Fark Etmenin Anatomisi -II-

4.
Fark etmek, akışın bilincinde olmak demektir.
Sanat, yoğun farkındalığın bilinç akışıdır.
Fark etmek sonsuz çeşitliliğin ayrıntısı içinde zihnin koşturup durması değildir. Bilinç bazen bu ayrıntılar bolluğunda boğulur! Yiter. Önemli olan bütün görünen ayrıntıların gerisindeki ana espriyi, asıl anlamı kavramaktır. “Sanatçı dış dünyanın şekillerinde fazla oyalanmaksızın fenomenlerin iç yüzüne dalmış, görünüşler dünyasının verdiği huzursuzluktan kurtularak ‘mutlak’ olanın verdiği huzura kavuşmuştur. Worringer, psikolojik bir mekanizma olarak soyutlama üzerinde dururken ‘kendi kendinden vazgeçme’ üzerinde durur.”(9) Worringer modern çağda insanın nesnelleşme ve aynileşmesini en çarpıcı imge, figür ve kompozisyonlarla eleştiren bir ressam. Onun resimlerinde bütün karşı konumda görünenler bile aynı kişi olarak betimlenir. Aslında her yerde her statü ve rolde aynı benliğin sözde farklı yansımalarıyla karşılaşmıyor muyuz? Sığ, duygusuz, nesnel insan tipi farklı görevlerle her yerde. Her yerde aynı insan tipi. Worringer işte bu insan tipini şiddetli, hatta acınası duygular uyandıracak etkiyle resmeder. Eleştiren bir sanatçı olarak çağına çıplak, sahici bir bakışla bakar. Sahici bakış tüm nesnel perdelerin, amaçların, koşullanmaların etkisinden sıyrılmış yalın insan bakışımızdır.
Sahici bakış iç bakışımızdır, içten bakışımızdır. Görmeyi sadece göze bırakmayan ruhun, kalbin bakışıdır. Gözün ilgi ve kabul alanı içinde gerçeği aramak, ruhunuzu çıkmaza sokar. Ayrıca gözün, dünya gözüyle görmenin bile işi kolay değildir.  “Gözün işinin zorluğu, sadece görmek istediğimizi değil, görme alanına giren her şeyi görüyor oluşumuzdan kaynaklanıyor…/.. Göz önündeki pek çok şeyi, birden ve mecburen gördüğümüzden asıl hedefimize yoğunlaşabilmemiz için özel gayret sarf etmemiz gerekir.”(10) Özel gayret iç evrenimizi aydınlık ve tezyin etmeyi amaçlamalıdır. Reklamlar boyunca telkin edilen allı pullu nesnelerle dünyalarını sınırlayanlar, Cusman’da ifadesini bulduğu şekliyle boş benliklerini tatmin etmek için avutucu, yanıltıcı amaçlar, araçlar edinirler. Platon’u, idealar kuramına zorlayan asıl sebeplerden biri de, esasın hakikatini veya hakikatin esasını kavramanın önemi olmalıdır. İdealar kuramının ana esprisi, zihnin, insan ilgisini lüzumundan fazla meşgul eden sayısız obje ve fenomeni aşarak hakikatin gerçek formuna ulaşması gerektiğini vurgulamasıdır. Asıl fark ediş de budur. Değil mi ki zihnimiz görüngüler, alışkanlıklar dünyası içinde yanılmakta, esası unutmaktadır. Yanıltılmakta ve unutturulmaktayız.
Yanıltma ve unutturma üzerine kurulan bir düzen/ek ideolojik rejimler tarafından çok bilinçli programlar olarak işletilmektedir. “Çıplak gözün gördüğü dünya, tasavvuf terminolojisiyle konuşacak olursak, ‘kesret’, bir var olup yok olma dünyasıdır, bir “âlem-i kevnü fesad” dır. Önemli olan bu geçiciliği, görünüşteki karmaşayı aşmak, ardındaki mutlak kanunluluğu yakalamaktır”(11) Zihin, özellikle de modern çağdaş insanın zihni, ayrıntılar içinde nesnelleşmekte, kaybolmaktadır. “Araştırma saf görmeye dayanmak zorundadır”(12) Kayboluş, nesnelerin ihtiyaçların ilgi konusu olmaktan çıkıp varlığın biricik amacı olmasıyla hızlanmaktadır. İnsan yapay amaçlar, renkli hayaller peşinde ve çokluk görselliğe ayarlı eğlencelere odaklanmış olarak hayatını çelik çomak oyunuyla tüketmektedir. Bu haliyle insanlık, olgunlaşmasını bir türlü tamamlayamayan, kocaman, biraz da aptal bir çocuğa benzemektedir. Durumu içler acısıdır. Acı ve ıstırap duyması gereken yerde, acı ve ıstırap duyması gereken boşlukta, acı ve ıstırap duyması gereken amacı ve amaçsızlığında kendisine eğlenceler çıkarmaktadır. İşin başka ve en üzücü tarafı da kendisine anlam ve sorumluluğunu hatta doğrudan kim ve ne olduğunu hatırlatacak sanatçılar, aydınlar da umut vermemektedir. Umut vermemektedir çünkü bu çılgın şölene bu ölüm dansına onlar da katılmaktadır. Sanatçı geçinenler, bu hayatları özendirmede baş aktördür.
