20. Asırda Bir Horasan Ereni İrfan Fethi Gemuhluoğlu’nun Metafizik Dünyası

Bir almadan, binbir veren
Dikenliklerden gül deren
Yesevi’den bir Alp-eren
Dervişti; Hakk’a yürüdü
(N. Yıldırım Gençosmanoğlu)

“Allah’ına bu kadar severek, böyle gönülden bağlanmış az müslüman gördüm. Taassuptan uzak, açık fikirli İslâm mücâhidi idi. Eski çağlardan alp-erenler tarzındaki eli kılıçlı, yetişkin insanlarının yüzyılımızdaki bir devamıydı sanırım.” (Altan Deliorman)
Giriş
Cahit Zarifoğlu’nun “birilerinin önünde diz çökmeye bağlı büyük medeniyetin fırsatlarından biri” olarak takdim ettiği İrfan Fethi Gemuhluoğlu, son devrin fikir adamlarından olduğu kadar gönül adamlarındandır da. Hattâ onun esas vadisinin bu gönül adamlığı olduğunu söylesek abartmış olmayız. Aşağıda daha net bir şekilde görüleceği üzere onun her düşüncesinin, her sözünün ve her fiilinin arka planında Kur’ân ve Sünnet başta olmak üzere bağlı olduğu tasavvuf yolunun, bir başka ifade ile kapılandığı kâmil mürşidin derin izlerini bulmak mümkündür.
“Aşk gelince cümle eksikler biter”, “İnsana dost olmak, fikre dost olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi vücuduna dost olmak, komşuya dost olmak gibi kademe kademe, ama entegre, bir bütün içinde dostluklar söylenmeye mecburdur” sözlerini ve Yûnus’un “Ben dost yüzün görmezsem/Bu gözlerim nemdir benim” nutkunu dilinden düşürmeyerek bir anlamda içinin aynasının perdelerini usul usul kaldıran Gemuhluoğlu’nun tasavvufî dünyası ve kişiliğine geçmezden önce hayatı hakkında kısaca bilgi vermekte fayda mülahaza ediyoruz.
Hayatı
Gemuhluoğlu, 1923 –bazı kaynaklarda 1922 olarak geçmektedir- yılında İstanbul Göztepe’de dünyaya gelmiştir. Âilesi aslen Niyâzî-i Mısrî’nin doğduğu topraklar olan Malatya’ya bağlı Arapgir’in Gemuh köyündendir. Babası  Mustafa Neş’et Efendi, annesi Fatma Saniye Hanım’dır. Çocukluğu ve gençliği Merdivenköy ve Göztepe semtlerinde geçmiştir.
1940’da Haydar Paşa Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolan Fethi Gemuhluoğlu, eğitimine bire süre devam ettikten sonra eğitimini  yarıda bırakıp askere gitmiş -Gelibolu’da adliye subayı olarak-, 1950-1955 yılları arasında İstanbul’da çeşitli okullarda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği, 1955-1963 arasında İstanbul’da Spor ve Sergi Sarayı Müdürlüğü ve 1963-1965 yıllarında Almanya’da serbest gazetecilik yapmıştır. Bir ara (1965-1966) Millî Eğitim Bakanlığı özel kalem müdürü olarak görev yapan Gemuhluoğlu, 1966-1970 yılları arasında Türkiye Odalar Birliği Basın Müşavirliği görevinde bulunmuştur.
1959’da şahitliğini merhum Rauf Orbay’ın yaptığı bir nikâh ile Dr. Suzan Hanım ile evlenen ve ondan Mehmet Ali ve Veli Selman adında iki çocuğu dünyaya gelen Gemuhluoğlu, mezkur resmî görevlerinin yanı sıra onun asıl kişiliğinin aynası olarak gösterebileceğimiz sahada yani vakıf, dernek vb. hayır kurumların istişare ve yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Nitekim 1950’de Türkiye’deki ilk siyasi dernek olan Kıbrıs’ı Koruma Cemiyeti’nin kurucularından birisidir. O bunlarla da yetinmemiş, kabiliyetli fakat imkânsızlıklardan dolayı okuyamayan gençlere maddî-mânevî destek sağlamak, bir ağabey şefkatiyle onları yetiştirmek düşüncesiyle Aydın Bolak Bey’le birlikte Türk Petrol Vakfı’nı kurarak genel sekreterliğini üstlenmiş ve bu görevini sürdürürken 5 Ekim 1977’de İstanbul’da Hakk’a yürümüştür. Cenaze namazını Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi’ye de intisab ederek feyz almış olan Halvetî-Cerrâhî şeyhi Hacı Muzaffer Ozak kıldırmıştır. Kabri İstanbul Göztepe’de Sahra-yı Cedit Mezarlığı’nda annesinin yanındadır. Kabir taşında talebeliğinden sık sık tekrar ettiği Muallim Nâci’ye ait şu beyit yazılıdır: “Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir/Bir nefes Tevhid’den ayrılmadım, Allah bir”.
