Candillac “Bir zamanlar çok iyi ve çok güzel olmuş bulunan filan şey artık böyle olmayabilir” der.(1) Jaspers da yalın varlığımız içinde herkesin yaptığını yaptığımızı ifade ettiği düşüncelerinde gündelik hayatın alışkanlıkların ilgisiz aralığında akıp gittiğini söyler. “Herkesin inandığına inanıyor, herkesin düşündüğünü düşünüyorum. Herkes kendini hiç sorgulamadan diğerleriyle özdeşleştirdiği için fikirler, kanaatler, korkular ve sevinçler farkına varılmaksızın bir kişiden diğerine aktarılıyor.”(2)
Kanıksamak koşullanarak normalleştirmektir. Kanıksamak, ezberlenmiş, normalleştirilmiş her şeyle ilgili olabilir. Alışkanlık kavramı tam da bu durumları karşılıyor. Alışkanlık, ancak yok oluşlarıyla, yitirilişleriyle veya bir keşifle fark edeceğimiz değerlerin, bilincinden uzak yaşamaktır. “Eğer insanoğlu, alışkanlıklarını değiştirmeye ihtiyaç duymasaydı, düşünme hiçbir zaman gerçekleşmezdi.”(3) der Peirce. Evet, düşünmek büyük yönüyle alışkanlıkların dışına çıkmaktır. İsterseniz düşüncenin duyarlık ve bilinç hali diyelim. Düşünce ve kişilik birbirini beslemesi, desteklemesidir. Niçin böyle dedim? Önemli olan varlığımıza özümüzün devingenliğini katmaktır. Düşünce adına sıra dışına çıkma çabalarının yadırganacak yanı yok değildir. Sadece sıra dışına çıkmak için düşünen kişinin, kaybolmuşluk hissine veya görünme arzusuna kapılmış sorunlu kişilik olduğunu anlamak zor değildir. Görünür olmak için yaptığı her çaba onu bir ölçüde tatmin de edebilir. Ancak düşününce sıra dışına çıkmaktan korkmayan ve fakat kendini de böyle bir şeye zorlamayan benlik, kişiliklidir. Kimi zaman özgün, özgür arayışlarımız sonrasında alışkanlıklarımıza da imrenebiliriz. Onların güzelliklerini de fark ederiz. Öyle olsa bile bu da bir fark ediştir.
Gündelik hayatımızda fark edemediğimiz sayısız gerçeklikler vardır. “Göz, kendisinde herhangi bir intiba bırakan şeylerin hepsini tabiatıyla görür; fakat şunu da ilave edeyim ki o, ancak bakmasını öğrendiği ölçüde farkına varır.”(4) diye devam eder Candillac, Hayatın genellikle bu fark edemeyişler düzlemi içinde akıp gitmesi, sanılanın aksine bakarkör yaşamamız sebebiyledir. İlgisiz, meraksız sürdürdüğümüz hayat, bize sayısız ‘fark edilmeyişler/ fark edemeyişler’ armağan eder. “Gerçekte olup bitenin ayrıntılarını bilinçli olarak fark etmek son derece zordur, hele gerçek konuşma sırasında bu hiç mümkün değildir”(5) Fark etmemiz için perdenin aralanması, gerçeğin bize gösterilmesi gerekir. Sanat fark etmesi, fark ettirmesi ile böyle bir uyarma, hissettirme belki bilinçlendirme işlevi üstlenir.
