21.
hiddet zayıflığın işâreti Şâh da olsan,
tahtında otursan bile.
hiddet fakirliğin işâreti.
istediğin gibi ilerlemediğinde hikâye,
hiddet değiştiremeyecek o kaderi.
şimdi
ya çıkacaksın o saraydan,
ya da kabul edeceksin bu hikâyede
şâhlık rolünün sana biçildiği gerçeğini.
perde kapandığında
sen de oyuncuların arasına karışacaksın
diğer rollerdeki oyuncular gibi.
“En son dergâh’ta…” diye mırıldandı haberci güçlükle, “prenses hasta yatıyordu.” Durakladı haberci, devam edip etmeme arasında kalmış gibi. “Sonra birden ortadan kayboldular!”diye salıverdi son sözleri hızla. Korkudan yüreği durmak üzere, iki büklüm ‘ölümlerden ölüm beğen’ sözünü duymak için bekledi. Ayaklarında dermân yoktu oysa korkunun esîr aldığı bedenini daha fazla taşımaya, titreyen dizleri onun görünür biçimde sağa sola sallanmasına neden oluyordu. “Kalbim şu an dursa da bitse acı” diye düşündü haberci. Bekledi. Bekledi. Bekledi. Gözlerini ayakuçlarından çevirip başka bir noktaya bakma cür’etini aklının ucuna getirme cesâretini bile zaten çoktan kaybetmiş, ama her nasılsa ufak bir ümîd çırpınışlarını beslemeye muktedir öylece bekledi. Zaman durmuş gibi. Biri onu orada öyle iki büklüm unutmuş gibi. Boyut atlamış da mekân değiştirmiş gibi. Derin ve yakıcı bir sessizlik sanki sonsuzca sürdü gitti. İki muhâfız iki koluna yapışıp onu huzurdan sürüklercesine çıkarana kadar anlayamadı hâlâ nefes alıp verdiğini. Ne olmuştu? Şâh buyurmuştu da o mu duymamıştı. Oysa sadece ufak bir el hareketi ile herkesi göndermişti Şâh. Şimdi görkemli tahtında küçücük bir nokta gibi hissediyordu kendisini. Hiç. Kimsesiz. Önemsiz. Zavallı. Fakîr. Yorgun. Terkedilmiş. Sefîl. Güçsüz. Yıkık. Boş bir testi gibi. Yerinde daha da küçüldü. Küçüldü. Küçüldü. Yokluğu yüreğinin orta yerinde hissedene kadar küçüldü. Küçüldükçe da zayıflığını farketti. Güçsüzlüğün varlığını bugüne kadar tatmamıştı hiç. Hiçbir şeye sessiz kalmamış, karanlık gecelerde çakan yıldırımlar gibi gürlemişti hep. İzni olmadan adım atılamayacağını sanmış da emirler yağdırmıştı aralıksız. İstediğini başlatabilir, istediğini sonlandırabilir; istediği kapıyı açar, istediği kapıları kapatabilir diye düşünmüştü tereddütsüz. Şâh olmadan önce neydi ki, unutmuştu. Böyle indirilmişti dünyaya sanki ve hep böyle kalacaktı. Kim söylemişti ki ona bunu? Kim zerk etmişti bu zehiri içine? Kim onu bu hüsrâna sürüklemişti? Üzerinde durmadı bu soruların, çünkü cevaplar verilse bile olan olmuş, geçmiş silinmez bir mürekkep ile yazılıp yaşanmış ve târihin raflarından birine eksiksiz kaldırılmıştı.
