Çöllerden geliyorum susuz ve yorgun.
Yakan, yıkan, kasıp kavuran…
Ellerimde avuç dolusu hikâye.
Maksadım, aklı başında hikâyeler anlatmak değil aklı başında insanlara.
Deli Dumrul olmak niyetim. Geçenden yirmi, geçmeyenden kırk akçe almak, sislerle örülmüş bir köprünün üzerinde.
Köprünün altında ne kaynayan kazanlar, ne yedi başlı ejderler var ne de ateşten nehirler. Âdemoğlu, Havva kızının el emeği göz nuru takıntıları, saplantıları, korkuları, tutkuları var; dindiremediği öfkesi… Narin bir çiçeğin dibine her gün azar azar dökülen tuzlu su gibi gün be gün yakan, kavuran, kurutan; yeşil bir dal iken kuru bir çalıya çeviren. Tutunduğu her köşeye karaçam sakızı gibi, zamk gibi, zehir gibi yapışan; avuçlarından çıkarmaya çalışırken yüzüne bulaşan, ardından saçlarına, omuzlarına, ayaklarına ve dahi göğsüne. Uzaklaşmak istediğin her demde daha bir karaya bulayan seni, bir bataklık gibi diplerine çekiveren. Sonra yeryüzüne kusup seni, tekrar o çamur deryasına sokuveren. Ağa takılı bir balık gibi çırpınıp durmandan zevk alan.
Dörtnala koşmaktayım siyah bir atın üzerinde, bir çölün ortasında kumlara karışmaktayım. Beynimde samyelinin insanı kemiren o korkunç uğultusu. Başımın üstünde toz bulutu. Ne çok toz var ortalıkta; elime bir bez alıp temizlesem, yıllarca yaptığım gibi yerlere kadar eğilip teker teker toplasam, onları nasıl köşeye sıkıştırdığımı söyleyip kahkalarla gülsem. “Sima’nın olduğu yerde tozun zerresi olamaz.” desem onlara. İlgi bekleyen çocuklar, kitaplar, komşular, yazılar ortasında, ben tozsuz bir dünya kurmaya çalışsam kendime. Onlarla sonsuz bir savaşa girdiğimi bilmezcesine başlayacağım her iyi işi; tozlarımı bahane ederek ertelesem, ötelesem…
Olur olmaz her yerde önüme çöl kaktüsleri çıkıyor. Başımda kavurucu bir güneş. Dudaklarım, çatlamış susuzluktan; ellerim, titremeye başlamış. Nerede okumuştum bu kaktüslerin içinde su olduğunu, çöl hayvanlarının onların suyuyla beslendiğini? Nasıl da şekilsiz, düzensiz, soba borusu gibi kalınca bir sopadan sağlı sollu asimetrik bir şekilde kol vermesi gözüme batıyor. Ah bu düzensizlik, dengesizlik… Eşyanın yerinde sabit durmayı reddeden o kırılmaz inatçılığı. Sima’nın azılı düşmanları. Yapacak ne çok iş var. Çocukların ev ödevleri, sıra sıra dizilmiş, “İlk beni oku!” diye avazı çıktığı kadar bağıran kitaplarım, bir “Alo!” sesine hasret dostlarım, arkadaşlarım… Hele birazcık daha sabredin. Azıcık gayret. Önce dolapları, çekmeceleri düzeltsem… Şöyle, çoraplar hep aynı sırada hazır ol’da beklese, tişörtler üst üste dizilirken hizadan şaşmasa, kırlentlerin sivri uçları hep yukarıda dursa; kimse oturmasa, kimse yaslanmasa şu ikide bir yamulan koltuklara… Okuldan gelen çocuklarım, kıyafetlerini yerlere fırlatmasa; eşim, çay bardağını yatak odasında unutmasa, yerlere kuruyemişin kabukları düşmese, kimse örtülerin üzerine oyuncaklarını, kitaplarını, telefonlarını, anahtarlarını, kederini, kasvetini bırakmasa… Azıcık daha sabredin; bir de tezgâhın üstünde, hiç kirli tabak çanak olmasa… Bakın o zaman görün beni!
Çöldeyim. Başımın üzerinden önce omuzlarıma kayan, sonra rüzgârı sırdaş edinip uçuşan bir örtü. Üzerinde denizköpüğü gibi usul usul kabaran, önüne kattığı suları dev dalgalara dönüştüren siyah lekeler. Öfke derlermiş o siyah lekelere. Bir damlası, dünyanı karartmaya yetermiş. Kendi yarattığı dalgalarda boğulurmuş insanoğlu. -Benim dalgalarım ne de büyük!- Kendi öfkesinin yarattığı aç kurtların avı, yine kendisi olurmuş. -Benim aç kurtlarım ne de çok!- Dalgalar kesildiğinde, aç kurtlar yuvasına döndüğünde, ellerimde pişmanlık ve suçluluk. Bir de elimde, bir film kaseti tutar gibi o anı geriye sarma isteği.
