MEHMET AYCI
Edebiyat tarihinin konusu bütün sanatlara ait şahsî duruşların zaman ve mekân içindeki bütün evrelerine dair tasvirler yapmaktır denebilir mi? Denirse bu tasvirlerden çıkaracağımız resmin de yine bu tarihi yazanlara ait ferdî ve şahsî tavır alışlar olduğu kabul edilmelidir. Benim bu yazılara başlarken ele aldığım şiir sahası, yaptığım bu iş bir sanat sayılırsa kendime yakın bulayım bulmayayım bütün bir şiir hayatımızı baştan sona harmanlamak değildi. Hâlâ da değil. Buna hem benim gücüm yetmez, hem de işin kendisi zaten akademik birikim sahiplerinin işidir. Bir başka yazıda söylediğim gibi bir sanatçı için en zor iş kendinin de icrâ-yı sanat ettiği bir sahada söz söylemesidir. Benim zorluğum, şiiri hayranlıklar ve düşmanlıklar alanında fikretmekten ziyâde, bu alanların üzerimizdeki etkilerini en aza indirerek bir çeşit yeni bir okuma ve tanıma tarzı geliştirmek niyetimden kaynaklanıyor. Eğer bu alanların sınırları içinde kalarak sanata bakacak olursak edebiyat ve hususen şiir sahasında görünen manzara hiç de iç açıcı değildir.
Bunun sebeplerini çeşitli vesilelerle düşünmeye çalıştım. Düşüncelerimi de okurla paylaşmaya çalışıyorum. Bu mesele üzerinde sanatçıların kafa yormaları gerekmektedir. Bu yazılara başlarken çeşitli okumalardan sonra elimde kalan belki on şairdi. Bu sayıyı da birkaç defa açıkladım. Ancak gelinen noktada şiirin yerinde durmadığını, benim zihnimi ve kulağımı uzattığım noktalarda çoğunlukla yanıldığımı gördüm.. Şiirin bu gelişimi bu itirafı daha birçok yapacağımı da göstermektedir. Bu durumun sebepleri arasında zarif bir şair için söylediğime yine pişman olduğum bir ön yargı, bazen daha ileri giderek birkaç sevdiğim insanın etkisiyle aldığım tavır bile etkili olmuştur. Ancak en çok çekindiğim husus ister şiirin hitap tarzında, ister şiirin içinde gizlenmiş bulunsun; hissettiğim, yahut bizzat gördüğüm anda beni korkutan saldırganlıktır. Yaşımın ilerlemiş olmasından kaynaklanıyor olmalı. Zaten yoksunu bulunduğum maddî veya manevî gücümü de hesaba katarsam karşılaştığım tehdit ve korku salan söylemler karşısında yüreğimin dayanamadığına okuyucu hak vermelidir.
Mehmet Aycı için de aynı itirafı yapmalı mıyım? Aynı olmasa bile bir yanlış üzerinde ısrarımı ifade etmek belki beni uzun süredir çektiğim üzüntüden kurtarır. Mehmet Aycı’nın “Mor Kitap” adlı birinci kitabında bulduğum mükemmelliği şairin “Aşk Bir Deniz Rüyası” adlı ikinci kitabı ve dergi ve yayın aracı ayrımı yapmadan yayımladığı şiirlerinde bulamadığımı zannettim uzun süre. Yakıştıramadım demek daha mı doğru olur? Bu yüzden bundan önce hazırladığım yazıya sadece “Mor Kitap” başlığını koymayı düşündüm. Hattâ şöyle de bir parantezli açıklama vardı başlığın altında: Şairini sırtından atan kitap: Mor Kitap… İddialı bir başlık olduğunu anlamam uzun sürmüş olmalı.
