Necip Fazıl’a Muhabbetin Bedeli

1960’ın başlarındaydı. Kayseri’de bugünkü Vakıfbank’ın bulunduğu alanda,  önü bahçeli tek katlı bir bina vardı. Binanın üzerinde “Cıngıllı Kıraathanesi” yazılıydı. Necip Fazıl, “Büyük Doğu Cemiyeti”nin Anadolu’da yaygınlaşmasını sağlamak üzere Kayseri’ye gelmiş ve burada bir konferans vermekteydi. Salon hıncahınç dolmuş, dinlemeye gelenler bahçeden de sokağa taşmıştı
Konferans sonrasında kendisinden “Sakarya Türküsü”nü okumasını istediler. Şiir ezberinde değildir. Yanında kitap yoktur. Ben, salonun kapı ağzında, biraz da dışarıyı kontrol etmek üzere durmaktayım. O yıllarda, “Şiirler” yeni neşredilmişti. Kitap elimde konferansa gelmiştim. Bir ses, “Muhsin İlyas kitabı gönder!” Kitabı hemen önümdeki gençlere uzattım. Başımı dışarı çevirdim. Ne göreyim,  bir siyah cip dışarıda duruyor. İçerisinde, 1960 ihtilalinin güçlü paşası, o dönemdeki adıyla, Doğu Menzil Komutanı Faruk Güventürk hiddetten kızarmış suratıyla konferansı dinliyor. Üstad, kitabı aldı ve okumaya başladı:
“İnsan bu, su misâli, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alınyazım, yokuşlarda susamak.”
Salon ayakta, sanki tek yürek olmuş. Bu uzun şiir bitti ama alkış bitmedi. Ben artık şiirden, şiirin o çapıcı etkisinden çok,  Paşa’nın davranışlarını takip ediyordum. Elindeki bastonunu bir kavrayışı vardı ki, gücü yetse onu salona fırlatacak ve o baston ile okuyan ve dinleyenleri biçecekti. Dişlerini gıcırdatarak konferansın sonuna kadar bekledi, sonra araba kıraathanenin önünden uzaklaştı.
Üstad bu şiirinde:
“Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerde kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?”
Diyerek Güventürk’ün elbisesini giydiği orduyu yüceltmiyor muydu?  “Çil çil kubbeler serpen ordu” bizim ordumuz değil miydi? “Şanlı akıncı” bizim Mehmetçiğimizin Osmanlıdaki bir değişik ifadesinden başka neydi?  Kaybettiğimiz o toprakların yasını duymak, ondan önce bu kumandana düşmez miydi? Buna rağmen, bu adamdaki düşmanlık ve nefret hali nereden kaynaklanıyordu? Böylesine millî ve mânevî hassasiyete tepkisi, kendisinin Arnavut asıllı olmasından mı geliyordu? Onun konferansı böyle bir tavırla takibi benim üzerimde çok derin izler bıraktı…
Bu olaydan bir süre sonra, Güventürk okuduğum İmam-Hatip Okulu’nu teftişe gelmişti. Sınıfları geziyordu, dersimiz hadisti.  Hocamız öğretmenler odasına dönmüştü. Ders hocası, bu hadis metnini “Sahih Hadis” örneği olarak tahtaya yazmıştı. Biz de tahtadaki bu metni defterimize yazıyoruz. Üstelik sırtında üniformasıyla Faruk Güventürk birden bizim sınıfa girdi. Hiddetle tahtaya baktı, “ Bu ülkede bu çocukları Arap harfleriyle, bu çöl yazısıyla zehirliyorlar öyle mi!” diye bir çıkış yaptı. O yıllarda, yerel gazetelerde yazılar yazıyordum. Kendime güvenim gelişmiş, emsallerim arasında ön plana çıkar olmuştum. Bu ağır tahrik ve hakaretine dayanamadım, oturduğum yerden karşılık verdim.
-Paşam lütfen! Arap harfleri diye aşağıladığınız metin, Hadistir. Hadis de Peygamberimizin sözüdür, insanları zehirlemez, aydınlığa götürür!
Durdu yüzüme baktı, gözleri dışına çıkmıştı, “Sen mi?.. Hımm”, dedi, başını salladı ve sınıftan çıktı…
Aradan fazla geçmedi, bir cumartesi günü, okul müdürümüz Celaleddin Karakılıç, hafta sonu bayrak töreninde, benimle bir arkadaşa talebenin karşısına çıkmamızı söyledi. Öğrencilerin şaşkın bakışları arasında korku ve endişe içinde yürüyerek talebenin karşısına geldik.  Eşi, hocamız Sebahat hanımın adını da ekleyerek açıkladı:
-Sebahat hocahanım ve bu iki arkadaşınız hakkında bildikleriniz veya şikâyetleriniz varsa, gelip bana anlatabilirsiniz, yazılı olarak da bildirebilirsiniz…
Şaşırmış ve sarsılmıştım. Devletini milletini ve toprağını sevmekten başka bir kusuru olmayan adam, aranılan suçlu gibi teşhir edilip düşmanlarının merhametine havale ediliyordu. Dudaklarım titriyordu; ağlamamak için kendimi güç tuttum.  Tören biter bitmez yanına gittim, olayın sebebini öğrenmek istediğimi söyledim:
-Hocam hayırdır, bu da nereden çıktı?
