Yapısal Antropoloji, s.106, çev. Adnan Kahiloğulları, İmge yay. Ank. 2012.
26-    Ferdinand de Saussure, age. s.29.
27-    John Lyons, Kuramsal Dilbilime Giriş, s.44, çev. Ahmet Kocaman, TDK yay. Ank. 1983.
28-    Özcan Başkan, Bildirişim, s.107, Altın Kitaplar yay. İst.1988.
29-    Asa Briggs, Peter Burke, Medyanın Toplumsal Tarihi, s.18, çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Erkan Uzun, Kırmızı yay. İst.2011.
30-    Osman Polat, Sanat ve Estetik Üzerine Notlar, s.34, Akdeniz yay. Antalya 2003.
31-    John Lyons, age, s.43, 44.
32-    André Martinet, İşlevsel Genel Dilbilim, s.3, çev. Berke Vardar, Birey ve Toplum yay. Ank. 1985.
33-    Ferdinand de Saussure, age. s.28.
34-    Asa Briggs, Peter Burke, age.s.19.
35-    Marshal McLuhan, Quento Fiore, age. s.48.
36-    Abidin Parıltı, Dengbejler –Sözün Yazgısı-, s.19, 20, İthaki yay. İst. 2006. Ayrıca; L. Strauss, Irk ve Tarih, s.20, çev. Işık Akel, Metis yay. İst. 1985.
37-    Abidin Parıltı, age.s.21.
38-    Abidin Parıltı, age. s.17
39-    John Lyons, age. s.45.
40-    Norman P. Barry, Modern Siyaset Teorisi, s.73, çev. Mustafa Erdoğan, Yusuf Şahin, Liberte yay. Ank. 2003.
41-    Adil Maviş, Söz Söyleme ve İnsanları Etkileme Sanatı, s.37, Hayat yay. İst. 2004.
42-     Roland Barthes, age. s.41.
43-     Marshal McLuhan, Gutenberg Galeksisi, s.32.
44-    Asa Briggs, Peter Burke, age. s.21.
45-    Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, s.27, çev. Tahsin Yücel, Metis yay. İst. 1989.
46-    bkz. 395, Abidin Parıltı, age.s.20, 21.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Malumat / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -75 / Şiraze
Sen De Tozlu Yaşasana / Kâmil Eşfak Berki
Uyanış / Nurullah Genç
İkinin Peşine Düşmek / Semra Saraç
Tümünü Göster