Necip Fazıl ve Tasavvuf Kültürü

Kökler
Belirtmek gerekir ki Necip Fazıl şiiri, her ne kadar, öncesi ve sonrasına açılan iki kanatlı bir kapı olsa da esas itibariyle tasavvuf, başlangıcından itibaren onun şiirini besleyen ana damarlardan biridir.  Yani, onun bir mürşide bende olmadan evvelki kimi şiirlerinde de mistik muhayyilenin müessir olduğunu söylemek mümkündür. Bu meyanda, Yunus Emre ve Mansûr şiirlerini hatırlayabiliriz.
Necip Fazıl, 1926’da kaleme aldığı ‘Yunus Emre’ başlıklı şiirinde, bu ağacının köklerini besleyen asıl kaynağa dikkat çeker. Bu kaynak, Türkmen kocası Yunus Emre’dir. Şöyle sesleniyor:
“Kaç mevsim bekleyim daha kapında,
Ayağımda zincir, boynumda kement?
Beni de, piştiğin bela kabında,
O kadar kaynat ki, buhara benzet!
Bekletme Yunus’um, bozuldu bağlar,
Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar;
Veriyor, ayrılık dolu semalar,
İçime bayıltan, acı bir lezzet.
Rüzgâra bir koku verir ki, hırkandan;
Geleyim, izine doğru arkandan;
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,
Medet ey dervişim, Yunus’um medet!”
Bir arayış ifadesi olarak da telakki edilmesi imkân dâhilinde olan bu şiirde, Yunus’u sehl-i mümtenî ile söyleten “pişme evresi”ne ilişkin talepler dikkat çeker. Pişme evresinin, tasavvuf literatüründeki karşılığı seyr ü sülüktür. Bu da, ancak bir mürşidin izini sürmekle gerçekleşebilecek bir eğitim ve öğrenim sürecidir.  Peki, mürşide nasıl erişilecektir? Şair, bu erişin kodlarını da çözmüştür: Yunus’un yakasından tutup, onun sevkiyle yola girmek! Necip Fazıl’ın bu şiiri, ondaki arayışın köklerine atıfta bulunması bakımından önemlidir.
Necip Fazıl’ın, Yunus Emre şiirinden dört yıl sonra, 1930’da Tasavvuf tarihinin ve kültürünün renkli simalarından ve irfanî şiirin mümtaz temsilcilerinden biri olan Hallac-ı Mansûr’u, klasik şiirimizdeki mazmunlaşan haliyle, yani “şehîd-i ışk” yönüyle şiirine konu ettiğine şahit olmaktayız. Menkıbevî anlatının şiir dilinde kazandığı zirveyi tescil eden bu şiir, Kısakürek’in manevi kahramanlarından birisi olarak Hallac’a yüklediği anlamı tebellür ettirmektedir.
“Mercan, uçuk dudağında kan,
İnci inci, soluk sakağında ter.
Ne baş yedi, ne kan içti bu meydan
Bu meydan âşık atan canını ister.
Tatlıydı akrebin sana kıskacı,
Acıya acıda buldun ilacı;
Diyordun, geldikçe üst üste acı:
Bir azap isterim bundan da beter.
Sana taş attılar, sen gülümsedin,
Dervişin bir çiçek attı, inledin,
Bağrımı delmeye taş yetmez, dedin,
Halden anlayanın bir gülü yeter!”
Bu iki şiir, Çile’de Kahramanlar bölümündeki Köroğlu ve diğerleriyle birlikte yerini almaktadır. Dolayısıyla onun kahramanlarından biri olan Yunus Emre ve Hallac, irfanî şiirin müessir şahsiyetlerinden olmanın yanında, klasik şiirimizin tedaileri içerisinde de önemli referans noktalarıdır. Şu halde bu örnekler, Necip Fazıl’ın henüz dervişlik dönemi öncesinde, geleneğe bağlı kalarak yeni şiirler yazma gayretinde olduğuna delalet eder. Bunlar; başta “Ölünün Odası”, “Çan Sesi” ve “Boş Odalar” olmak üzere şairliğinin ilk evresinde nazmettiği temalarla mukayeseli olarak okunduğunda dikkat çeken şiirleridir.   Söz konusu ilk dönem şiirlerinde“korku”, “yalnızlık” ve “terk edilmişlik”  gibi duyguların yanında, felsefi anlamda varoluşçuluğun izlerini aramak da imkân dâhilinde görülebilir. Ancak esasen şairin dimağında gizliden gizliye bir irfan sofrasının izlerini yakalamak mümkündür. Kısacası vurgulamak istediğimiz husus, Necip Fazıl şiirinin daha ilk evresinde de, metafizik temel belirgin bir mahiyette varlığını muhafaza eder.