Tasavvufî Dünyası
Gemuhluoğlu’nun tasavvufî dünyasının şekillenmesinde üç önemli halka vardır: İlki âilesi, ikincisi yaşadığı çevresi, üçüncüsü ise bu iki halkanın tabiî bir neticesi olarak tasavvuf yoluna girip bir kâmil mürşide kapılanmasıdır.
Âilesi
Kendisini Türkmen soyundan gelmekle birlikte “İslâm milletinden” olduğunu ifade eden Gemuhluoğlu’nun babası Osmanlı’nın son numûnelerinden sayabileceğimiz Mustafa Neş’et Efendi, annesi Kur’an okumayı bilmediği için çöple yazıların üzerinden giderek sevaba ulaşacağına cân u gönülden inanan Fatma Saniye Hanım’dır. Onun “Türküleri, anamın ağlamaklı bir ezgiyle ‘Ninni Balam’ından ‘Yeşil Kurbağalar’a kadar söylediği muhrik sesle sevdim. Türkçeyi babamdan öğrendim sayılır. Sağlam ve sert bir konuşma havası vardı. Sevdim, fakat ondaki tılsımı bir türlü çözemedim. Her şeyimi anama ve babama borçluyum.” dediğini biliyoruz. Ancak hemen ifade edelim ki üzerinde en çok etkisi olan ümmî bir derviş diye nitelendirebileceğimiz annesi Fatma Saniye Hanım’dır. Gemuhluoğlu’nun sohbetlerinde kendisin “çağam” diye hitap eden annesinden zaman zaman naklettiği atasözü niteliğindeki beyanları ile “Ben ana dendi mi bir hoş oluyorum”, “Anam bana, ‘sana yessir (esir) olayım’ derdi. Sonraları yessir de oldu.” , “Benim kadın anam derdi ki…” ve “Rahmetli anam der ki …” ifadeleri bu durumun açık göstergeleri olsa gerektir.
Esas itibariyle böyle bir âilenin çocuklarına verdikleri “İrfan Fethi” ismi de onların tasavvufî dünyadan çok uzak olmadıklarının, bu atmosferden soluklandıklarının bir işaretidir. Zira tasavvufta “irfân”, Hak ilmi, ledün ilmidir. Bu ilme sâhip olana ârif denir. İrfân ilmi de ilhâm yoluyla, mânevî fetihlerle kâmilin insanın gönlüne gelir ve kâmiller aynı zamanda gönül fâtihleridirler. Nitekim Mehmet Çavuşoğlu, Gemuhluoğlu ile ilgili yazısında “Bir hadise göre isimler gökten inmişlerdir. Herkesin her şeyine, huyuna, suyuna ve yaratılışına göredir. Fethi ağabey, Feth kelimesinin ‘açmak’ mânâsında hareketlerle gönülleri açtığı için Fethi isminin mazharı idi” şeklinde ifade ederken, Muharrem Ergin, “Onun da Fetih isminden nasibi vardı, onun siması bir Fetihti, lisanı bir fetihti, tavrı, edası ve hâli bir Fetih’ti, zaten Vakıf’ta da işi gücü önüne gelenleri fethetmekti” ve Ergun Göze, “Çağam demiş ben cahilim, okumam yazmam yok. Kur’ân’ı okuyamıyorum. Bu şevkle Kur’ân üzerinden geçiyorum ki belki Allah bana bir hatim sevabı verir. İrfan Fethi, asıl ismi, bir ismi de İrfan’dı. İşte bu irfandan, mayasını bu mayadan, bu tevhid mayasından aldığı o nûr ki bizi, hepimizi ve şu anda bulunan Türkiye’nin birçok yerlerinde bulunan birçoklarını ona merbut kılmıştır” şeklinde dile getirmişlerdir.