Fark edilen, fark ettiren, fark ettirilen her durumda sanatsal bir taraf vardır. Victor Scklovsky’nin “Sanat, yaşama heyecanımızı yeniden kazanmamıza yardım etmek; nesneleri hissetmek, taş gibi yapmak için vardır. Sanatın amacı, nesneye bildiğimiz gibi değil, gördüğümüz gibi anlam vermektir.”tespitine siz de katılırsınız. “Sanatın yöntemi, nesneleri ‘alışılmış’ hale getirmek, biçimleri bulanıklaştırmak böylece algının süresini ve güçlüğünü artırmaktır. Sanatta algılama eylemi kendinde bir amaç olmalı ve uzatılmalıdır. Sanatta itibarı olan, nihai ürün değil, inşa sürecindeki deneyimimizdir.”(6)
Scklovsky bu kez işleyişe bir anlamda ters bir düzlemden, farklı bir açıdan bakar. Sanatçı kimi durumlarda alışılmışın dışına çıkarken, kimi hallerde de sıra dışı olanı alışılmışa indirgeyerek algı oluşturmaya çalışır. İşleyiş doğrudan sanatçının dünyası, ilgisi, tarzı ile ilgili ayrı bir mahiyete haizdir.
İnsan için ‘bilinçli varlık’ deriz. Bilinç, eğer ‘genel geçer kabuller toplamı’ ise sanatın bu toplamı öne çıkarmak, hele bu toplama hizmet etmek gibi bir amacı olamaz. Çoklarına pek anlaşılır gelmese de Gourmont, bilinci sanatın ilkesi arasında görmez.(7) Birçok düşünür ve sanatçının tutumunu özetler nitelikteki bu yaklaşım anlaşılmaz değildir. Genel hayatın kabulleri, alışkanlıklar, koşullanmalar geliştirir. Bir anlamda bilinç dediğimiz işte bu algı tonu ve seviyesidir. Alışkanlıklarımız giderek bireysel bilincimizde bir tıkanma, körelme oluşturur. Alışkanlıklarımızla görür alışkanlıklarımızla görmeyiz. Alışkanlıklarımızla duyar, alışkanlıklarımızla duymayız. Fark edemeyişimizin belki en önemli sebebi ancak kendimize özgü bir bakışla göreceğimiz hadiseleri, genel akışa uygun olarak ıskalayışımız, yani sorgulamayışımız yüzündendir. Özgün bilinç, gündelik hayatın idamesinde kullanılan bilinç tarafından engellenir veya geciktirilir. Bilinç bilince karşı olur. Bilinç bilince arka döner. Scklovsky’nin ‘nesneye bildiğimiz gibi değil, gördüğümüz gibi anlam vermek’ olarak ifade ettiği sanatsal amaç, evvela alışkanlıklarla varlığını sürdüren genel bilinç ile sanatsal yansımalar içeren özgün bakışın ayrımını yapar.
Zamana egemen kılınan gündelik akışın bozulmaması için muhtemel kimi sorgulamaların iyi karşılanmadığı bile söylenebilir. Alışkanlıklar görme biçimimizi, yeteneğimizi olumsuz etkiler. O nedenle alışkanlıklarla var olmaya çalışan kişi, sanatsal bakış ortaya koyamaz. Çünkü sanatsal bakış farklı açıları, farklı yaklaşım biçimlerini, olanların arkasındaki sırrı, sebebi merak eden, kurcalayan bir bakıştır. Lashley’nin “Hiçbir zihin aktivitesi bilinçli değildir” sözü zengin anlamlar içerir.(8) Lashley, bilincimizden çok, alışkanlıklarımızla, fark edemeden yaşadığımıza vurgu yaparken bir yandan da yüksek bir sanat felsefesi yapar. Ona göre zihni bir çaba olarak sanat, sanatçının hesaplı, bilinçli kurgularından bile bağımsız olmalıdır. Sanat bizim elimizle, bizim üzerimizden bizi aşan bir mahiyete sahiptir. Aşkınlığa mani olmamalıyız, zaten mani olamayız. Sanatçı, kendini varlığın akışına bırakarak sadece aramalıdır. O ne bulacağını bilmeyen bir hazine arayıcısı gibidir. Bilinç, bazen bulmaktan çok yitirmemize, hakikatten mahrum kalmamıza yol açabilir. Varlığa