Şâh odasına çekildi bu dipsiz, târifsiz, ağır acıyla. Günlerce ağladı. Günlerce hıçkırıklara boğuldu. Bütün saray onun iniltisini dinledi gece gündüz; hayretle, sessizce, uzaktan, ‘şimdi ne olacak?’ karışıklığı içinde. Korkuyla. Merakla. Saray duvarları o güne kadar böyle bir hüznün ağıdını hiç dinlememişti. Gücün çöküşünü izlememişti. Başka acıların şâhidi olmuştu olmasına da, böylesine tanıklık etmemişti. Ne zaman ki haftalar sonra Şâh akıtacak gözyaşını tüketti, mırıltıların ardına ekleyecek başka mırıltı bulamadı, tükenmişliğin elinde derin bir uykuya daldı. Kimse yanına yanaşma cesâretini bulamadığından saray hekimleri uzaktan, hissettirmeden kontrol ettiler Şâh’ın hâllerini. Herkes haddini bilmeyi öğrenmişti çoktan. Her an yaralı bir aslan gibi kükremeye başlar, saldırıya geçer diye beklediler parmak uçlarında yürüyerek, günlük işlerini yapmaya devam ederek. Kaç gün sonra gözlerini açtığında Şâh, fısıltıyla karışık bir sesle ‘susadım’ dedi. Susayan bir Şâh, acıkırdı da, hastalanırdı da, ağlardı da, terkedilirdi de, gün gelir ölürdü bir de. Onun da insanlardan bir insan, kullardan bir kul olduğunu işte Şâh ‘susadım’ dediği an farkettiler. Daha önce hiç ‘susadım’ dememiş miydi, yoksa bu kalıbı mı kullanmamıştı ömrü boyunca bir isteğini dile getirmek için? O yüzden mi bir garîp hayrete düştü duyanlar? “Su getirin!” ve “Susadım” arasındaki fark doğu ile batı arasındaki fark kadar belirgindi çünkü onlara göre.
Derhâl su getirildi. Kana kana içti suyunu Şâh bir gümüş kaptan. ‘Elhâmdülillâh’ derken doğrulmaya çalıştı yerinde. Lâkin başaramadı. Yürüme temrîni yapan çocuk gibi hafif sendeledi, derken sallandı, sonra tutunacak yer arandı etrafında. O an hekimlerden biri atılıverip öne kolunu yakaladı. “Güçsüz düştünüz Şâh’ım” şeklinde durumu îzâha çalıştı, ammâ hekimin yüğreği bir ‘güp’ yaptı ettiği lâftan. Ne amaçla olursa olsun Şâh’a ‘güçsüz’ demek elden-gözden olmak, zindan kapısından ölüme itilmek anlamına gelebilirdi her an. Başını hekimi onaylarcasına sallayarak yerine çöktü Şâh. Kısa sürede yaşlanıvermiş; yerini de hiç tanımadıkları, bilmedikleri bir yabancıya bırakıvermişti sanki.,
Hekim cesâretlenip hemen bir tas ılık çorba istedi. Artık Şâh hekimlerinin gözetimi altında geçirecekti günlerini gücünü toplayabilmek için. Üç gün, beş gün, bir hafta, belki aylarca. Acaba bunu kim onun için yürekten diliyordu? Elinden, dilinden, yersiz ve sert ve lüzûmsuz emirlerinden bıkmış saray hizmetlileri mi; olur olmaz işler çıkarıp gece gündüz sağa-sola koşturduğu muhâfızları mı; sorumluluğu altında acı, sefâlet, yokluk çeken halkı mı? Mâdem öyleydi de ne diye bir Allah’ın kulu çıkıp da sonlandırmıyordu bu zulmü, tam da bir acîp zayıflık altında ezilirken Şâh? Kimler aklından, kalbinden geçirdi mutlak bir isyânı yaradan bilirdi elbet. Bir de yaradan bilirdi kimin neyle imtihândan geçirildiğini ya da geçirileceğini. Teslîm olmak, kul olmayı bilmekti mâdem, herkes teslîm olmayı seçti Şâh’ın kimseye revâ görmediği yumuşak başlılıkla, hoşgörüyle, merhametle. Şâh işte bunu da acıyla farketti.