Gerçeklik adına gördüklerini kayda geçenler sanat yaptıklarını sanmakta, sanatçılardan da doğrusu bundan farklı bir çaba beklenmemektedir. Sanatçı, insanı boyutsuz bırakan bir hayatla hesaplaşmıyor. Ruhunun aydınlığına kasıtlı ince hesaplarla gerilen yozlaşma perdesini aralamaya yanaşmıyor. Bilakis bu perdeyi çekerek insanın öteyle bağlantısının kesilmesini, insanın mevcut işleyiş ve hayat tarzıyla uyuşmasını, uzlaşmasını yani yozlaşmasını, yabancılaşmasını öneriyor. Kitleye, sürüye katılması için görev üsleniyor. Onun içkin, içten, aşkın amaçları yoktur. O bir dava, bir kavga adamı değil. Derdi tasası bulunmuyor. Yazarken, düşünürken, tasarlarken kafasında imgeler, çağrışımlar, farklar değil paranın hayalleri uçuşuyor. Fark etmiyor, fark ettiremiyor. Tek görevinin hayatı olduğu gibi aktarmak olduğunu düşünüyor. Beğendirme tonuyla zihnimize aktarılmak istenen hayatlar içinde ruhumuza, benliğimize yer olmayan hayatlardır. Şu hale bakınız ki sanatçının bizi özendirdiği hayatlar, aslında satıhsızlığından, düzeysizliğinden kaçıp kurtulmamız gereken hayatlardır. “Hayatı olduğu gibi yazıda yakalamak için hissettiğimiz duyguları ve başımızdan geçen olayları kaydetmekten daha fazlasını yapmamız gerekir. Gördüğümüz şeylerin listesini çıkarmak sanatçılara özgü bir iş değildir.”(13)
Piyasadaki haliyle sanatçı uyandıran değil, uyutan misyonuyla illüzyonda önemli bir görev üslenmiştir. Yani insanın kendini unuturcasına, çılgınca yaptığı bu ölümcül ayine katılmakla sanatçı, bir anlamda yeni dinin rahibi olmaktadır. Bilgi, reklam ve kültür endüstrisi daha fazla kazanmak için insanı ruhuna, iliklerine kadar sömürmektedir. Yeni ve kendi çıkarlarına uygun bir zihin oluşturmak, sömürünün devamı için son derece önemlidir. Yapay zihin edinenler bunun için hem kapitalist patronlara para ödemekte, hem de bu zihni teslimiyet gerçekleşince en sadık köle yani en sadık pazar olmaktalar. İnsanın özgürlüğünü değil köleliğini parayla satın aldığı tuhaf günlere kaldık!
5.
Bilmek de düşünmek de anlamak ve anlamlandırmaktır. Bana sorarsanız ilim de felsefe de her şeyi yerli yerine koymak, her şeyi yerli yerince kavramak ihtiyacından doğar. İnsanın kadim anlama, anlam verme meselesi olmuşsa ve hep olacaksa bir şekilde anlamın yerinden edilmiş olması sebebiyledir. Yerinden etmelerin, bozmaların çoğu düzeltme çabalarının sonucudur. Bir anlamın yerinde olmadığını fark etmek, doğallıkla anlamı hakikatiyle buluşturma çabasını gerekli kılıyor. Bu anlam kaymaları, anlam boşlukları hep olacak ve biz onları gidermek için didinip duracağız. Ama gidermek için koyulduğumuz yol, sonunda daha mı çetinleşiyor bilmem. Sıkıntı bitmez, boşluk doldurulmaz, yarım kalan tamamlanmaz. Değilse büyü bozulur. Sır ortadan kalkar. Bütün çaba ve arayışlarımıza rağmen bir şeyler hep eksik kaldı, hep eksik kalıyor. Biz anlamalarımızla ancak tespit edebildiğimiz kendi açıklarımızı kapatıyoruz. O da kapatabildiğimiz ölçüde.