katacağımız ilave bir bilinç ilave bir hakikat zaten söz konusu olamaz. Dürüst, sahici sanatçı samimi arayışların insanı olmalıdır. Sanatsal vargı, bulgu veya keşifler özünde böyle bir doğallık, böyle bir ahlakilik taşır. Platon’dan beri sanat, soylu göreviyle burada hayatımıza katılır. “Platon için sanat, ani, doğal, sağlıklı ve içten bir arayıştır. Sanat bir keşiftir. Söz konusu olan uyumu bulmaktır. Ya da hepimizin içinde, ta yaşam öncesinden beri saklı bulunan görkeme yeniden kavuşmaktır.”(9)
Sanat ve sanatçı bizi alır bir keşif gezisine çıkarır. Bizi farklı dünyalara götürür veya farklı, başka dünyaları alır bize getirir. “Sanatçı yaşamın görünümlerine inceden inceye bakmayı bilen, onlardaki örtülü anlamı okuyabilen insandır. Bu yüzden sanatçı, bizim görmediklerimizi görür, bizim duymadıklarımızı duyar, bizim sezmediklerimizi sezer.”(10)
İşte o dünyaları, o duyguları, akılları, insanları gördüğümüz zaman kendi dünyamızın, kendimizin farkına varırız. Sanatın büyüsü buradadır: Zorlamasız ve kendiliğinden bir zihni veya ruhi faaliyet. Searle’nin zihin aktivitesinin bilinçli olmadığı sözünden hakikatin sınırlanamaz, kurgulanamaz, kendiliğinden işleyen karakterini de anlamalıdır. Hakikatin iyi niyetlere ne yapıp edip kendini göstermek gibi bir özelliği vardır. Dürüst ve iyi insana düşen sadece kendine engel olmamaktır. Özellikle kimi entelektüeller fikir ve düşünce adına kendilerini fazla ve gereksiz yere mi zorluyorlar bilmem. Doğal ilişki düzeni içinde kendiliğinden buluşmaları gerekirken, onlar çoğu zaman hakikatle kendi aralarına girerler. Yani kendilerini hakikate, hakikati kendilerine karşı engellerler. Üstelik akıl olmazların zoru içinde kalmayı başarı zanneder. Her bir erdemin yerinin değiştirildiği yaşadığımız dünyada, hemen herkes bu tarz bir akıl ve ruh bulanıklığıyla şaşkındır, şaşırmaktadır. Ya sanatçı? Sanatçı sadece dürüst ve iyi niyetli olarak kulağını kalbine vermiş iç yankısını dinlemektedir. Kendisiyle hakikat arasına girmez. Kendi için ve kendi içinden duyduğu varlığın cevheri niteliği, vicdanın, bozulmamış fıtratın sesidir. Sanatçı orada duydukları ve dinlediklerini bizlere de aktarır. Bizler de kendimize yakın bulduğumuz bu içten arayışlara ortak oluruz. Kurgusuz, plansız, kendiliğinden. Hepsi bu.Sanatçı bize gerçeği göstermez de sanki bizim bulmamıza yardım eder. Biz de onu biz bulmuşuz gibi sahiplenir, içselleştiririz. Aslında hakikat ve güzellik esassa, yapacağımız iyilik için bir çaba göstermek bile değildir. Kendimizi engellemek için çaba göstermediğimiz her durumda, iyilik içimizde, dışımızda her yerdedir.
Hayata nasıl bakıyor, varlığı nasıl görüyoruz?
Bana öyle geliyor ki ölü gözlerle hayata baktığımız için onda bir canlılık göremiyoruz. Oysa canlı bir bakışla ölümlerle bile yok olmayan hayatı, hayatları görebilirdik, görebiliriz.
Belki de tam bir sanatçı bakışından bahsediyorum.
Sanatçı hayata nasıl bakar, nasıl görür?
Cevabı zor bir soru olmamalı.
Varlığa sanatçı olarak bakmak candan, içten, kalpten, ruhtan bakmaktır.
Aşkla, onunla bütünleşerek, coşkuyla ama belki o denli hüzünle. Ateşin, yeni, yaratıcı bir bakışla. Kendini aşarak, bütün ufuklarda dolaşarak. Öze, içeriye bir bakış. Canla, heyecanla.