Çevresi
Gemuhluoğlu’nun çocukluk ve gençlik dönemlerinin Osmanlı’nın son demlerine yetişmiş ilim, irfan, düşünce ve hâl ehli insanların yaşadığı Merdivenköy ve Göztepe semtlerinde geçtiğini biliyoruz. Cahit Atasoy’un Gemuhluoğlu ilgili bir yazısında kaydettiğine göre o, “Merdivenköy’de, Göztepe’de yaşamış olan, bilhassa Derviş Nâfiz Efendi gibi bir insanın Türkçesine hayran olan” bir şahsiyettir. Onun “söz semâzeni” olmasında Nâfiz Efendi’nin büyük tesiri vardır. Göztepe semti de kendi ifadesi ile çocukluğunu, gençliğini yaşamadan büyüklerin arasına karıştığı muhitinde yaşadığı insanlar, temas ettiği, feyz aldığı insanlar “gözyaşı ile boy abdesti alan” hâl ehli kimselerle doludur. Nitekim Gemuhluoğlu bir keresinde muhitini tanıtırken “Ben gözyaşı ile gusül abdesti alan dervişler gördüm.” demiştir.
Tasavvuf Yoluna Girişi, Şeyhi ve Tarîkat Silsilesi
Derviş Nâfiz Efendi gibi şahsiyetlerin, gözyaşı ile boy abdesti alan dervişlerin bulunduğu çevrede büyüyen Gemuhluoğlu, tabiî olarak tasavvufa da meyletmiş ve bu yolda ilk olarak Halvetiyye’nin Şa‘bâniyye kolundan “Türbedâr Azîz” diye bahsettiği Ahmed Amîş Efendi’nin halifesi Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi’ye intisab ederek feyz almıştır. Kendisi de bir mektubunda mürşidinin Ahmed Tâhir Efendi olduğunu ifade etmiştir: “… Kendilerini Azizim Efendim Ahmed Tâhirü’l-Memişiyyü’l-Mar‘aşî Hazretleri yetiştirmişlerdir.”
Gemuhluoğlu’nun şahsiyetinin şekillenmesinde Halvetî-Şa‘bânî yolunun büyüklerinin düşünceleri, sözleri, kişiliklerinin yanında bilhassa mürşidi Ahmed Tâhir Efendi’nin önemli ölçüde tesiri olmuştur. Bu sebeple mürşidi Ahmed Tâhir Efendi’nin hayatı ve kişiliği hakkında kısaca bilgi vermekte yarar vardır. Kadı, dersiâm, vâiz olarak da tanınmış olan Ahmed Tâhir Efendi, 1885’te Maraş’ta dünyaya gelmiştir. Medrese öğrenimini Kayseri’de tamamlamış, ardından Dârülfünun Ulûm-i Riyâziyye ve Tabîiyye Şubesi ile Hukuk Şubesi’ni birlikte okuyarak mezun olmuş ve daha sonra Medresetü’l-kudât’a girmiştir. 1914’te Medresetü’l-kudât’dan mezun olduktan sonra I. Dünya Savaşı yıllarında Kafkas Cephesi’nde askerliğini hukuk müşaviri olarak yapmış, sonra Sivas Suşehri’nde kadılık ve kaymakam vekilliği yapmıştır. Daha sonra İstanbul’a dönen Tâhir Efendi, burada Beyazıt Dersiâmlığı, Ayasofya Câmii, Sultan Ahmed Câmii ve Nuriosmaniye Câmii vâizlikleri görevinde bulunmuştur. 1941’de Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde Kütüphaneler Tasnif Heyeti üyesi olarak çalışan Tâhir Efendi, 1951 yılında emekli olmuştur. 11 Temmuz 1954’te İstanbul’da Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde Hakk’a yürümüştür. Kabri, Fatih Câmii haziresinde mürşidi Amîş Efendi’nin yanındadır.
Tâhir Efendi, zâhirî ilimleri tahsil etmenin yanında tasavvufa da meyletmiş, bu sebeple Dârülfünun’da okurken arkadaşları Hüseyin Avni (Konuk) ve Yûsuf Bahri beylerle mürşid arayışı içinde olmuştur. Bu amaçla İstanbul’daki tekke şeyhlerini ziyaret etmişlerse de bir türlü aradıkları nitelikteki şeyhe kavuşamamışlardır. Son olarak adını duydukları Hamzavî-Melâmî şeyhlerinden Seyyid Abdülkâdir Belhî’ye gitmişler ve o da nasiplerinin Fâtih türbedârı Ahmed Amîş Efendi’de olduğunu belirtmiştir. Tâhir Efendi, ertesi gün Amîş Efendi’ye gitmiş ve ondan el almıştır. Amîş Efendi’nin 9 Mayıs 1920’de Hakk’a yürümesi dolayısıyla yerine geçen Kayserili Mehmed Tevfık Efendi’ye bağlanmış ve onun da 1927’de Hakk’a yürümesi üzerine halîfesi olarak irşad postuna oturmuştur.