Necip Fazıl şiirindeki metafizik temelin köklerini, öncelikle ailede aramak icap eder. Büyük dedesi  Maraş müftüsü Kısakürekoğlu Ahmet Necip Efendi’den itibaren, dedesi Mehmet Hilmi Efendi ve nihayet babası Abdülbâki Fâzıl Bey, dönemleri gereği,  başta Hafız-i Şirâzî olmak üzere klasik ve irfan şiirini besleyen kaynaklardan haberdar olan ve bunları evlerinde okuyan ve okutan kimseler olarak bilinmektedir.(1) Hadd-i zatında, tekke ve zaviyelerin ilgasıyla alakalı kanun hayata geçirildiğinde, henüz yirmili yaşlarda olan bir şairle karşı karşıyayız… Onun bu yaşa değin, irfanî hayatı besleyen tekke ortamlarında bulunmuş yahut o ortamlara hayat veren manevi dinamiklere nüfuz etmiş olabileceği de göz ardı edilmemelidir.(2)
Öte yandan Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye’de okurken, başta Yahya Kemal, Hamdullah Suphi ve İbrahim Aşkî gibi devrini farklı açılardan temsil eden münevver hocaları tanımıştır. Bu itibarla şairin, her ne kadar Yahya Kemal şiiri üzerinde farklı görüşleri olsa da başlangıçta bir şekilde –en azından gelenekten beslenme açısından- onun etkisinde kalmış olması muhtemeldir. Keza Hamdullah Suphi’nin ritmik edasının ve İbrahim Aşkî’nin manevi / metafizik çehresinin onda mâkes bulduğu ileri sürülebilir. Şu halde, Necip Fazıl’da doğrudan doğruya tasavvufî bakış açısı ve tema açısından olmasa da onun söyleyiş tarzıdaki metafizik zemin ve kaygıların kökleri çok eskiye gider. Fakat şiirindeki poetik dönüşüm, Kaşgârî Dergâhı’nın eski hâdimlerinden ve Medresetü’l-Mütehassisîn’in tasavvuf muallimlerinden AbdülhakimArvâsî’ye bağlanmasıyla birlikte başlayacaktır.
Bağlanma
Bağlanma, bir yola girmek, inabe almak, derviş olmak anlamında kullanıldığı gibi, bir üst akla teslimiyet olarak da değerlendirilebilir. Üst akıl, kâmil insanın aklıdır; manevi ilimleri inisiyatik bir silsileyle tefeyyüz eden kâmil mürşid, içinde bulunduğu irfani mektebin usûl ve erkânı çerçevesinde tâlib yahut sâlik olarak da ifade edilen müridi/talebeyi yetiştirir. Bu itibarla, manevi ilim yahut ledünni bilgi bir yola girerek, geleneksel formlara bağlı kalınarak elde edilen bir ilimdir. Her ne kadar bu ilmin teorik yönü kitaplarda münderiç ise de, yolun sırları satırlarla kayıt altına alınan eserlerden ziyade sadırdan, diğer bir ifadeyle mürşid-i kâmilin meclisinde tahsil edilir. Bu ise, ancak aşkla ve dolayısıyla bağlanmayla mümkündür. Necip Fazıl, Arvâsî’nin huzurunda bağlanma zevkine ermiştir. Bu bağlanmayı şöyle dile getiriyor:
“Benim efendim!
Ben sana bendim!
Bir üfledin de
Yıkıldı bend’im
Ben ki denizdim
Dağ başı bendim
Şimdi sen oldun
Âleme pendim
Benim efendim!”
