Gittiler ve en derin sükutuna tutundular zamanın!
Bazen durgun suya bırakılan unutulmuş takvim yapraklarını çekiyorum ömürden.Sıra sıra, dizi dizi evhamlar, şüphelere, bulanık suretlere düşen tarih, gün ay arasından karşılanıyor ‘nalçasız’ güneş söğütleri…
Mevsimini unutmuş gülüşlerin, billur çağıltılarıyla dökülen inci tanelerinin peşi sıra çekiyorum, tül kanatlı geceye dönen perdeleri.Unuttum işte bak!Aşk vardı bir de değil mi?Beklenen ve hep beklenecek olan, entarisi kirletilmiş ruh sunağı,ikram gülü, aşk…Benim defterlerimde de çoğalan bir denemem olsun isterdim hep;burgulu hayallerin ölgün ışıklarıyla sayfalara düşen.Sonra büyülü sözcüklerin kanatlarıyla havalanan kuşlarım olsun isterdim renk renk,gidenlerin ardından.
Vaktim var ve matemi tutulacakların kesretiyle gülümsüyorum hayata.Unutulmuş takvimleri,cilaya vurulmuş kelimeleri hayatın kırılgan yortularıyla yüzleştiriyorum.Kazanan hep aşk oluyor.Kazanan hep gözyaşı…Çünkü aşk kıvamında kokuyor güllerin sarsak,ışınlı, meyyal dalları kadınlara doğru.Kadınlar ise hep ürkek,o çift kişilik kutsal sığınağın kahramanları,o mevsimsiz aşk şarkılarının riyayı öğüten değirmen taşları…
Gittiler ve en derin sükutuna tutundular zamanın!
Üzgünüm…Ama Leyla’ya değil.Bizi bir evrenin kuşkusuna düşüren bilmezlerin kavillerine, ‘bela’larına. Aynı ırmağın aynı kurnasından, aynı ürkek ceylanlıkla içtiğimiz suyun rengine karıştı ihanet ve hep ihanet ayinlerindeki sesler,renkler…Kent soyluların,kara siyasaların neş’eleri için tutturuldu karanfil meş’aleler,ateşin demler. Rüyaların dişlendiği ilkel elleriyle yitik hüsranlarını aradılar dağ be dağ,an be an.
Oysa ben,çoğalan defterlerimin uzun serüvenler boyu uzayan keskin ırmaklarına bıraktığım ‘düş ertesi’ denemelerimle geçtim şehir kokan kelime uygarlıklarından.Beklenen ve hep beklenecek olan entarisi kirletilmiş ruh sunağı,ikram gülü tedirginliğiyle doluydu toprak.Çünkü aşk, oylumu ancak bu kadar yakınlaştırabilirdi kendisine.Çünkü bozgun,varak üzeri besmele uzunluğunda ağlatabilirdi ancak sürgün vermiş dal uçlarını.Büyük afarozların,kılıçsız zamanın çocuklarına karşı bir mümbit sığınağıydı, ürperen yaylım ateş vartasını bir kararlı karınca rivayeti gibi taşıyabilirdi.(belki)
Yaşamak pek öyle hünerlice değil. Dilhun akşamlı camlara inen çocuk dibacesiyle koşabilmek ilk ağrılardan sonra, gün aşırı.Felaketi bekleyen nilüferlerin esenliğiyle sunabilmek, sureti düşen sevgilinin ilk topuk yarasını.Yaşamak umura giden yolların aşınmaz ‘nalça’larıyla berelenmez çünkü.
Sığındığımız her şeyi ram eden o ifrit tutkuyu kesebilmek istiyorum,acımadan. Yağmur ve bereket aşkına büyüyen başaklar olgunlaşan ıstıraplar aşkına susabilmek diyorum sancımadan. Der’in suvarılan köklerine yürüyen tek atımlık öykülerin, tek atımlık şiirlerin yankısına doğru süzülen üveyik devinimleriyle değişecek her şey.Güzel görenler kadar olsun, güzel düşünen adamların kenetlenen kolları arasında sızan suyun sızısı gibi gelmeli.Değişmeli her şey.
Unuttunuz mu yoksa o mevsimsiz aşk şarkılarını? Hatırlayın lütfen! Hani ev halkının imrenerek baktığı inci tebessüm deryasının parmaklarından fışkıran ölümsüzlük güncelerini okuyordunuz,bir vakitler.Hayatla barışan güconik söz dizimlerini ezberliyordu ev halkı sarı sıcak yaz günlerinde. Seni, beni hepimizi çağıran o sürgünle birlikte rahmeti kesilen derfterlerin evlere ışık söylenceleri döktüğü ruzigar yeniden getirir mi acaba, çöl polenlerine karışan ceylan ağıtlarını?
Gittiler ve en derin sükutuna tutundular zamanın!
Yine de duyuyorum ya ilk yazın o çılgın seslerini; aşkı,doğayı,yemini… Ses ver yüreğim ses ver,diyebiliyorum ya sarı sıcak tarla kuşlarına buutlara saman sarısına…Zamanın en derin sükutuna tutunanlar kadar olsun içim rahat, bahtım ezan sesleri gibi dalga dalga…