MEHMET ALİ KALKAN’IN TUĞLARI
Mehmet Ali Anadolu’nun âşıklarından sayılabilir mi? Şiirlerine bakılırsa türkülere yakın bir irfanı vicdanında inşa etmeye çabaladığı belli oluyor. Ancak Mehmet Ali neresinden bakılırsa bir TÜRK şâiridir. Kitabının önsözünü yazan dostu, Türkçe’yi çok iyi bildiğini söylüyor. Kitabın adı da zaten kitabın başındaki yazıdan anlaşılacağı üzere bir TÜRK’lük manifestosudur. Zamanımızda okur yazar takımının imkân bulsalar kapılarına bile uğratmayacakları millî hassasiyet yoksunluğuna alınmış namuslu bir tavırdır Mehmet Ali’nin tavrı. Ötüken tahassüsürnden neşet eden bir hassasiyet elbette bir dâü-ssılâyı ihtar eder, ancak üzerinde oturduğumuz toprakların hayatiyetinden yoğurduğumuz irfanın bizi bir medeniyyet meselesiyle karşı karşıya bıraktığı unutulmamalıdır. Şiirlerini okurken aklıma bir türkünün sözleri takıldı: Yüzünde göz izi var sana kim baktı yârim? Bu sözler ehlince hemen anlaşılacağı gibi, bizim (adına Leylâ diyelim); kadınımızın yüzündeki hayâyı îmâ eder. Leylâ’nın yüzüne dikkatli bakıldığında hayâsından yüzü kızarır. Utanç gibi sıradan bir kelimeyi kullanmadığıma dikkat isterim. Şu bakımdan: Benim milletimin Leylâ’sı yer yüzünde mücessem bir hayâ gibi dolaşır. Utanmak gelip geçici bir histir ve Leylâ’nın üzerine yapışıp kalmaz. SEZAÎ KARAKOÇ’un Leylâsını hatırlamak zamanıdır: Leylâ’yı götürüp Londra’nın ortasına bıraksan/ Yaşamasını değiştirmez çocuktur… Ve: Leylâ diyorsam şu bizim gerçek Leylâ/ Okuyla yayıyla yaylasıyla/ Üç köşeli dünyâsıyla/ O gitti bize ağlamak kaldı kala kala. Okuyucunun burada geçmiş yıllarda Avrupa Televizyon kanallarının düzenlediği ve bizim de TRT aracılğıyla katıldığımız ünlü EUROVİZYON yarışmasını hatırlamasını istiyorum. Hem de birinci olduğumuz yarışmada temsilcimiz sanatçı şarkısını İngilizce seslendirmişti. Sabahı zor ettim. İlk ziyaret ettiğim yer rahmetli ağabeyimiz Nevzat KÖSOĞLU’nu yerinde bulamadım. Bürosunun bulunduğu binanın karşısında icrâ-yı faaliyet eden bir kitapçıya girdim. Tanıdığım bir iki Türk hassasiyeti taşıdığım insana bu hâli sordum. Memnun olduklarını bırakın, içten içe bir gurur hâli içindeydiler. Sonra tâ Cvumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan Dünya güzellik yarışmasının birincisi Keriman HALİS’in seçilmesinin sebeplerini açıklayan Jüri Başkanı’nın sözleri aklım geldi. ( Metin için arşive bakamadım, aklımda kalan kadarını yazıyorum. Meâlen) Şöyle diyordu: Bizim standartlarımaza göre Keriman hanım güzel bir kadın değil. Ancak onu dünya güzeli seçerek Türk ve Müslüman kadının yüzündeki âr perdesini indiriyoruz. İşte Leylâ’mızı kaybetmemize ramak kalan gün o gündür. Sevgili Mehmet Ali’nin ihtimâl atladığı koku bu kokudur. Ve bize hakikaten kala kala ağlamak kaldı. Ancak toprağımızın yoırulduğu ruh iklimi onların heveslereni kursaklarında bırakmıştır. O günden bu güne bütün çabalarına rağmen elde istedikleri sonucu alamadılar. O da ayrı bir huzur ve şükür sebebidir.
Mehmet Ali KALKAN gönlünün tozuna kadar Muhammedî melâlle müzeyyen bir ahlâka sahiptir. Peki işi gücü bırakıp Türk’ün adına saplanmasını neyle izah edeceğiz? Aslına bakılırsa haksız da sayılmaz. Meşhur meseldir: Sarkacı hangi hızla bırakırsan o hızla geri gelir. Ben Iğdır’da belgesel çekerken bana yol gösteren şimdi mütekâid arkadaşımıza ( adını unuttum bağışlasın), burada MHP’nin güçlü olmasının sebebi nedr diye sorduğumda, “burada eskiden çok fazla Kürt nüfus yoktu. Şimdi göçlerle çoğaldılar. Halkın tepkisi onlara.” Sebeplerini burada tartışmanın anlamı yok. Sonunda sosyo-kültürel; sosyo-ekonomik bir meseledir.
PEKİ ŞİİR?
En başta söylemeliyim. Mehmet Ali Kalkan şiirin de idüğünü biliyor. Şâirler zamanın çocuklarıdır: (İBN-ÜL-VAKT)
“Salkım salkım tan yelleri esende
Işık ışık hep aktığım yerdeyim
Taht üstünde baht üzresin desen de
Doludizgin yön baktığım yerdeyim.
Buram buram türkü kokuyor. Tanıyanlar Eskişehir’in üç türküsünden birinin Mehmet Ali olduğunu söylerler. O ikisi kendilerini biliyorlar.