Sanatçı bakışı, zorlu kaderlerin ayırdığı sevgililerin bakışı olmalıdır. Sanatçı görüşü çocuğun yeryüzünü keşfi gibi, keşfindeki gibi olmalıdır.
Burada sizlerle biri ‘ilk görüş’ diğeri ‘son bakış’ la ilgili iki anekdot paylaşmak istiyorum:
Geçenlerde internette, ‘Yağmuru ilk kez gören bir çocuk’ filmi izledim. Japon çocuk evlerinin hemen önündeki açıklıkta kendini yağmurun altına atıyor, çılgınca, kendinden geçercesine bu mucizeyi kutluyordu. Muhteşem sevinç ve doğal bir cezbeyle kendinden geçen çocuğun zevki ıslandıkça çoğalıyor, çoğaldıkça ıslanıyordu. Annesi kolundan tutup içeri almak istiyor, çocuk her defasında direniyor, kurtuluyor kendine özgü çığlıkları, el çırpmaları ile muhteşem neşeleniyordu. Bu yağmuru ilk gören çocuk. Şimdi unutmuş olsak da, ilk yağmura tanık olduğumuzda, hepimiz aynı coşkuyu yaşamışızdır. Varlığın coşkusudur bu. O coşkuyu ilk çiçeğin açmasında, ilk karın düşmesinde, kuşların uçuşunu, dalında meyveleri ilk görüşümüzde de yaşamışızdır. Irmağı, denizi ilk gördüğümüzde aynı coşku. İlk arkadaşlıklarımızda da böyledir. Bütün hayatı kucaklayan canlılık, bütün canlılığı saran hayat! Fıtratımızdan çıkıp yönelen, sonra tekrar fıtratımıza dönen aşk, aşkınlık! O nedir? O açıklamasızdır. O estetiktir, sanattır; sanatsal bakış, sanatsal duyuştur. Ancak kendinden geçmekle mi anlaşılan? Hayır, kendinden geçilerek yaşanacak olan: Kendinden geçmeksizin yaşanmayacak olan! Baktığımız her şeyde, soluduğumuz her havada, konuştuğumuz her kelimede, her dokunuşumuzda, koklayışımızda varlığın bu tazeliği, bu coşkusu vardır. Eksik olan, bizim yenilenmez duyularımızın tazeliğini yitirmesidir.
Kim bilir o çocuk yıllar sonra belki biz çokbilmiş büyüklerin yaptığı gibi, ilk coşkusunu derin unutuşlar içinde yok ederek yağmurdan kaçacak. Bir rahmeti zahmet bilecek belki. Yağmuru coşkusuz fark edecek, belki o türden bir coşkunun izini bile fark edemeyecek. İlgisini bir saniye bile eksik edemeyeceği başka ciddi uğraşları olacak. Statü, para, marka peşinden koşarken ‘bu yağmur da nereden çıktı’ olacak! Olacak şey mi, tam da en önemli bir zamanda üstü başı ıslanacak, berbat olacak. Yağmurun ilk yağışına kendini bırakan çocuk, canlı bir varlık olarak, hayatın, varlığın canlılığına kendini doğal olarak bırakmıştı. İçindeki ve dışındaki coşkulu ritme uymaktan başka bir şey yapmıyordu. Oysa şimdi, hayatın nesnelleşen alanında, nesnel amaçlar için ritim tutmak mecburiyetinde kaldı, kalıyor. Ruhunu yitirmiş varlığıyla, ruhunu yitirmiş bir hayat yaşıyor. İçinin bir köşesine büzüşüp kaldıysa o çocuk ruhu, şimdi her yağışında rahmet değil zahmet getiren yağmurlardan kaçan canlı cesedini taşıyor. Kalbi, bakışın, görüşün merkezi olmaktan çoktan çıktı. Artık aşkla bakamıyor, hayret edemiyor, kendinden geçemiyor, şaşırmıyor, coşmuyor. Heyecanla göremiyor, tutamıyor, dokunamıyor. Sanki ölü bir tabiata ve yine sanki ölü gözlerle bakıyor. Fark edemeyişimizin sebeplerinden biri, sanki canlı bir dünyaya değil de ölü bir tabiatta yaşadığımızdır. Canlı dünyaya değil ölü bir tabiata bakıyor gibiyiz. Tabiat ölü değilse bile biz ona canlı