-Oğlum, yüksek yerden hakkınızda işlem yapılması istendi. Hocahanım, sen ve Abdullah, okulda gizli faaliyetlerde bulunuyormuşsunuz. Bunun tahkik edilerek gereğinin yapılmasını istediler.   Tabii beklenildi, herhangi bir ihbar ya da şikâyet gelmedi. Biz bu olaydan paçayı kurtardık, ama yazdığım ve okulda sahnelenerek haftalardır oynayan “Alpaslan” isimli piyesim kıyımdan kurtulamadı: Verilen talimatla gelen müfettişler, “İnsanlarda millî duyguları tahrik ederek devrimciliğe karşı aksülamel oluşturmaktadır” gibi bir rapor verdiler. Bunun üzerine oyun sahneden indirildi…
Daha sonra öğreniyorum ki, Faruk Güventürk’, Necip Fazıl’ın kitabının bende bulunmasından dolayı adımı not etmiş. Okulda da, kendisine tavır koymuş olmam bardağı taşıran son damla olmuştu. Eğer bir ya da birkaç talebe çıkıp da hakkımda olur-olmaz şeyleri yazarak küçük bir iftira veya isnatta bulunsaydı, benim istikbalim kararacaktı…
Rabbim yardım etti, kıyım çarkının acımasız dişleri arasına düşmekten kurtulduk. Necip Fazıl’a muhabbetin benden istediği bu bedelden hiçbir zaman rahatsızlık duymadım.  Bu olaydan sonra kendisine bağlılığım daha da arttı. Çünkü o, inandığının bedelini ödemekten korkmadı. Mahkum edilmiş olarak ölmesi, tavizsizliğinin onurlu bir belgesidir. İyi hatırlıyorum, o konferansında Güventürk’ün gelerek dışarıda kendisini dinlediğini söylediler. Hiç aldırış etmedi,  60 ihtilalinin zulme varan baskı ve sindirme hareketlerine rağmen, gerçek bir kahraman gibi haykırmasını bildi. Onun dinlediği bu şiirinin özellikle şu son bölümünü daha bir dikkat ve itina ile kelimelerin üzerine basa basa okudu:
“Sakarya, sâf çocuğu mâsum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık, Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız,.
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız.
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader,
Aldırma, böyle gelmiş bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya,
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!”
Necip Fazıl, kader ortağı olarak Sakarya’yı gördü. Bunu böyle ölümsüzleştirdi. Bu şiirin duygularımızdan süzülüp gelen gerçek idealizmi, inananların ortak şuuru olduğu için Necip Fazıl’ı abideleştirdi. Çünkü herkes bu mısralarda kendi dilini ve kendi yürek sızısını buluyordu. Birilerinin bundan rahatsızlık duyması, sindirme yoluna gitmesi, psikolojik baskı ile insanları tedirgin etmesi, o gün onlara bir şey sağlamamıştı. Güventürk, hafiye gibi iz sürüp arabada konferans dinleyerek sırasını devretti ve gitti. O ve onun gibiler, o yıllarda, aydınların bile kendileri gibi düşünüp inanmasını istediler. Bütün baskıları, takipleri ve ısrarları bunun içindi. Onun ölümünden kimsenin haberi bile olmadı. Cenazesini mahallelisi kaldırdı. Ama Necip Fazıl ölünce Türkiye’nin dört yanından binlerce insan cenazesine katıldı. Mahşerî bir kalabalıkla toprağa verildi. Ölüm yıldönümünde de, doğum yıldönümünde de, daha doğrusu hayatımızın hemen her safhasında, hele hele zor günlerimizde, hep yanı başımızda oldu. Bizden birisi gibi, ıstıraplarımızın dili haline geldi, bize şiirlerini fısıldadı. Bunun içindir ki,  onun anıt eseri “Çile”, 1962’den bu yana her yıl birkaç baskı yaparak bugün  50. baskısına ulaştı…Ruh dünyasını onun eserleriyle zenginleştirenler de iman bereketiyle çoğalıp gidiyor..Mekânı cennet olsun…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Girdiniz Ya Kapıdan / Ay Vakti
Kendi İsmine Bakabilen İnsan / Semra Saraç
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -81 / Şiraze
Necip Fazıl’a Muhabbetin Bedeli / Muhsin İlyas Subaşı
Yitik Cennet’in Peşinde: Mehmet Akif İnan / Abdullah Arif İnan
Tümünü Göster