Tâhir Efendi’nin tarikat silsilesi Pîr Şa’bân-ı Velî’ye şu şekilde ulaşmaktadır: Kayserili Muhammed Tevfik Efendi, Ahmed Amîş Efendi, Niğdeli Bekir Efendi, Bosnalı Muhammed Tevfik Efendi, Kuşadalı İbrâhim Efendi, Beypazarlı Ali Efendi, Mustafa Çerkeşî, Şeyh Abdullah Rüşdî, Şeyh Muhammed Zoravî, Seyyid Muhammed Nasûhî, Karabâş-ı Velî, Şeyh Mustafa Muslihuddin, Şeyh İsmâil Kudsî, Şeyh Ömer Fuâdî, Şeyh Muhyiddin Etfal Kastamonî, Şeyh Abdülbâki İskilibî, Şeyh Şa‘bân-ı Velî.
Arap, Fars ve Eski Türk edebiyatlarını iyi bilen, vaazlarında âyet ve hadislerin yanı sıra Mevlânâ’nın Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr’inden beyitler okuyup herkesin anlayacağı şekilde açıklayan Tâhir Efendi’nin asıl etkisi, Koska’daki evinde, devrin entelektüellerinin devam ettiği Beyazıt Küllük Kahvesi’nde, Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki odasında, Çengelköy’deki yazlığı olan Sultan Vahdeddin Köşkü’nde yaptığı sohbetlerle olmuştur. Nitekim Küllük Kahvehânesi’ndeki sohbetlerine başta müridi Fethi Gemuhluoğlu olmak üzere Evrenoszâde Sami Bey, Mustafa Efendi (Özeren), Hasan Nevres, Miralay Hilmi Şanlıtop, Muzaffer Ozak, Mehmed Ali Yitik, Vehbi Güloğlu gibi müridlerinin yanında Babanzâde Ahmed Nâim, Muhiddin Raif, Neyzen Tevfik ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi dönemin önde gelen zevâtı ve üniversite öğrencileri katılmıştır.
Abdullah Uçman’ın verdiği bilgiye göre Gemuhluoğlu, mürşidi Tâhir Efendi’nin Hakk’a yürümesinden sonra ise onun halifelerinden Mustafa Efendi (Özeren)’e bağlanmıştır. Mustafa Efendi, Kayserili Muhammed Tevfik Efendi’nin halîfelerinden olup, 20.1.1982  tarihinde vefat etmiş, Sahra-yı Cedid’deki Muhammed Tevfik Efendi ve Gemuhluoğlu’nun kabirleri yanına defnolunmuştur.
Burada şu husus hatırlatalım ki Gemuhluoğlu’nun adeta atasözü niteliğindeki sözlerinin arka planında gerek Ahmed Amiş Efendi’nin, gerek Ahmed Tâhir Efendi’nin ve gerekse Mustafa Özeren Efendi’nin aynı tarz ve üslupla beyan ettiği sözler vardır (Krş. Altuntaş, Fatih Sertürbedârı, s. 19-161, 169-191; Kucur, s. 301-302).
Tasavvufî Kişiliği
Gemuhluoğlu’nun tasavvufî kişiliğinin öne çıkan hususiyetlerini şöyle sıralamak mümkündür:
1. Necip Fâzıl’ın deyimiyle “… gönlü tasavvuf kokusuyla ıtırlı ve en murassâ Osmanlıca zarfı içinde İslâmî zevk mazrufuyla nakışlı, son turfanda bir tip” ve Muharrem Ergin’in takdimi ile “tevhid’in gerçekten bir parçası” ve “otuz yıldır tevhid’e intisab etmiş” olan Gemuhluoğlu’nun tasavvufî kişiliğinin başta gelen hususiyeti, tevhiddir diyebiliriz. Nitekim o, “Benim bütün işim çektiğim çilelerin biricik hedefi tevhide, Muhammedî hakikate hizmettir. Hiçbir münasebetim, hiçbir hareketim bunun dışında bir gayeye müteveccih olmadı. Alâka kurduğum insanlarla arama girmedi” demiştir.
Onun bu tevhid çizgisi dâiresine “Lâilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyen herkes girmiştir. Salih Suruç’un Ergun Göze ile yaptığı röportajda sorulan soruya verilen cevap bunun en bariz delilidir:
“- Kendisiyle görüşen, tanışan, herkesin sevgisini kazanmasının sırrı neydi sizce?