Şairler için ilk kitap ne kadar hayırlı bir hamle ise, ikinci kitabın da o kadar tehlike taşıdığı bilinir. Sebebi bellidir. Bu sebeplerin birincisi, ilk kitabın okuyucu karşısında kazandığı başarıdır. İkinci kitap daha yayımlandığı anda bu tehlike ile karşılaşacaktır. Birinci kitap ile ortaya koyduğu poetik kalite zaten kendi şiiri için belirlediği bir çıta olduğundan, bunun işaret ettiği seviyeyi aşması beklenecektir şairden. Bir de şiirin kendi ara sokakları, şairlerin kendilerinin bile haberdâr olmadıkları karanlık vadiler vardır. Bu karanlıklar genellikle şiirin kendisinde ilk bakışta aydınlık gibi duran perdenin kurcalanmasıyla ortaya çıkar. Bu duygu, her şairi bekleyen büyük aldatılmışlık duygusudur. Şairi aldatan aslında şiiriyle bulduğunu sandığı hürriyet alanıdır. Evet şair hürriyeti sever. Peki, hürriyet şairi sever mi? Şiiri şair için özel bir özgürlük alanı kabul edilince o alanın aynı zamanda şairi kuşatıcı bir ağ olduğunu hesaba katılamaz. Bu da şairi kendine ait sandığı ama aslında kendisinin ona ait olduğu bir sarmalın ortasına sürükler. Bu sarmala ister şöhret adını verin, ister hiç dikkate alınmamaktan doğan yalnızlık duygusu deyin sonuç değişmez. Dücâne üstâdın tabirinden mülhem ona yakın bir tabir kullanırsak meramımızı daha kolay ifade edebiliriz: Şiire dair (ait değil) ara sokaklarda dolaşmak genellikle ürkütücü ve karanlık gelirse de şair için en önemli sığınaklardan biri sayılmalıdır. O sokaklarda kendisinden önce nice kelâm ve mânâ ustaları arz-ı endâm etmiş, ne rüyâlar kurup ne hayâller binâ edip neler söylemişlerdir. O sokakların duvarları bunların boylarının ölçüleri ile doludur. Buradan şunu çıkarmak istiyorum: Her şair birincisini başarıyla geçse bile dönüp geleceği kürkçü dükkânı şiirin bu vadileridir.
Mehmet Aycı’nın şiir mâcerâsında beni etkileyen çizgi bu çizgi olmuştur.
Daha şiirinin başında bize sanki bir hesap çıkarıyor. O zamana kadar yaşadıklarına dair bilgileri bize izah ediyor:
Yorulmaz bir şârihtir ki o adam
Her çağın yorgunluğunu yedeğinde taşıyor
İlkel şarkılar görüyor kamaşıyor gözleri ( Mor Kitap. Yorgun Adamın Koşusu shf.7)
Bu mısralar sıradan bir şiir okuyucusu için, şiirine yaklaşım konusunda verilmiş nasihatler, bir çeşit kullanma kılavuzu gibi algılanabilir. Bu sıradan bir okuyucu için sıkıcı bir durumdur. Oysa sahici şiir okuyucuları için, sadece Mehmet Aycı’nın şiirini değil, şiirin temel bilgilerine nüfuz edebilmek için elde edilmiş ip uçları sayılmalıdır. Bize de daha şiirin başında şerh gibi ancak kadim metinlerde rastlayabileceğimiz eylemlerden söz ediyor. Bu demektir ki, şair ileride de göreceğimiz gibi birinci şiir kitabının şiirlerin binâ ederken ikincisinin planlarını yapıyor. En önemli planı da iskân hususunda ele alıyor: Bize geçmişte kaldığı söylenen ve ancak müzelerde görmemize izin verilen bir medeniyetin bahçeleri:
Efsunkâr bir yürüyüşle yola henüz çıkmadan
Çantama mendilden önce dilimi koyan benim
Yalpalayan bedenim savrulan saçlarımla
“nitekim meste mey içmek hoş gelir, huşyâre su”
şiirini söylerim.
Burada ara sokakların, bizi aidiyetimizi kaybettiğimiz daha arka sokaklara sürükleyen mağmum sesini duymuş olmalısınız. İşte bu alan Mehmet Aycı’nın şiirini inşâ ve binâ etmek için bulduğu en önemli iskân alanıdır. Bu durum her şaire ilk başta bir mahmurluk vermiş de olabilir. Ancak şairin bu alanda yakaladığı emîn temeli bize haber verirken takındı edâ bize tekebbür gibi gelse de mîrî bir hâsiyete ait sahiplenme duygusundan başka bir şey değildir.