bakamıyoruz. Sanat belki varlığı ilk kez bakıyormuş gibi görmektir. Her şey yeni, her şey güzel, muazzam. Her şey kusursuz. Noksansızlık, mükemmellik, insanı alıp kendinden götürüyor. Kendimizden geçmek elimizde değil. Elimizde değil hakikatin büyüsüne kapılmamak. Bu büyüyü her şeyden evvel içimizde yitirdiğimiz için sanatkârane bakamıyoruz. Bu ölü bakışlar, ölü duyuşlar sadra şifa sanat icra edemiyor, edemez. Fark etmek hayata canlı bakmakla mümkündür. Canlılığını yitirmiş bakış, fark etme yeteneğini de yitirmiştir. Fark etme yeteneğini yitirmiş bakış da sanat yeteneğini yitirmiştir. Fark etmek üzerinden hareketle bir duyarlık biçimine doğru yol almaya çalışmamız, bir sanat anlayışının estetik boyutlarına işaret etmemiz bu sebeplerden dolayıdır.
Tam da şimdi ikinci olayı anlatabilirim: Ressam Kokoschka, canlı modellerle çalıştırdığı öğrencilerinde bir isteksizlik, bir bezginlik gözler. Bu olumsuzluk onların eserlerine de yansır. Öğrencilere ilham gelmez. Çizgiler de bezgin, hissiz, cansızdır. Bunu aşmak için modelle bir oyun kurarlar. Kokoschka, modelle konuşup bir süre poz verdikten sonra yere yığılma numarası yapmasını ister. Muazzam işleyenin kurgu olduğundan öğrenciler habersizdir. Tam da konuşulduğu gibi, bir süre sonra model yere düşünce, bizim ressam model’in başına koşar, kalbini dinler ve şaşkınlık içindeki öğrencilere modelin öldüğünü bildirir. O anki hüzün ve infiali siz düşünün. Düzmece kimi işlemlerden bir süre sonra model ayağa kalkıp yeniden pozunu alır. “Şimdi çizin onu” der Kokoschka, “Ölü değil de canlı olduğunun farkındaymışsınız gibi çizin”(11)
Bu anekdotu, John Berger ‘O Ana Adanmış’ adlı eserinde anlatır. Söylemeye gerek yok ki, öğrenciler artık daha bir heyecanla ve hiçbir anı, çizgiyi, ışığı, gölgeyi kaçırmamaya özen gösteren dikkatle çizeceklerdir. Coşkuyla, oldukça yoğun. Niçin? Çünkü çizdikleri model az sonra ölebilir. Modele, çizdikleri insana son kez bakıyor olabilirler. Oysa daha önceki çalışmalarında konu olan figür, canlı değil de sanki cansızmış gibi algılanmakta, bu da görme biçimini esaslı olarak etkilemektedir. Robin George Collingwood, “Resim çizmeyi öğrenmek demek esasında görmeyi öğrenmek demektir” der bir eserinde.(12) Öğrenciler modeli görmüyorlar mıydı? Belki yoğun bir bakışla göremiyorlardı. Oscar Wilde’a göre bir insanı sanatçı yapan yoğunlaşmış, yoğunlaştırılmış bakıştır.(13) ‘İlk bakış’ ne kadar varlığın coşkusunu taşırsa ‘son görüş’ de varlığın faniliğini içerir. Faniliğin hüznünü fark etmek de sanatçı için az önemde değildir. Berger’e göre, son görüş, sanatsal niteliği bakımından ilk bakıştan daha önemlidir. “İnsanlar görünün tazeliğinden, bir şeyi ilk defa görmenin yoğunluğundan dem vururlar; ama ben bir şeyi son defa görmenin daha yoğun olduğuna inanıyorum.”der.(14) Sonra sözü vefat eden babası üzerinden kendi deneyimine getirir. Tabutu açtırarak vefat eden babasına son kez baktığı o anı unutamaz. O anı çizmeye çalışır. Üstat o anı şöyle anlatır: “Görebildiğim her şeyden geriye sadece çizim kalacaktı. Çizdiğim yüze bakacak en son kişiydim ben. Tam bir nesnellikle çizmeye başlarken ağladım.”(15)