– Gayet basit. Ehl-i tevhid idi. Şimdi bana telefon eder, ‘Ergun Can bana iki tane Nur talebesi gönder. Telefon eder, bana der ki iki tane ülkücü gönder, alnı secdeli olsun. Yahutta durur durur ‘Batı Trakya’dan iki tane Müslüman gence burs verdim, gönlüm istyiyor ki Yugoslav Müslümanlarından da iki tanesine vereyim. Bana öyle gönlü, alnı secdeli varsa gönder… Ben
Lâilâhe illallah Muhammedün Resûlullah diyenlerle beraberim, başka bir şey aramadım.”
Ergun Göze, sözlerine devamla Gemuhluoğlu’nun en büyük tarafının “Ehl-i Tevhid” oluşu olduğunu belirterek bu durumu cenazesinde dahi müşâhede ettiğini, Cahit Tanyol gibi, İsmet Zeki Eyüpoğlu gibi ateist olarak övünen şahsiyetlerin dahi namazını kıldığını söyler.
2. Gemuhluoğlu, şeriata, Kur’ân’a, Sünnet’e gönülden bağlı olup, Allah’a, Hz. Peygamber’e, Ehl-i Beyt’ine, Ashâb’ına ve velîlere aşk ve muhabbeti sonsuzdur. “İslâm devlet nizamıdır”, “Alnı secdeli olmak gerekir”, “Tasavvufa zâhire (şeriata) riâyettir”, “Önce selâm, sonra kelâm”, “Önce yoldaş, sonra yol”, “İnsan sevgisi, Peygamber sevgisiyle başlar”, “Peygamber-i Ekber’e bağlanmadan yürünmez, aşılmaz hiçbir engel”, “Sizler bir Hadis-i Nebevî’ye uyarak ittibâ ve inkıyâd ederek (Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanınız). Sizler Ashâb-ı Güzin’in ahlâkları ile mânânızı tezyin ediniz. Arkadaşlıklarınızı rızâ-yı Bârî için yaşayınız.” diyen Gemuhluoğlu’nun hemen her sohbetine başlamadan önce söylediği şu ifadeler durumu çok net bir şekilde fotoğraflar mahiyettedir: “Evveli, âhiri, zâhiri, bâtını selamlarım. El-Evvelü Allah, El-Âhirü Allah, Ez-Zâhirü Allah, El-Bâtınü Allah. Sâhib’i selâmlarım. Sâhib-i Hakîki’yi selâmlarım. Sağımı, solumu, önümü, ardımı selâmlarım. “Levlâke Sırrının Mazharı”nı selâmlarım. Vâlidesini, Hadîce Vâlidemi, Fâtıma Vâlidemi selâmlarım. Cihâr-ı Yâr-ı Güzîn’i selâmlarım. Erkân-ı Erbaa’yı: Selmân’ı, Mikdâd’ı, Ammâr’ı, Ebu-Zerr’i selâmlarım. İmâmeyn’i Muhteremeyn’i selâmlarım. Tâife-i ecinnîyi selâmlarım, mü’minlerini ve müslimlerini. Ve sizi selâmlarım. Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde buyuruyorlar ki, ‘Önce selâm, sonra kelâm’. Önce sizi selâmlıyorum. Yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki bir hadîs-i nebevilerinde, “Önce refîk, sonra tarîk”. Önce yolda yoldaş, sonra yol.”
Gemuhluoğlu’nun Nevzat Sezer’e gönderdiği bir mektubundaki ifadeleri de konumuz açısından dikkat çekicidir: “Anam biraz daha kendine gelir-gelmez izn-i İlâhî, izn-i Resûl, ve izn-i Azizân ile evleneceğim. Sanırım Eylül’de evleneceğim, Herhalde Ekim’de evli olurum. Evli-barklı değil. Sadece evli olurum. Ev’li değil, helâlli. Kadınlı”. Alâattin Fırat “O’ndan Kalan Birkaç Söz” başlıklı yazısında Gemuhluoğlu’nu “Allah’a âşık, Resûlüne (a.s.) âşık, gönül ehli. Hanedan-ı Ehl-i Beyt’e muhip bir derviş kişi” olarak tanıtırken, Mustafa Miyasoğlu “Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi, evliyâ saygısı üslûbunun belli başlı özelliklerindendi” ve Süleyman Yalçın da “Gönül deyince Gemuhluoğlu’nun sevgi ve aşk kaynağına, yani İslâm’a, onun tebliğcisi Hz. Resûl’e âşık ve ashâba ve ehl-i beyt’ine bağlı, o yolun mümtaz kavmi olduğu için de Osmanlı Türk’üne hayran bir insan tanıyorum” şeklinde sunmaktadır.