Ne zaman deniz görsem, ağaç görsem, kuş görsem; ne zaman şöyle çam ormanlarının arasından yüksekçe iki kayanın orta yerinden aşağıya bilmem kaç meleğin kanatları üzerinde süzülen, çağıl çağıl çağlayan bir şelale görsem, yüzüme serinliği dokunsa suların… Sonra koşsam, koşsam… Kendimi, yine kızgın çöllerde bulurum. Çevremdeki her şeyi öylesine kusursuz beklerken, şu kuru çölün yaptığı oyuna bak. Bana yine “Serap gördün.” diyor. “Mükemmellik diye bir şey yok.” diyor hayatta. “Kusursuzluk insana yakışmıyor, yalnız onu yaratanda ne hoş duruyor. Boş yere çırpınıp durma! Sima, biliyorsun hırsın ellerine ve ayaklarına ip takmış seni kukla gibi oynatıyor. Kendini, oradan oraya fırlatıp kan kusturuyorsun etrafındakilere. Ah Sima! Senin elindeki her bir gül, kara kuru bir çalıya dönüşüveriyor.”
Bir yanı çöl, bir yanı verimli topraklar boyu akıp giden bir nehir olan bu dünyanın ortasında yalpalayıp duruyorum. Beni seyredenler hep sakin, sessiz bir nehirde huzurla kürek çektiğimi düşünüp bana gıpta ededursun; ben, bazen nehire, bazen balıklara, bazen de küreklere mazeret bulup azığımdaki her şeyi çöle çevirme büyüsü yapıyorum. Her daim avucumda gezdirdiğim kuru sıcak çöl topraklarını -dilimde çöl büyüsü- o verimli ovaların, vadilerin üzerine serpe serpe kurutuyorum bütün dünyamı. Denizlere varmakken hedefim, ansızın karşıma dikiliveren takıntılarıma, hırslarıma, öfkeme çarpa çarpa elimdeki bütün nehirlerden de oluyorum.
Sonra, bir balonun içine üflenen havayı tutması gibi o kadar çok şeyi içimde tutup kimseyle paylaşmadan karanlık dehlizlere gönderiyorum ki, her geçen gün biraz daha şişiyor balonum, biraz daha geriliyor. Zindanımda hapsettiğim her bir tutsağım isyana başlayınca, patlayıveriyor balon, dünyam paramparça oluyor.
Şimdi, kızgın bir çölün ortasında kendi yaptığım büyünün tek mağduru, adımlarımı attığım, elimi uzattığım her yerde, küçük, altın rengi milyonlarca toz zerresinin ortasında sıkışıp kalmışım. O kum taneleri, bir rüzgâr darbesiyle kâh ağzını açmış beni yutmayı bekleyen tek gözlü, sivri dişli bir canavara dönüşüyor, kâh bindiğim gemiyi devirmeye çalışan dev dalgalara. Açtığım bütün dolaplardan, elime aldığım kitaplara kadar üstüme hep kumlar boşanıyor.
***
Sırtında beyaz gömlek, yüzünde sahte bir gülücükle ansızın bir kadın dalıveriyor loş odaya. İzin yok, kapı tıklatmak yok. Doğru söze ne denir: “Herkes, kendi çöplüğünde ötüyor.” Kısa siyah saçlı, hafif tombul, burnunun ucunda dar bir gözlük, arkasında hayli kalabalık bir beyaz önlüklü tayfası, onu hastanın yanı başına kadar takip ediyor. Kadın, göz ucuyla elindeki notlara bakıyor önce, sonra arkasındaki asistanlara dönüyor. “Evet arkadaşlar, bu hastamızda kontrol dışı reaksiyonlar, motorik gerginlik, kasılmalar, aşırı heyecan, yüksek kaygı hali, ha bir de çöl fobisi var.” diyor. Böyle bir fobi türüyle ilk defa karşı karşıyayız. Dik dik bakıyor hastanın gözlerinin içine: “Sima Hanım, bugün nasılız bakalım?”
Etrafındaki herkes mi çatlak yoksa Sima’ya mı öyle geliyor? Bu kadın, ne zaman Sima’yla bütünleşti de “Nasılız?” deme cüretini gösteriyor. Yüzünde garip bir tik Sima’nın. Ne zaman sinirlense dudağının sol yanı yukarı çekilip çekilip iniyor. Bugün de konuşmamaya kararlı. Başını pencereye çeviriyor. Eliyle kahverengi perdeyi kaldırıyor birazcık. Gözlerine güneş doluyor. Kuş sesleri, çam ağaçları, papatyalar, tomurcuğa durmuş güller…
Bir de dev çınarların gölgesinde elini çenesine dayamış kocaman bir düşünen adam heykeli. Çaresizlikten susmuş…
Bu Sayının Diğer Yazıları
Malumat / Ay VaktiŞirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -75 / Şiraze
Sen De Tozlu Yaşasana / Kâmil Eşfak Berki
Uyanış / Nurullah Genç
İkinin Peşine Düşmek / Semra Saraç
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…