Her birimizin benzer yaşanmışlıkları vardır. Son bakış! Bütün bir ömür her şeyiyle capcanlı olan o tartışmasız gerçeklik artık sadece düşlerde, hatırada, rüyalarda olacak. Her birimiz için bir ‘son’ olmuştur. Aslında her an hem ilk hem son değil midir? Her an içinde bir başlangıç bir son taşımaz mı? Benim için başlangıç olan senin için sondur. Son bakış, son görüş, son buluşma, son bakışma, son söz, son ses, son kelime, son nefes, son rüzgâr, son istek. Son imkân, son imkânsızlık, son dostluk, son hayat!.. Son her an kapımızı çalabilir. Bir gün perde son kez kapanacak. Ne zaman? He an. Her an ilk gibi. Her an son gibi. Gözlerimizdeki ışık son kez parıldayacak. O zaman son kez bak bakalım dünyaya. Ağaçlara, çiçeklere, eşine, çocuklarına. Dostlarına, kendine, ruhuna, kalbine son kez bak bakalım. Geçmişine, geleceğine, doğrularına, yanlışlarına son kez bak! Ondan sonra değerlendir. Ondan sonra konuş.O zaman başka, farklı, yoğun bir hissediş veya duyumla donanacaksın. Fark etmek ve duyum sanatı etkileyen temel dinamik olur. “Duyum sanatın başlangıcıdır” der Delacroix, (16) İdam mahkûmlarına sordukları gibi: “Son ne söylemek, ne yapmak istersin?” O son düşüncesi gerçek bir süzektir, gerçek bir filtredir. Tam bir yoğunluktur.
Az sonra senin için olmayacak dünyaya, bu hayata son kez bak! Aman Allah’ım. Ne dehşet bir şey. Az sonrası azap, az sonrası ödül. Bu taraf sefalet, o taraf huzur! Böyledir, böyle olabilir. Tersi de olabilir. Bilemeyiz. Bu tarafta bilinenler, ötede bilinmezlikler. Buradan oraya, oradan buraya ruhun, zihnin gidiş gelişi. O aralık dikkat, değerlendirme, eleştiri en saf en sahici halini bulur. O an, o aralık kendimizin, hayatın, varlığın en saf, en yalansız, yapmacıksız, en samimi, en ağırlıklı algılanışıdır. Her şey en açık, en çıplak karşılıklarıyla varlığımızın derinliğinde sarıcı, sarsıcı anlamına kavuşur.
Anlam, aklın, duygunun, hissetmenin de çok ötesinde oluşur. Hem çok ötede, hem derinde hem en yakınımızda. Mesafeler tümüyle ortadan kalkar. Anlam bütün katlarımızı, katmanlarımızı aşarak belki paramparça ederek, varlık özümüzde oluşmaya başlar. Değişmiştir, değişmektedir her şeyin anlamı. Bozulmamış insan varlığımızın tanrısal ilgilere hazır ve hassas fıtratımızın kendiliğinden yoğunluğu, yoğun ürperişi. Gerçek derinlik içimizde, varlığımızın köklerinde, kök damarlarındaymış. O derinliğin kıyısında akıl da duygu da kendi ötesine geçebilir. İşte orada teoriler, kuramlar, poetikalar, politikalar, sosyal, siyasal, kültürel yasalar, ideolojiler, hepten geçerliğini yitirir; hiçleşir. Bir aşkınlığa yükselmek veya bir aşkın(lığın) içimize düşmesiyle hissedilen hiçlik. Artık hiçbir şeyin kalmaz hiçbir anlamı. Her şey bulur hakiki anlamını. O kat, gerçek anlamda varoluş katıdır; saf ve temiz. Kendiliğinden ve tanrısal! Orada formüller, dengeler, denklemler biter. Kaygılar, korkular, beklentiler boyut değiştirir. Umutlar, hasretler, gerçekler, yalanlar başkalaşır. Menzil, aşk, nefret değişir. Her şey varlığın hakiki devinimi, hakiki devrimi içinde yeni, başka, farklı anlama, öneme kavuşur.