3. Gemuhluoğlu, mürşidleri Kuşadalı İbrâhim, Ahmed Tevfik Bosnevî, Ahmed Amîş ve Maraşlı Ahmed Tâhir efendilerin tasavvufî terbiyede esas aldıkları sohbet, muhabbet, hizmet ve râbıtayı benimsemiş ve bunlardan bilhassa sohbet, muhabbet ve hizmeti hayat tarzı ve felsefesi olarak bütün ömrü boyunca sürdürmüş, bunları çevresine ve dostlarına telkin etmiştir. Onun, “İnsanoğlu, Peygamber-i Ekber’e ittibâen ve inkıyâden Hakk’ın ıyâli olan halka hizmet için mükelleftir.”, “Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, ‘Sevdiklerinize sevginizi izhâr ediniz.’ Yunus diyor ki, ‘Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar.’ Görüyorsunuz ki, hilkât muhabbet üzere ve aşk üzere halkedilmiş”, “İnsana dost olmak, fikre dost olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi vücuduna dost olmak, komşuya dost olmak gibi kademe kademe ama entegre bir bütün içinde bütün dostluklar söylenmeye mecburdur.” ve  “Fakiriniz bildiğiniz gibi idâme-i hayat eylemekteyim. Vakıf çeşme misdali kendimizi sebil etmişiz, günlerimizi sayıp dururuz. ‘Günler gelip geçmekteler. Kuşlar gibi uçmaktalar’ diyor şiir. Öyle diyor. Bizim hâl ü ahvâlimizi de dile getiriyor. Sohbet’in farz olduğuna iman ettiğimiz için sizin gibi Hakk’a bıyun bükmüş, teslimiyetkâr zât-ı akdeslerle arada söyleşiriz. Daha doğrusu dinleriz. Sonra da dinlediklerimizi yaşayabilir miyiz, diye bir gayrete, bir çaba’ya düşeriz. Allah biz de derviş-meşrep bir hâl ihsân buyura” ifadeleri onun almış olduğu bu tasavvufî terbiyenin tezahürleri olsa gerektir.
4. Gemuhluoğlu, mürşidi Ahmed Tâhir Efendi gibi tarîkaten Halvetî-Şa‘bânî olmakla birlikte meşreben Melâmî’dir. Ahmed Tâhir Efendi’nin Melâmîliği ise mürşidi Ahmed Amîş Efendi dolayısıyladır. Şöyle ki Amîş Efendi, 1886 yılında Üsküp’te üçüncü devre Melâmîliğinin pîri Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî ile görüşmüş ve ondan “teberrüken” icâzet almıştır. Amîş Efendi, Nûru’l-Arabî’den sonra zamanın en büyük Melâmîsi olarak tanınmıştır.
Enver Güreli’nin bir yazısında belirttiğine göre esasen Gemuhluoğlu’nun Melâmîliği küçük yaşlardan itibaren başlamıştır: “Fethi küçük yaşta bir melâmet kisvesine bürünmüş bir insandır benim kanaatim. Hiçbir zaman Fethi baktığınız zaman karşıdan onun dış hayatı ile iç âlemini anlamak bir insan için çok zordu. Bu onun yetişme tarzıydı. Bu onun küçük yaşta büyük üstadların elinde aldığı bir terbiye iktizasıydı.”
Melâmîlik, ilk dönemlerde Melâmetîlik adı altında gelişmiştir. Melâmetîler, iç dünyalarında samimiyetin en süt seviyesine ulaşmaya çalışırlar ve onlar için tac, hırka, âyin, tekke gibi şeklî unsurlar önemli değildir. Esas olan öz, kalptir. Bir tarikat olmaktan ziyade bir yaşam, tarz, üslup ve meşrep olup, hemen her tasavvuf ekolünde bunu tercih edenleri görmek mümkündür.
“Bizi inzivaya çekilmiş say,mescid ile medreseyi terk eyledik zâhidlere… Hakk’a ibadet etmeye, yeter bize viraneler…”, “Benden bahsetmeyin, benim ismim önemli değil, ben gizli kalayım.” sözleri ve Orhan Şaik Gökyay’a ait zaman zaman tekrarladığı “Elâleme şen görünür dört köşem/Bilen bilir kırık yerim neremdir” şiiri onun bu yönünü gösteren ipuçlarıdır. Bu durum, Yaşar Nuri Öztürk’ün bir gazetede Ramazan sayfası için hazırladığı röportaj serisine kendisini dahil etmek istemesi üzerine verdiği cevapta da açıkça görülmektedir: “Bu işte isim ve resim neşredileceğinden, bize göre değildir. Biz saklı kalalım daha iyi.”.