Şâirin üzerine oturduğu zemin kendine ait bir dilin de doğmasına sebep olmuş olmalıdır. Olmalıdır değil olmuştur. Bunun tersi de düşünülebilir. Yumurta tavuk örneğinde olduğu gibi. Ancak bence en önemli başarısı ortaya koyduğu şiiri okurken bu meseleler üzerinde her hangi bir itiraz veya ihtirâzî kayıt imkânı vermemesidir. Ukalalık etmek için şu kelimenin yerine bir başkası konabilir diye bir ihtimal akla gelmiyor.:
Dul ve beyaz avradını bırakmalıyım şehrin
Kül yutmuş papatyaları yakamdan atmalıyım.( Mor Kitap.Körlerle Dans shf. 14)
Yüz yıldan fazladır medeniyetimizin uğradığı tasallut bizi rüyâlarımızdan etmiştir. Dikkat edilirse dilden, edebiyattan, sanattan v.s. söz etmiyorum. Rüyalarımızdan söz ediyorum. Viyana’yı alabilmiş olsaydık dedelerimiz hangi sevgiliden hangi sevgili çocuklar ve torunlardan hatıralar bırakacaklardı bizlere. Hiç olmazsa Belgrad şimdi Ankara gibi gözümüzü kapattığımızda rüyalarımızdan birinin ucunda hazır bekliyor olsaydı. Yemen, Kırım, Estergon, Musul’da
Göğsü kekik terleyen kızlar kemer bağlamaz
Göğsü kekik terleyen kızların buğuları
Gönlümüzün en bâkire tılsımına karışır.( Mor Kitap. Tapu Kayıtları. shf.55)olanlar bir de ey şairler rüyalarınızı ve aklınızı karıştırsalardı.
Mehmet Aycı’nın ikinci kitabına giriş olmak üzere aldığım aşağıdaki mısralar, yukarıda ortaya attığım tehlikeleri taşıyor. Ancak bu tehlike şairin yolu üzerindeki bir tehlike değil, bizi bekleyen tehlikedir. Sebebi şudur: İlk olarak birinci kitapta üzerinde yürüdüğümüz yol vezinsiz, kaba görünüşüyle kafiyesiz bir zemin üzerine kuruluydu. Şiir alimleri buna serbest tarz şiir diyorlar. Modern yahut çağdaş söyleyiş diyenler de var. Ahengi kendi içinde saklı söyleyişten alıp, birden ahengi de belirginleştiren bir yola itmesi bizi şaşırtmış olmalıdır. Ancak Mor Kitap’ı iyi okumuş olanlar orada Aşk Bir Deniz Rüyâsı’ nın haberini de derinden derine hissetmiş olmalıdırlar:
Tevvabsın yıka beni
Kazandır rehin kalan kimliğimi yeniden (Mor Kitap, Künye. Shf.62.)
Yazımın girişinde ettiğim itiraflar arasında işaret ettiğim önemli nokta bu şaşkınlığın sonucuydu. Muhtemelen birinci kitabın bize verdiği kimlikle ilgili ipuçlarını değerlendirememekten doğan bir alaca karanlık duygusuydu. Oysa günümüzde çok az rastladığımız bir hususiyeti biriktiriyordu şair Mehmet Aycı: Kimlik Bilinci. Ve bizi kurduğu şiirin iskân alanına yabancı olduğumuz yerden vurmaya çalışıyordu. Burada asıl, bizi bekleyen tehlikenin de farkına varmamızı sağlıyordu. Halbuki, ben Aşk Bir Deniz Rüyası adlı kitabın birinci şiirindeki (Su ve Yol)
Derin sulardan geçtim ve hâlâ yol eriyim
Ulu bir dağ olur söz ben ona yaslanırım
Derinsi mekân vermez seferîyim ömrümce
Bir ikâmettir ölüm yürür ve yaşlanırım.
Mısralarında bir kibirli ruh halini keşfettiğimi sanıyor ve kendimle övünüyordum. Bir de bana ilk elde naif gibi görünen,
Yeniden yaşlanmak için henüz vakit erkendir
erkeksi bir ağlamanın eliyle ovulsa da
geçmemiştir o soğuk ve nemli öpüşün izi. (Mor Kitap. Güz shf.27)
Bazen de, didaktik olduğu halde bilgiçlik taslamayan, sadece gönülden çıkarıp bir işaret olarak sunduğu:
Soyunup duş alsanız da bahar sevinçleriyle/
her güzün gözlerini bağlayan ölümünüz/
hazır beklemektedir mısralarındaki diyalektiği ıskalamış olmalıyım. Çünkü aynı bilgilendirme telaşının ikinci kitabındaki yüzü beliriyor :
Odamın sarı yüzüne bir minyatür çiziyorum/
ezgilerle doğruluyor ıhlamur kokan kadınlar/
…..