Günümüz şiirinde hâkim çaba olan imaj bulma tutkusuna âşıklarımız itibar etmiyorlar. İyi de ediyorlar. Çünkü imaj dediğimiz şey neyi ima ediyorsa etsin, kelimenin menşeinin icabı olarak bizim şiirimizi inşa ettiğimiz gönül ikliminde nefes alamaz. Bizim istiâremiz, mazmunumuz, cinasımızın o kültürle hem_âheng olamadığı gibi. “Desem aşkı anlatın/ ne gök susar ne de yer/ aşkı tanıyan kadın/ bana ellerini ver. Burada Leylâ’yı anmanını yeridir. Tam tarifi de aşağıda veriyor Mehmet Ali: “Uzaklara sevdalım/ KÖK’e can borçlu dalım/ Susarak konuşalım/ Bana ellereni ver.
Mehmet Ali’yi okurken Karacaoğlan’ın bir şiirini hatırladım: Belki geçer güzellerin kervanı/ Baççıyım beklerim yol kenarında . Mehmet Ali de mânâların yolunu bekleyen baççı gibi. Bütün yollrın başını tutmuş, her gelen güzelden baçını alıp bırakıyor. Türk toprağına kuş bakışı bir bakıştır bu. Gücü yettiğince bütün bir coğrafyayı ihâtâ etmeye çalışıyor. Bu iyi bir şey mi? Aslına bakılırsa iyi bir şey de, Mehmet Ali’nin şiirini nereye götrür bilinmez. Peki Mehmet Ali’nin şirini bir yere götürmeye niyeti var mı? Bence görünmüyor. Mehmet Ali’deki cezbe şiirine de yansıdığı için onu seher vakti açan gül tomurcuklarının içinden çıkacak gül bitlerini yemeye çalışan bülbüllere benziyor. Mehmet Ali’nin gönlü hakikaten bir bülbül, fakat bir güldekini bitirip de ötekine başlamak yerine, birini bitirmeden ötekine heves ederek gücünü tüketiyor. Şiir sanatı için cezbe şart olan değil ama şiirin canlılığı için gerekli bir hayatiyettir. Enh önemli tarafı da irticâlen söylenmesine yarar. Peki bu şiirden türkü olabilir mi? Bence olmaz. Çünkü şiir bir kere şiirdir. Türkü olabilmesi için melâlin tetiklediği bir söz eylemi olması gerekir. Yâni söylendiğinde türkü olarak söylenmiş olması gerekir. Yâni yakılmış olmalıdır. Melâlin yaktığından duman çıkmaz. Hüznün yaktığından çıkar. Çünkü melâlin ortaya çıkması bir sebebe bağlı değildir. Hüzün ise mutlaka bir sebebe muhtaçtır. Mehmet Ali derin hüzünleri imâ ve ihtar ediyor:
Gönlünde gün batmayana, göklerin kenarı ne?
Yolunda yolc’olanın kışı ne baharı ne ?
İnsan vaktin çocuğudur ondadır ebed ezel
On sekiz bin âlem içre Kenan’ın diyârı ne?
Yukarıda yazılanlar bize derin bir fikir macerasının haberi sayılmak gerekir. Yazının başında işaret etmeye çalıştığım kadîm medeniyet meselesinin günlük Türklük hassasiyetleriyle karıştırılmamak bu bakımdan önemlidir. Milletimiz bize epeyce dar gelen bir toprak parçası içine hapsedilmiş olduğu için tefekkür imkânlarımız da aynı cendere içinde sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Her uyanma hamlesinde bazen sert bazen yumuşak darbelerle içinde uyutulmaya çalışıldığımız beşiğin sallanmasıyla uyutulmaya çalışılıyoruz. İnsanımızın Yemen, Cezâyir, Belgrad, Tuna türkülerimizle ihtar ve ihbar ettiği vatan topraklarımızda yatan şehitlerin îmâ ettiği mâşerî tahassürün yerini İstanbul’un fethi kutlamalarıyla sanki “ bir ezelîve ebedî” kifâyet duygusuna terk etmemiz istenmektedir. AVRUPA’DA TÜRK İZLERİ adıyla bir zamanlar yayımlanan bir belgesel bize tam da bu kifâyet duygusunu zerk etmeye çalışıyordu. Avrupa’da Türk izi(?) Belgeselde Bosna’daki bir müslümana sorulan bir soru ne derin bir fikir çukurunun içinde olduğumuzu anlatmaya yeter: ANA VATAN TÜRKİYE’Yİ ÖZLÜYOR MUSUNUZ? Ana Vatan Türkiye? Yahu hiç mi türkü dinlemez bu insanlar? ESTERGON KALESİ SU BAŞI DUMAN. sadece bir su başını mı yoksa bir dumanı mı söylüyor?
Çok tuğu var göörünüyor Mehmet Ali’nin, var mı bilmiyorum. Ama şiirini ayakta tutan bir ateşi var. Eskişehir’in üç şâri mutlaka okunmalı. Rasim KÖROĞLU, İbrahim SAĞIR, Mehmet Ali KALKAN. Şimdi de ÂHÎ’yi hatırlamak zamanıdır.
Sîne tablını döğüp âh livâsın çekeriz
Hem çekilir livâmız hem döğülür nevbetimiz
Mehmet Ali’nin hem nöbet davulu çalınıyor, hem livâsı çekiliyor. Eyvallah da bir tane tuğla bir şey olmaz ki. Gök geniş iş tuğu bulmakta. Yâni âh ile kızarmış tuğu çıkaracak gönül ateşini bulmakta. Mehmet Ali KALKAN mutlaka okunup ezberlenmeli. Hiç olmazsa Türkçe’nin nasıl âheng ile söylenelebildiğini görmek için.