Her ilk ve her son bakış, kim(d)e, hangi kategoride olursa olsun bir aşkınlık, bir şaşırma, hayret içerir. İlla da son bakış; bütün ilk ve mükerrer bakışların alışkanlıklarından, tecrübelerinden sonra o son bakış! Son kez baktığımızda belki yağmuru ilk gören çocuğunkine benzer bir duygu yaşayacağız. Duygular karmaşık ilişkiler ağı içinde farklı boyutlara uzayabilir. Artık o uzamda görürüz. O uzamda duyarız. Sanatçı belki de eşyaya son kez bakmayı bilen, son kez bakıyormuş gibi gören kişidir. Farklı sanatsal veya felsefi edalara ilham olacak nitelikleriyle ilk bakıştaki taze, canlı duygular da son bakıştaki olgunluk ve hüzün de bizim için muazzezdir. Yeter ki insan, varlıkla, hakikatle samimi ilişkiler kursun. Bütün gerçeklikleriyle varlık ve hakikat kendilerini bize fark ettirecek sayısız çoklukta yollara sahiptir. Bütün bu yolları bırakıp kendimizi fark etmemenin, fark etmek istemeyişin hoşluğunda nasıl ölümcül bir boşluğa bırakıyoruz?
Fark etme becerisi olarak sanat, mutlaka ilk kez bakıyormuş gibi gören, son kez görüyormuş gibi bakan coşkulu, heyecanlı, olgun, ergin insanların işidir.
1 – E. B. Candillac, Duyumlar Üzerine İnceleme, s.320, çev. Miraç Katırcıoğlu, MEB. yay, İst. 1989.
2 – Otto Friedrich Bolnow, Varoluş Felsefesi, s. 51, der. ve çev. Medeni Beyaztaş, Efkâr yay, İst. Tarihsiz
3 – Celal Tüver, Charles Peirce’ün Pragmatik Felsefesi, s.38, Üniversite Kitabevi yay, İst.2003.
4 – E. B. Candillac, age, s.24.
5 – Walter Porzıg, Dil Denen Mucize, s.122, çev. Vural Ülkü, Atatürk Kültür, Tarih Yüksek Kurumu, TDK. yay, Ankara 1995.
6 – Arthur Asa Berger, Kültür Eleştirisi, s.44, çev. Özgür Emir, Pinhan yay, İst.2011.
7 – Rémy de Gourmont, Düşünce Oluşumu, s.32, çev.Mahmut Özdil, Sayfa yay, İst.2011.
8 – J. Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, s.192, çev. Muhittin Macit, Litera yay, İst.2004.
9 – Denıs Huısman, Estetik, s.22, çev. Cem Muhtaroğlu, İletişim yay, İst. 1992.
10 – Afşar Timuçin, Estetik Bakış, s.140, Buket yay, İst. 2005.
11- John Berger, O Ana Adanmış –Berger’den Seçkiler-, s.9, haz. Yurdanur Salman, Müge Gürsoy Sökmen, 4. bas. Metis yay, İst.2004.
12- Robin George Collingwood, Kısaca Sanat Felsefesi, s.87, çev. Talip Kabadayı, Bilge Su yay, İst. 2011.
13- Oscar Wilde, Sanatçı, Eleştirmen, Yalancı, Katil; s.120, çev. Esin Soğancılar, Kaya Genç, Fatih Özgüven, Türker Armaner, 2. Bas. İletişim yay. İst. 2010.
14- John Berger, age, s.10.
15- John Berger,age, s.10.
16- Afşar Timuçin, Estetik, s.87, 3.bas. İnsancıl yay, İst. 1998.