..ağır ağır o şarkıyı mırıldanıyor rüzigâr. Burada bizi şiirin kendisinden alıp çekinceli bir alana kaymamıza yarayacak olan söyleyişin şiirdeki vezin değişimi olduğunu muhtemelen anlamıyoruz. Oysa hemen bulmalıyız aynı kaynağın bir başka musluğundan akıttığı hayali. Fakat belli ki Mehmet Aycı’nın yaşına bakarak rüzigâr sözcüğünün şiirine yakışmadığını iddia etmeye bile cesaret edebiliyoruz. Ancak Mehmet Aycı’nın bu şiirde geliştirdiği sesle birlikte, resmini çizdiği bediî alanların, kelimeleri yerine göre mazmun haline getirdiğini de ıskalıyoruz. Daha doğrusu bu bedii tesir okuyucuyu şaşırtıyor. Şaşırtmayı zaten başından beri gizli bir niyet olarak sözü şiirin içine katmadan sakladığı belli olmuyor. Mehmet Aycı’nın muhtemelen çok şiir yayınlamasının okuyucuda ortaya çıkardığı doygunluk sonuçta şiirin kelimelerle bir başka kucaklaşma anını beklemesini önlüyor. Ayrıca bize naif gibi görünen söyleyişin aslında ironik bir tavrı gizlediğini anlamamız için, kadîm şiirimizde tecâhül-i ârif sanatını hatırlamamız gerekiyor:
“latîfe yapıyor tanrı mavi ağacı sallıyor
latîf bir yolcu hüznüyle üstümüze yağıyor kar” Burada bize garip gelen tavırlardan birinin Tanrı kelimesinin malâyânî bir eylem için kullanılması olabilir. Bu söylem doğru bir söylem değildir. Doğru olmamasının yanında şiirde doğrudan gerekli olan bir durumu da ifadeden uzak duruyor. Birkaç yerde daha kullanıldığına şahit olduğumuz bu gibi kirli söylemlerden şiirini uzak tutmalıdır Mehmet Aycı.
Şiirimizde yazının başında ucundan kıyısından dokunmaya çalıştığım saldırganlık görüntüsü, muhtemelen zihin ve düşünce dünyamızda ortaya çıkan külhanî edânın sonucudur. Bir de şair zihninin muhtemelen olağan olanı reddetme, reddetme değilse de kendi sesini bir başka sesin yardımıyla daha yüksek bir edâyla duyurmaya çalışması gayreti sayılabilir. Ancak gerek zihnî gerekse ifade temelini îmân dairesi içinde inşâ ettiğini bildiğimiz veya saydığımız bir şairin bu gibi yanlışlardan kaçınması gerektiğini söylemek de hakkımız olmalıdır.
Bu şiirin bir de benim okuma sırasında kekre bulduğum inşâ yöntemiyle ilgili olanı var ki, muhtemelen şairin şiir içinde kaybetmekten korktuğu âhenk sürekliliğidir. Bu yüzden o mısrâı “latîf bir yolcu hüznüyle üstümüze kar yağıyor” olarak değiştirirsek biraz da zorlama gibi görünen arka arkaya lar, kar, gâr seslerinin tek düzeliğinden kurtarmış oluruz diye düşünüyorum.