Nesnel veya öznel olsun, nesnel veya öznel hayatımıza giren her şeyi ama her şeyi anlar, anlamlandırırız. Burayı, orayı, geceyi, gündüzü, dağları, ırmakları… Başka? Daha da önemlisi bilgileri, teorileri, görüşleri, imgeleri, hatıraları. Aşkları, hasretleri, varlığı, ölümü, yaşamaları, tonları, tarzları, hüzünleri, sevinçleri, her şeyi… Bilmek ve anlamak bitimsiz, kesintisiz ve sürekli bir tamamlanış, düzenleniş içindedir. Öğrendiğimiz veya düşündüğümüz her yeni şey, eski birikimlerimizi yeniden ve yeni duruma göre tekrar düzenler. Karşılaştığımız her yeni ile kendi sağlamamızı yaparız. Bunu şuuraltı bir mekanizmadan öte, bence benliğin hâlâ çözülememiş bir derin katında doğrudan doğruya insan varlığımızın öz işleyişi ile yaparız. Düzenleme ve düzenlenme, mucizevî yaratılışımızın gereği, kendiliğinden olur. O nedenle inanç, ahlâk, sanat, kültür değerlerimiz buna bağlı olarak kimliğimiz, kişiliğimiz dinamik bir devingenlikle değişir durur.
İlginçtir değişim, benliğimizin derinliğinde bir özde olurken veya orada onaylanırken bunu fark edemeyiz bile. Varlığımızın en canlı, en canlandırıcı cevher noktası olarak kalbin değişim merkezi olması ve değişim anlamına gelmesi önemlidir. Buna rağmen kimileyin değişimi fark edemeyiz bile. Kimileyin de değişimi, değişmesi gerekenleri önceden, bilerek, isteyerek, arzulayarak biz talep ederiz. Kimi kapalı benliklerin tuhaf anlaşılmaz şekilde değişime kapalı olmalarına inat, açık insanlar, varlıklarının kudreti, genişliği, zenginliği için her an değişime hazırdırlar. Her an yaratılarak değişen, değişerek yaratılan oluşlar dünyasında kendileri de değişerek, istemeseler de değişimlerini fark ederek varlığın coşkusuna katılırlar.
Kendi üzerinden varlığın, varlık üzerinden kendi bilincine varmış açık benlikler, aklını, kalbini, ufkunu yeni gerçeklere, gelişmelere kapayamazlar. Sanat alanı, bu nezih, soylu yönelişlerin özgürce paylaşım ve etkileşim alanınıdır. İnsanlığın sanat adına ortaya koydukları tüm edim ve ürünler, bize tarifsiz hazlar yaşatır. Dediğimiz gibi bu estetiğin, güzelliğin bize ve payımıza düştüğü kadar yansımasından edindiğimiz hazdır. Yansımalarla ruhumuzda bir parlama, bir kamaşma olur. Varlığı farklı boyuttan, farklı bir duyarlıkla hissederiz. Belki tanımsız bir fark ediştir bu. Belki fark ettiğimizi izah edemeyiz. İzah edemeyiz ama işte tam da içimizde bir duygu akışı başlamıştır; yoğun farkındalığın bilinç akışı. Varlıkla, hakikatle sanat üzerinden ilişki kurmanın, sanat aracılığıyla karşılaşmanın böyle bir tarafı vardır. “Yapıtın iç derinliklerini ya da estetik felsefesi terimleriyle ‘içsel nitelikler’ini algılamamız tamamıyla yapıtla olan karşılaşmamıza bağlıdır. Gerçekten de şurası açık ki yalnızca sanata özgü olan şeyin, yani sanat yapıtındaki ‘sanat’ın farkına onunla yaşanan bir karşılaşma aracılığıyla varıyoruz.”(14) Bolla’nın ifadelerinden artık bir süre sonra sanatın araç olmaktan çıkıp, doğrudan amaca dönüştüğünü çıkarabiliriz. Daha doğrusu ince hassasiyetler artık perdeyi aralamış, sanatsal duyarlıklara ayarlı dünyayı, kendi gerçekleri yapmıştır. Bu aşamadan sonra, estetik de, hakikat de gündelik nesnel dünyadan kopmuştur. Sanatçı, kendini yeryüzüne hasbelkader savrulmuş gibi, yabancı gibi hisseder. Görsel ve maddi olana kodlanmış hayata ters düşer. Mutasavvur dünyaları daha gerçekçidir. İster kurgusal ister soyut veya sanal deyiniz, evet o iç dünyalarında daha bir sükûn bulurlar. (İçe dönük her çabayı saygıyla karşılarım.) Sanatsal gerçeklik yaşadığımız dünyanın gerçekliğinden daha sahicidir. Dünya onların içini daraltır, içleri dünyalarını genişletir. Sanatsal zevk, mevcut dünya nimetlerinin verdiğinden daha tercih edilir olmuştur. İlgilisinin sanatla ilişkisinin asgari düzlemidir bu. İster okur ister yazar, ister ressam ister izleyici sanatla ilgi hangi cihetten, seviyeden olursa olsun, dünya, estetik boyutu olmaksızın yaşanabilir bir yer değildir.