“İbadetini gizlemeyi ve kozmopolit çevrelerle bile geçinmeyi tercih eden” Gemuhluoğlu’nun Melâmîlik yönünü ortaya koyan durumlardan birisi de kanaatimizce Hacı Bayrâm-ı Velî’ye olan muhabbetidir. Bilindiği üzere “İkinci Devre Melâmîliği” olarak nitelendirelen Bayrâmî Melâmîliğinin kurucusu Bıçakçı Ömer Dede, Hacı Bayrâm’ın halîfelerindendir. M. Akif İnan’ın bir yazısında anlattığına göre Gemuhluoğlu, “Ankara’yı hiç sevmezdi. Hacı Bayram ve çevresini adeta Ankara’dan ayrı bir yer sayar ve buraya olağanüstü bir bağlılık gösterirdi. Ankara’ya gelişlerinde, Hacı Bayram’a yakın bir otelde kalırdı. Sabahları Hacı Bayram’a giderdi. Bazı akşamlarını da yine türbeye bakan bir çayhanede yakınlarıyla sohbet ederek geçirirdi. Yüzü Hacı Bayram’ın türbesine dönük bir vaziyette otururdu. Etrafındakilerin de sırtlarını türbeye dönmeyecek biçimde oturmalarına özen gösterirdi.” Hacı Bayram’ı Gemuhluoğlu’ndan öğrendiklerini belirten Rasim Özdenören de onun bu Hacı Bayram sevgisine temas ederek şunları söylemektedir: “Ankara’ya her gelişinde ilk işi, Hacı Bayram-ı Velî’yi ziyaret etmek olurdu. Yeni bir ile koyulmuşsak, bize, Hazretin ziyaretinde bulunup bulunmadığımızı sorardı. Ankara’da mesken edinmemizi öğütlerdi”.
5. Tasavvufta riyâzet ve mücâhede yolunun temel ögelerinden olan kıllet-i taâm, kıllet-i kelâm, kıllet-i menâm yani az yemek, az konuşmak, az uyumak ilkesine azami hassasiyet göstermiş, özellikle az konuşmaya ve az uyumaya son derece önem vermiş, bu bağlamda muhataplarına sık sık telkinlerde bulunmuştur. Nitekim “Dostluk Üzerine” adlı meşhur konuşmasında o kendisini kırk senedir söz, yirmi beş senedir yazı orucu tutan biri olarak tanıtmış, çok uyumanın insana vereceği zararlar üzerinde durmuştur: “Dostluk üzerine konuşmak gibi, hiç mu’tâdım değil konuşmak. Elli üç yaşındayım. Kırk senedir söz orucu tutuyorum. En az yirmi senedir, yirmi beş senedir yazı orucu tutuyorum. Ne yazarım, ne çizerim. Zaten okur-yazar takımından da değilim.” “İnsanın uykuya sırt çevirmesi lâzım. Peygamber-i Ekber uyumazlardı. Eğer Türkiye’de insanlar, Türk insanı, Müslüman insan, Millet-i İslâmiyye’nin insanı, İslâm Milleti’nin insanı, yeniden bir ba‘sü ba’de’l-mevt (öldükten sonra dirilme) sırrını yaşamak istiyorsa, onu ihyâ etmek istiyorsa, yeniden bir ba‘sü ba’de’l-mevt’e doğmak istiyorsa, uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya düşman mı olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, politikaya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, hırs-ı mâl ve hırs-ı câha dost olmayalım. Ben parayı sol elleri ile tutanların destanımsı, mucizemsi hikâyeleri ile büyümüş bir arkadaşınızım.” O uyku ile ilgili olarak bir mektubunda ise şöyle söylemiştir: “Uyku gaflettir. Uykuyu azaltırsanız zamanınız çoğalır”.
6. Gemuhluoğlu, âlemde Hak’tan başka gerçek varlık olmadığı ve her şeyin O’nun tecellîlerinden ibaret olduğu anlamına gelen vahdet-i vücuda kâil olan bir derviştir. Ona göre, “Allah bu âlemi yaratmıştır ve âlemi sevmektedir. Bu âlemde de gülen hiçbir şey yoktur. Bu âlemdeki tecelli, bu âlemdeki varlıklar O’nun tecellisinden başka bir şey değildir. Aşk mevcudun sıfatıdır. Vucûd bulan ise, O’nun tecellisidir. O hâlde insanların bu âlemi sevmeleri, ilâhî emrin bir neticesidir.”. Zira Cenâb-ı Hak kudsî hadiste “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim ve muhabbetimden insanı yarattım” (Aclûnî, Keşfu’l-Mahcûb, c. II, s. 132) buyurmuştur.