“Siyah zülfün ruzigâra yeldirme
al kirazlar tel içinde kalmasın
beni böyle uzaklarda öldürme
ki hasretim el içinde kalmasın”(Aşk Bir Deniz Rüyası.Koşma.shf.49)
Ruzigâr sözcüğü size sıradan bir esintiyi hatırlatmasın diye özellikle atılıyor zihninize. Öyle olmalıdır: Çünkü Aycı burada bir saçın sadece yele verilmesini kast etmiyor. Gizli niyet sözünden kastım budur. Ruzigâr burada bize bir esintiyi vehm ettirse de, zamanla ilgili bir îmâyı fark etmemizi istiyor. Dördüncü mısradaki hasret bu yüzden aynı kıta içinde bir süreyi, bir vakti yâni bir ruzigârı arkadan gelerek kuşatıcı ve açıklayıcı bir görevi ifa ediyor. Bu görev sadece bir sözcük itelemesiyle ifa edilebilecek kadar sıradan değildir. Çünkü rûzigâr sözcüğünde bize hususen bir mâzî hatırlatılmaktadır. Şiirin bütününde bu hatırlatmayı gördüğümüz için kanıksamış olabilecek zihinler için, mâzînin görünen mehâbetini okuyucunun gözünü korkutmadan ifade etmek gayreti de saysak yanlış yapmış olmayız:
“suyun yüzü biraz çiğdem biraz lale biraz gül
esrârı kaybolur diye bakmaktan korkuyorum.” Önce duraklamalı, belki içinizden bir tarih şeridi geçiriyor olmalısınız. Yeniden şiirin baş tarafına dönebilir misiniz bilmem, ama ifadedeki sağlamlık sizi alıp götürmelidir. Çünkü uzun süredir şiirimizde görülemeyen bir hassasiyet vadisine çekmiş olmalıdır o rüya ve dil. Olmalıdır çünkü tarif edilen hayat ancak o kelimelerle teklif ve takdim edilebilir bir yaşama biçimidir:
Karda Bir Resimşiirinde bunun sonuna kadar içselleştirilmiş biçimde yerli yerine oturtulduğunu görmeliyiz:
“ vuruyor gözbebeklerine dalgalar ısınıyor
gülmesen ayaz olacak kaygılar çekiyorum
suyun yüzü biraz çiğdem biraz lâle biraz gül
esrarı kaybolur diye bakmaktan korkuyorum.”
Mehmet Aycı’nın şiirinde dikkatimizi çeken şeyin ne olması gerektiği sorusunu sormadan okumak biraz fenersiz yakalanmak gibi gelebilir.
İçimden bahar geçer, yorgun turnalar geçer
mısra’ında yorgunluğunu turnalara yüklemiş bir ihtiyarın bahar hayâlini düşünebiliriz. Nitekim şair mısraın öyle anlaşılması için arkadaki beyitle arasına biraz fazlaca bir düşünce alanı bırakmış. Benim yaşımdakilere yorgunluğunu ihtar etmek için de yapmış olabilir bunu. Ancak, şiirin öteki mısralarına geçince, hayatı birden genç bir haliyle karşınızda buluyorsunuz:
İçimden bahar geçer, huysuz çocuklar geçer
yazması yana kaymış kızlar geçer.
Mehmet Aycı’nın bu ironik tavrı bize divan şiirinin o mehabetli fakat durmuş oturmuş hayat resmini bir Karacaoğlan edâsıyla içinde hayatın ve insanın bütün şubeleriyle canlı bir hale getirmesini düşündürmelidir:
“İçimden bahar geçer, köpüren sular geçer
beyaz mavi karışır perilerin gözleri
dudakları ıslatan yüklü dualar geçer.”( Aşk Bir Deniz Rüyâsı. Göç. Shf. 27)
Şairleri düşünürken aklımıza genellikle içinde bulundukları zamanla yaşanabilecek heyecan ve duyguları bir arada aklımıza getirerek işe başlarız. Aynı çağda yaşayan şairler, çağın müessir unsurlarından aynı şekilde etkilenmeseler bile, bir şekilde o etkiyi derilerinde hissederler. Şöyle: İnsanlığın gidişatıyla ilgili olarak, her şair aynı şeyleri zihin dünyasında resmederek her okuyucunun ilgisi ve izlemesine açık bir hayâller dünyası kurmaz. Bu durumu gizlilik duygusuyla açıklamaya kalkışmak yanlış olabilir. Buna gizlenme dürtüsünden çok, îmâ ettiğine dair duygu merkezlerinin başkaları tarafından kontrol edilmesini önlemeye