Duyum ve anlam ile var olma zorunluluğundaki hassasiyetler artık isteseler de ilgisiz, duyarsız yaşayamazlar. Hem en sıradan ilişkilerden büyük manalar çıkarırlar, hem son derece ilgi duyulan konulara göz ucuyla bile bakmazlar. Kalabalıkların gördüklerini görmemek, kimsenin görmediğini görmek, onların farklı algı hassasiyetlerinin ve bu hassasiyeti besleyen sonra bu hassasiyetle beslenen yorum güçlerinin gereğidir. Her bir olandan, her bir olgudan özellikle de her bir eserden her bir kitaptan, şiirden, öyküden kendileri için bir güzellik mutlaka bulurlar. İster yazar, ister okur olsun, onlar her bir çiçeği yoklayıp oradan aldıkları öz’le bal yapan arılar gibidir. Sayfalara, satırlara konarlar. Dizelerdeki, beyitlerdeki imgeleri alır, anlar, süzer, çoğaltır, başka imge ve anlama dönüştürürler. “Kitapları başkaları yazmış olsalar da onlarda kendimizle ilgili bir şeyler buluruz, garip bir paradokstur bu. Kitaplar bize kendi hayatımızın fark edemediğimiz yönleriyle ilgili bir şeyler anlatırlar.”(15) Her kitapta kendimizle ilgili bir şeyler bulmayı, o kitabın bizde uyandırdığı dünyaya girmek şeklinde de anlamalıdır. Bazen hatta çoğu zaman kendimizin bile bilemediği sırları, kitaplardan öğreniriz. Veya bir konuşmadan. Aslında doğruluğuna kanaat getirdiğimiz yeni düşüncelere açık olmak demektir bu. Ruhumuza, benliğimize denk düşen kimi şeyleri sanki şuuraltımızda saklıyormuşuz da bir vesileyle bilincimize çıkmışlar gibi anlarız. Bu doğruyu, uygun düşeni kabul etme psikolojisinin varlığımızdaki işleyişinden, o işleyişle hissettiğimizin etkisinden başkası değildir. O nedenle sanatseverle sanat arasındaki ilişki, böyle içten, sıcak, aktif ve bereketli ilişkidir. Yazar okurunu, okur yazarını genişletir, çoğaltır.
Sonuçta biz sözü veya hakikati, düşünerek, konuşarak, okuyarak, yazarak üretiyor, paylaşıyor, paylaştıkça anlam çoğaltıyoruz. Yani hakikati tüm boyutlarıyla kavramak için tüm boyutlarımızla, bakarak, duyarak, işiterek, hissederek ona yöneliyoruz. “Eğer bir yazı sanatı mümkün olsaydı bu duymak sanatının, görmek sanatının, işitmek sanatının bütün duyulardan, ister gerçekten ister imgelem suretiyle, yararlanmak sanatının ta kendisi olacaktı.”(16) diye yazar Gourmont.
Elbette sonuçta ne sözü, ne hakikati sadece kendimizi kendi hakikatimizi çoğaltıyoruz.
Okyanustan en fazla dağarımız, testimiz kadar alabiliyoruz.
Tekrar düşünelim: Hakikati, düşünerek, konuşarak, okuyarak, yazarak üretiyor, paylaşıyor, paylaştıkça anlam çoğaltıyoruz.
——————————————————–
9-Beşir Ayvazoğlu, age, s.33.
10-Erhan Karaesmen, Gözün ve Kulağın Düğünleri, s.11, Liaretür yay, İst. 2010.
11-BeşirAyvazoğlu, age, s.32.
12-Edmund Husserl, Fenomenoloji, s.40, çev. Harun Tepe, Bilim ve Sanat yay, Ank. 1997.
13Alain de Botton, Görmek ve Fark Etmek, s.38, çev. Ayşe Ece, Ahu Sıla Bayer, Ahu Antmen, 3. Bas, Sel yay, İst. 2008.
14-Peter de Bolla, Sanat ve Estetik, s.36, çev. Kubilay Koş, Ayrıntı yay, İst. 2006.
15-Alain de Botton Görmek ve Fark Etmek, s.39.
16-Remy de Gourmont, Düşünce Oluşumu, s.13, çev. Mahmut Özdil, Kumsaati yay, İst. 2011.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Halep Karası Tadında / Ali Yaşar Bolat
Yoğurt Mayası / Ayla Aydemir
Dünyamızın Dayanılmaz Cazibesi / Engin Elman
Rauf / Fatih Korkmaz
Durma, Yürü Git / Ay Vakti
Tümünü Göster