Şairin “büyük inkılab” olarak nitelendirdiği bu bağlanma, belli ki, uzun soluklu bir muhasebenin neticesidir; fakat öyle uzun süreli muhasebe neticesi midir? Bunu sormak lazım; şu var ki, şairin, Paris’ten devşirilen seküler ve bohem hayatın yüklerinden arınma isteğini, köklerine dönme ve arınma arayışını, yukarıda işaret edilen şiirlerden ve başka mısralardan da tespit etmek mümkündür. Fakat mevzuumuz bu değildir; biz burada sadece bir bakışın, bir nazarın onun bendini yıktığına işaret etmek istiyoruz. Şöyle diyor:
Bana, yakan gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız
Bir kerecik bakılan gözlerle bağlanan şair, bu bakışla birlikte ruhuna çakılan büyük temel çivisinin her zaman farkında olmuştur. Bu büyük temel çivisi, semazen tahtasındaki çiviye benzer; pergelin sabitesidir… O sabite, Arvâsî’nin temsil ettiği Halidî-Nakşî geleneğin esasını teşkil eden şer-i şeriftir.  Bu bağlanmanın neticesinde içine girilen dünya, köklerine dönme idrakini vermiştir. Bu meyanda çokça zikredilen bir beytinde ifade ettiği gibi, “tam otuz yıldır gökyüzünden habersiz uçurtma uçurtan şairin duran ruh saati” yeniden asli mecrasına muvafık çalışmaya başlamıştır.
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum
Necip Fazıl’da bağlanmanın hâsılası, iki şekilde tecelli eder: İlkin şairlik vasfında bir yenilenme… Şiirde yeni temalar, yeni söyleyiş, hayata yeni bir gözle bakış. İkinci olarak, dini-tasavvufi telifat ve neşriyat… Özellikle dini neşriyatın azaldığı, tasavvufi düşünce ve sanatın tezyif edildiği bir dönemde, onun şairlik vasfının üzerine müelliflik, muharrirlik ve naşirlik gibi yeni sıfatlar eklemesi önemlidir. Dolayısıyla Necip Fazılda klasik tarzda bir dervişlik ve sufi şairlik vasfını aramak durumunda olmamalıyız; o, özellikle de itibarsızlaştırılan, tezyif edilen ve meşruiyeti yitirilmek istenen bir alanı modern şiirin imkânlarıyla yeniden gündeme getirdi. Mesele budur; bir hareket adamının Abdulhakim Arvâsî’nin kurduğu irfan sofrasında, Büyük Doğu idealini bulması… Bundan daha öte bir bağlanma tezahürü aramamak iktiza eder.
Necip Fazıl mürşidine, 1934 yılında erişmiş ve bu erişme hali üstadının 1943 yılında beka semtine göçüşüne değin maddi planda devam etmiştir… Kronolojik açıdan dokuz yıllık bir zamanı kapsayan bu süreç, şairin yenilenme ve kendine gelme sürecidir. Bu konuda özellikle O ve Ben’de dikkat çeken ifadeler kullanır. Mesela şöyle der: “Muhakkak olan şuydu ki, ben kendilerini tanımadan dik bir kaya üzerinde gururla dünyaya karşı dikilmiş uyuz bir keçiyken, tanıdıktan sonra memeleri şiş, patlayasıya şiş bir koyun oldum…” Koyun, bereketin, üretimin sembolüdür. Gerçekten de, bağlanma süreci, edebi fikri açıdan inkişaf eden bir dava adamına hayat vermiştir. Bunun hâsılası olarak; başta Büyük Kapı –sonradan O ve Ben-olmak üzere tasavvuf edebiyatındaki menkıbe geleneğinin modern bir numunesi olan Halkadan Pırıltılar, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Yunus Emre, İbrahim Edhem ve Batı Tefekkürü ve İslam gibi eserlere hayat vermiştir. Elbette,  Çöle İnen Nur, İman ve İslam Atlası, Hazreti Ali ve Peygamber Halkası gibi dini edebiyat alanında da dikkat çeken eserler kaleme almıştır.