7. Uğur Derman’a göre Gemuhluoğlu, “vuslat” adamı, “güzel adamı” ve “güzel adam” olup, hayatı cezbe ve istiğrakla geçmiştir. Mecâzib-i İlâhiyyeden yani Hak meczuplarındandır.
8. Gemuhluoğlu, sözü, fiili ve siması ile Allah’ı hatırlatan bir Hak dostu olmanın peşindedir. Nitekim Ergun Göze bir yazısında, Gemuhluoğlu’nun “Dost, bir Allah dostunun, ya kavli, ya fiili veya siması ile insana Allah’ı ihtar etmelidir” sözünü dile getirerek onun bu tarife göre üç başı mâmur, dört başı mâmur bir dost, sözü, fiili ve siması ile Allah’ı daima kendilerine hatırlatan bir velî olduğunu belirtmektedir.
9. Gemuhluoğlu, abdestsiz gezmemeye, temiz olmaya, zikirli ve besmeleli olmaya da oldukça ehemmiyet vermiş, böylesi kişilerin güçlü ve ancak özgür olacağını belirtmiştir: “Hazırlıklı olmalıyız. Abdestsiz gezme. Temiz tahir ol. Zikir’li ol. Besmeleli ol. O zaman topun, tüfeğin, atom bomban olur. Güçlü olursun. Mistik insanlar özgürdür Ali. Yalnız onlar özgürdür. Bu konuyu düşünmeye çalış.”
10. “Ben de bir enstrüman, saz çalsaydım, belki de çıldırabilirdim”, “Türkülerle de bizim hüznümüz Allah’adır” ve “Türkülerde Hak da var” diyen ve “Türki Musikisi mektebinin temelinde harcı olduğu belirtilen” Gemuhluoğlu, Şeyh Gâlib, Neyzen Tevfik gibi Mevlevî şâirlere muhabbet duyup şiirlerini sohbetlerinde nakletmenin yanında Mevlevî musikisine de ilgi duymuş, bu sebeple oğlu Selman’ın ney’e başlatmış, Aka Gündüz Kutbay’a ney öğrenmesi için göndermiş ve Selman çok kısa süre içerisinde ney üfler hale gelmiştir.
Kaynakça;
Abdullah Kucur, “Mustafa Özeren Efendi”, Sahabe’den Günümüze Allah Dostları, Şule Yay., İstanbul 1996, c. X, s. 298-302.
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Rehber Yay., Ankara 1997.
Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine, Boğaziçi Yay., İstanbul 1978.
Ferman Karaçam, “Gemuhluoğlu, İrfan Fethi”, DİA, c. XIV, s. 16-17.
İhsan Işık, Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi, Elvan Yay., Ankara 2004, Genişletilmiş 3. Bsk., c. II, s. 777-778.
Abdullah Uçman, “Hâtırlar Arasında Mehmed Çavuşoğlu”, Gazi Türkiyat, Bahar 2011,  Sayı: 8, s. 116.
İsmail Hakkı Altuntaş, Fatih Sertürbedârı Tırnovalı Kutbu’l-Ârifin, Gavsu’l-Vâsilîn Mürşid-i Kâmil Ahmed Amiş Efendi, Seçil Ofset, İstanbul 2012.
Mustafa Özdamar, Ahmed Amiş Efendi, Kırk Kandil Yay., İstanbul 1997.
Nihat Azamat, “Ahmed Amîş Efendi”, DİA, c. II, s. 43-44.
Nihat Azamat, “Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi”, DİA, c. XXVIII, s. 38-39.
Yaşar Nuri Öztürk, Son Devir Türk Tasavvufu ve Bosnalı Muhammed Tevfik Halveti, Yeni Boyut Yay, İstanbul 1991, 2. Bsk.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

15 Yıl / Ay Vakti
Bedel Ödemek / Semra Saraç
İlk Kez Görüyor Gibi Bakarak Son Kez Bakıyor Gibi ... / Necmettin Evci
Göğercin/İçin, İçiniçin / Cumali Ünaldı Hasannebioğlu
Eylül / Recep Garip
Tümünü Göster