çalışmak denebilir. Belki birbiriyle rüya ve hayal alanlarını karıştırmamak isteği demek daha doğru olabilir. Ancak bu hayaller dünyasını etkileyen bilgi ve görgü alanları bir birine teğet de geçmezler. Bir sarı alanın, bir başka mavi alanı tecavüz etmesiyle mutlaka ortaya bir yeşil alan çıkabilir. Değişik rüya ve hayal renklerinin bir birlerinin alanlarını tecavüz etmeseler bile uzaktan bir renk çarpması bile bir yeni ahengin dalgalanmasını önlemeleri mümkün değildir. Bu aslında güzel bir sonuçtur. Bu etkiyi duyabilmek ve kendi alanlarında olan bitene bîgâne kalmadan bunları sözüne ve kelâmına bir yeni süs olarak yakıştırmasını bilmek ise her babayiğidin harcı değildir. Bu bakımdan Mehmet Aycı’nın okunması biraz zordur. Bunun sebepleri arasında en önemli sebebin şiirinde ilk bakışta okuyucuyu çarpan duygu yoğunluğu sayılabilir, hükmünü vermek de yanlış olmaz. Ancak, bir önemli farkla… O fark, da duygu yoğunluğu gibi görünen şeyin şiirini ifade ederken yararlandığı malzemenin hususiyetidir. Bu hususiyeti, diğer kendi çağdaşı şairlerce pek dikkate alınmayan derinlerden toplanmış bir ayrıcalık olarak Mehmet Aycı’da ifadesini bulmuştur. Burada derinlikten kastın üzerine oturduğumuz medeniyetin bediî alanı olduğu anlaşılmış olmalıdır. Mehmet Aycı’nın şiirini çabucak kavramamıza engel olan da ilk elde karşımıza çıkan mehâbetli bir mâzî düşüncesidir. Bu düşünce okuyucuyu daha ilk mısrada beklemediği bir şaşkınlığa düşürmektedir. Burada Mehmet Aycı kendimize ait bir medeniyetin resimlerini geri çekip çağdaş fotoğraflar ortaya dökse muhtemelen yine anlaşılmaya yanaşılmayacaktır. Ancak belki bir çağdaş mazeret olarak, ifade etmede acemi kalsa da şiiri hayatın içinden geliyor gibi bir garip yakıştırmaya maruz kalacak, böylece hiç olmazsa anlaşılmaz bir olarak ortada durmayacaktı. Ancak o bilerek bilmeyerek, bir medeniyetin ancak kendi diliyle ifade ve takdim edileceği gerçeğini şiirine yakıştırmış olmalı ki, bu ısrarından vazgeçmiyor.
“Yeşile gölge değer gönlüm hicrâna düşer
Ebr-i nisan yerine ağlamak bana düşer
Yüreğim gülistandır gül devşir ey sevgili
Eline diken batsa ellerim yana düşer.”
Demek ki aziz bir hayatı resmetmek için onu özel alanından bir bıçakla kesip çağdaş bir salona asmak yetmiyor. Sanat alanından geçiniz, her hangi bir günlük konu bile kendi kelime, hayâl ve hayat şartları ile algılanabiliyor ancak. Hem bize bir geçmişten esinti, hem de bir ders olarak teklif ediliyor. Nedîm’in
“Güllü dibâ giydin amma korkarım âzâr eder
Nâzenînim sâye-i hâr-i gül-i dîbâ seni.” diye öve öve bitiremediği güzeli hatırlamayın bakalım.
Hüseyin ATLANSOY’dan söz ederken bir şiiri için sorduğum soruyu tekrar etmeliyim: Şiir hangi yaramıza merhem oluyor? Merhem dediğim de bizi tarihimizle ve günümüzdeki bigâneliğimizle bizi yüzleştirmesini sayarsak cahillik mi etmiş oluruz.
Mehmet Aycı’nın ikinci kitabından girdik nerelere geldik. Daha birinci kitabına hakkıyla göz atamadığımızı okuyucu anlamış olmalıdır. Bir başka yazının konusu olmakla birlikte, bir iç hesaplaşma örneği olarak Künye adlı şiirinin bir bölümünü bundan sonraki yazıya medhâl olması niyetiyle alıyorum.
“Ümmetin çocukları kurşunla kucaklaşır
Neden Durkheim’e açılır bütün pencerelerim
Sümeyye’nin kimliğini bacım neden bilmiyor
Her salonda bir balbala tapındığım yetmez mi
Yetmez mi damarlarımda kurtkanı taşıdığım.” ( Mor Kitap Künye,shf.60)