durdurulmadan önce durabilmek
çizilmeden önce resmi görebilmek
varsa yeteneklerinin arasında
ardındayım
Uzun bir dönem sonrasında ayağa kalkıp odasından çıktığında Şâh, bütün sarayı yavaş yavaş gezindi. Her köşesine göz gezdirdi ilk kez görüyormuş gibi, avlularına çıktı daha önce o avlularda hiç adımlamamış gibi, bahçelerdeki çiçekleri kokladı evvelden hiç çiçekle karşılaşmamış gibi; her bir sesi ayrı ayrı, özenle dinledi kendi sesinden başka şu zemînde başka seslerin varlığını keşfeder gibi. Saray hizmetlileri ona görünmeden her bir hareketini itinâ ile izlediler Şâh’ın, yakınına sokulmadan. Yeni bir kâbûsa her an uyanmanın hazırlığı içinde, patlayacak olayların dalgasından korunabilmek için her an saklanmaya meyilli sessizce beklediler. Hayret ki hiçbir şey olmadı. ‘Henüz’ dediler içlerinden, ‘henüz hiçbir şey olmadı.’ Ancak bunun sabahı vardı, akşamı vardı. Yarını ve ertesi günü vardı. Bir Şâh olsa olsa ne kadar değişebilirdi! Ayşemin’i hatırlayıp yine çılgına dönecek, bu sefer saray dâhil herkesi yakacaktı kökten. Öngörüler fısıltılar arasında böyle uzadı da uzadı…
Şâh her sabah güneşle uyanıp ibâdetle meşgûl olmaya, bahçeleri ayrı bir itinâ ile gezmeye, kuşları dinlemeye, açık havada saatlerce oturup defterine notlar almaya devam etti. Ve nihâyet aylardan hangi ay, yıl kaç kimsenin bir kenara not etmediği sıradan günlerden birinde erkânı toparlayıp huzuruna konuşmaya karar verdi Şâh. Sesindeki sükûnet herkesi şaşkına çevirse de, hiçkimse bir ‘oh’ çekemedi yine de. Herdem tedbîrde fayda vardı, beklemekten zarar çıkmazdı, her işin içinde bilinmedik nice hayırlar barınmadaydı, acele etmenin ne gibi fâcialarla sonlanabileceğini kestirmek ihtimâl dışıydı, kurdun kuzulara hangi vakitte saldıracağı hiç belli olmazdı elbette.
Şâh işte o sükûnet içinde tane tane konuşmaya başladı: “Her gün sorumluluğum altında yaşayan on aile sarayı ziyârete gelecek” diyerek başladı konuşmaya. Herkes her kelimeyi özenle kayda geçirmeye koyuldu. “Bu on aile benimle birlikte bir gün zaman geçirecek. Bu sarayda en güzel şekilde karşılanacak, dinlenecek, talepleri kayda geçirilecek. Bütün halk bu sarayda en az bir kere ağırlanana kadar bu böyle sürecek. Tüm defterler açılsın, kayıtlar incelensin, gelir-gider belirlensin. Memlekete bir saray yetmez, biz bu memleketi onlara saray yapacağız!”
Bu kadardı Şâh’ın sözleri. Kısa, açık, tartışmasız net. Şâh salonu terkettiğinde kafalar karışmış, herkes duyduklarından dolayı sendeler gibi olmuştu. Haber kulaktan kulağa o kadar hızlı yayıldı ki, bir gecede duymayan kalmadı saray içinde ve dışında. Bu yüzden uyuyamadı işte hiçkimse. Bu yüzden bütün bakışlar gölgeliydi. Bu yüzden ‘altından ne çıkacak’ tereddüdü kimsenin sevinmesine izin vermedi. Bu yüzden hiçbir şey olmamış gibi bu haberi konuşmaya bile gerek görmedi insanlar. Sadece akıllarında evire çevire fâsılasız düşündüler neye delâlettir diye.
dilersen verilecektir
kimden dilediğini bil yeter
Bu Sayının Diğer Yazıları
Halep Karası Tadında / Ali Yaşar BolatYoğurt Mayası / Ayla Aydemir
Dünyamızın Dayanılmaz Cazibesi / Engin Elman
Rauf / Fatih Korkmaz
Durma, Yürü Git / Ay Vakti
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…