Necip Fazıl’ın bağlanma süreci –klasik anlamda bir seyr-i sülük aramamak için biz özellikle onun sufiliğini bu şekilde ifade etmek istiyoruz – ve bu süreçte yaşadığı haller, Peyami Safa’nın ve diğerlerinin ileri sürdüğü metafizik kaygıdan çok öte, başlı başına bir varoluş meselesidir. Varoluş meselesidir; zira bunu onun hayat verdiği eserlerinde, “Allah’ı arayan sanat telakkisinde” ve inandığı değerleri yaşama ve savunma noktasında gösterdiği tavizsiz harekette görmek mümkündür. Keza tasavvufi bir kavram olan çileyi, (erbaîn ve halvet) şiirlerini dercettiği esere isim olarak seçmesi, “İç cenk… Velî… Ölmeden ölenlerin töresi” mısraında ifade edilen manaya muvafık olarak, varlık bilincine verdiği öneme delalet eder.  Zaten tasavvuf da bu değil midir? Bir varlık bilinci kazandırmak… Bu meyanda mürşidinin Râbıta-ı Şerîfeve er-Riyâzu’t-Tasavvufiyye (Tasavvuf Bahçeleri) adlı eserlerini sadeleştirerek yeniden yayınlaması dikkat çekicidir.

Hulasa
‘Necip Fazıl ve Tasavvuf’, oldukça geniş mülahazaları gerekli kılan genel bir başlıktır. Lakin burada özellikle O ve Ben adlı eserinden hareketle bağlanma kavramından yola çıkarak bazı mülahazalar yaptık. Bu mülahazalardan hareketle şunları söylemek icap eder:

1. Necip Fazıl’ın şiirleri, her ne kadar tasavvufi hayatı ve kültürü tanıma öncesi ve sonrası şeklinde iki vadide gelişse de, onun evvelki şiirlerinde de mistik muhayyilenin izlerine rastlamak imkân dâhilindedir.
2. Özellikle bağlanma sürecinden itibaren, dini duygu ve düşünceyi sanatının temel sâiki olarak görmüştür. Meşrutiyet süreciyle birlikte ötekileştirilen, tahkir ve tezyif edilen dini-tasavvufi edebiyatın hizmetkârı ve müdafisi olmuştur.
3. Tasavvufî eserleri, irfanî edebiyatın türlerini yeniden canlandırma gayretine işaret eder. Bilhassa siyasi erkin tekkelerin ilgası kanunuyla itibarsızlaştırdığı ve İslamcı anlayışın da modern algılarla ötekileştirdiği bir edebi ve kültürel alanı, estetik gayretten ödün vermeden yeniden gündeme getirdi.

Evet, Necip Fazıl klasik anlamda bir İslam âlimi yahut sufî olarak nitelendirilemez; fakat bağlanmanın ona kazandırdığı hürriyet fikrinden hareketle dinî ve tasavvufî alanda yapılması gerekeni ziyadesiyle yapmıştır. Onun açtığı çığırda, Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergileri çıkmış, sanat ve edebiyat alanında uzun soluklu mektepler oluşmuştur. Ruhu şâd olsun!

[1] Bu meyanda, son dönemlerde Ali Birinci’nin resmi belgelerden hareketle yaptığı bazı tespitler dikkat çeker. Bkz. “Necip Fazıl hakkında yeni tespitler ve tashihler”, Türk Edebiyatı, 47,5 Mayıs 2013,10-18.
[2] Bu konuda Mustafa Kara, onun tekke ortamından yeterince yararlanmış olma ihtimaline dikkat çekmektedir. Bkz. M. Kara, “Vefatının 30. Yılında Necip Fazıl Kısakürek”, Dergâh, 279, Mayıs 2013, 9.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

15 Yıl / Ay Vakti
Bedel Ödemek / Semra Saraç
İlk Kez Görüyor Gibi Bakarak Son Kez Bakıyor Gibi ... / Necmettin Evci
Göğercin/İçin, İçiniçin / Cumali Ünaldı Hasannebioğlu
Eylül / Recep Garip
Tümünü Göster