1.
“Sanatın yardımıyla konuşmalarda açığa çıkamayanları fark ederiz.”(1)
Sadece konuşulanlarda mı; gördüğümüz, duyduğumuz, izlediğimiz her şeyde açığa çıkmayanları fark ederiz. Sanat hakikati görmek, anlamak, duymak ve fark etmek için bir yol ve yöntem olarak bakış açımızı, duruş yerimizi değiştirmeyi teklif eder. Bunu yaparken fark ettiğimiz anlamları yeni koşullanmalara dönüştürmez. Her anlam kendi an’ında bir karşılık bulur. ‘An’ değişir değişmez anlam da değişir. An’la anlamın değişimi, akışa can, heyecan katar. Varlığın, hayatın büyüsü de büyülemesi de bir yönüyle buradadır. Değişimle fark ettiğimiz sonsuzluğun, sonsuzluğu fark etmekle duyduğumuz özgürlüğün büyüsü, büyülemesi! Sanat duygu ve düşünce evrenimiz içinde, sabit olanın yanlışla eşitleneceğini bilir. İnsan için değişmez olan yoktur. Değişmez hakikat ancak Tanrıdır ve Tanrınınkidir. Bir üst algı ve değer formu olarak ilahi olana inanan veya yakın duran sanatçı, diğerlerinden daha fazla farklı yer ve açılardan bakmayı, anlamanın kendiliğinden şartı sayar, saymalıdır. Çünkü o varlığın çokluğuna, çoğulculuğuna, katılımcılığına inanır. İster bir dalış, ister bir temaşa ister bir süreç olsun, onun karşısında, peşinde, bir arayışa bir arayışın serüvenine çıkmak, bulmaktan daha zevklidir. Fark etmek sanatçı için farklı bir keşif, farklı bir kavrama sürecidir.
Kuşkusuz diğer bilgi ve bilim disiplinleri için de her şey fark etmekle başlar. Sanatçı için fark edişin mutlaka farklı bir boyutu vardır. Fark ediş onda bir yaşama biçimine, bütün bir hayata yayılan sürece dönüşmüştür. Her şey her an değişmektedir. Her bir gerçek, her bir fenomen fark edildiği an yerini bir başka fark etme ihtiyacına bırakır. Her fark ediş bir başka fark edişle birlikte oluşur. Her fark, mutlaka hem başka farkları açıklar hem de hayret-i mucip olarak varlığın sonsuz çeşitliliğini. Bitmiş, tamamlanmış bir sanat eseri olamaz. İster eserin kendisi ister bizdeki etkileri bakımından anlam sınırları belli sanat eserinin estetik niteliği zayıf sayılmalıdır. Estetik ilgi, eksiklikteki mükemmelliği, eksiklikteki kusursuzluğu, eksiklikteki tamlığı aramalıdır. Sanat eseri, ucu açık, tamamlanmamış bir parça, bir ara kesit olarak bir hatırlatıcı sayılmalıdır. Her izleyen veya okurda farklı imge ve çağrışımlar uyandırarak hatırlatır. Anlaşıldığı üzere sanatta sabitlenmiş, donmuş, tamamlanmış, değişmez bir değer de yoktur, anlam, ilgi de. Tamamlanmışlık sanat eseri için büyük eksikliktir. Yalnız eksikliği tamamlamak için yola çıkanlar, daha eksik bırakarak adeta mükemmel sanat eserinin tamamlanamaz olduğunu kanıtlamışlardır. Aslına bakarsanız gerçek bir sanat eseri tam ve tamam olduğumuzu sanan bizlere ne kadar eksik ve yarım kalmış dünyalar sahibi olduğumuzu hatırlatır. En iyisi bize eksikliğimizi hissettiren mükemmel akışa katılarak tamamlanmak. Tamamlamak veya tamamlanmak sonuç olarak bir eseri bitirmek değil, o eseri bize armağan eden manevi yolculuğun olgunluğuna erişmektir.
Tamam olmak, tamamlamak, bir yere varmak değil, asla varamayacağımızı bildiğimiz bir menzile doğru yürümektir! Sanatçı kendini sonsuz akışın çeşitliliğine bırakarak var olmanın zevkine varınca, onu teskin edecek bir akıl artık bulunmaz. Akıl onu elinden eteğinden tutup dünyaya çekmeye çalışsın, o kaybolmuşlar âleminde kendini bulmanın tadına çoktan varmıştır. Bu âlemde kendini kaybettiği ölçüde bulacaktır, bulmaktadır. Değişen her an, her anın anlamı, coşkusu, onda tam bir cezbe hali oluşturur. O da her ne suret ve araçla olursa olsun bu akışa, bu cezbeye katılmayı veya kapılmayı gerçek sanat bildiğinden, artık estetik çabalarını rasyonellikle sırlamayı gereksiz hatta saçma sayacaktır. “Bu eser ne anlatıyor?” “Bu eser ne anladıysan onu anlatıyor. Veya bu eser senin asla anlayamayacağını anlatıyor!” Yani? Yani sanatçı hakikatin sınırlanamayacağını fark ettikten sonra onu anlayışı sınırlı algılar seviyesine indirme mecburiyetini hissetmez. Bilakis sanatçı, o idrak seviyelerini kat be kat aşmanın derdinde, arayışındadır. Sanat tam da bunun içindir. Bu ihtiyaç, hazzına varıldıktan sonra, durmak bilmez bir tazelenişle, yenilenişle, varoluşun iç deviniminden, özgünlük arayışından kaynaklanır. Benlik bu niteliğini her hakikate koşulsuz açık olan fıtratına ters düşmemekle edinmiştir.
Her dürüst insan gibi sanatçının yapması gereken kendine engel olmamak, iç yankısına kulak tıkamamaktır. “Sanatçının yapması gereken tek şey zihnini boşaltıp, açık olmak ve varoluşun sunduğu berekete ‘evet’ demek”(2)) diyor Meera Hashimoto. Varlığa ve hakikate ruhu sonuna kadar açık izlenimi bırakan deneyimli Japon ressam “Sanatın Uyanışı” adlı eserinde düşüncelerini, pratik yaşanmışlıklar üzerinden son derece özgün içerik ve samimi bir üslupla paylaşır. Kendi payıma, Hashimoto hem sanatı hem duygu yoğunluklu eleştirel düşünceleriyle beni etkilemiştir. Bu sanatçımıza göre de fark etmek, varlığın sonsuz akışı, çeşitliliği içinde bitmez tükenmez coşkusuyla sanatçının hayatında var olur. “Her gün bir yenilik hissiyle dolu. Her gün kendimi bilinmeyene attığımda, yaptığım keşiflerin merakına kapılıyorum.”(3) der bir yerinde.
Herakletios’un diyalektiğinde olduğu gibi hiçbir şey aynı kalmaz. Hem nesne hem özne değişir. Birinin değişmesi diğerinin de değişmesi anlamına gelir. Aynı şeye nesnel koşullar itibariyle farklı yerlerden, öznel durumumuz olarak da farklı duygu, değer ve değerlendirmelerle bakarız. Bütün bu farklılıkların çokluğu, varlığın doğrudan yapısında, yaradılışında var olan zengin cevherin, çok yönlülüğün, çok boyutluluğun gereğidir. Çok yönlü, çok boyutlu olana tek açıdan, tek yerden, tek boyuttan bakamazsınız. İnsanın görme açısı ve becerisi sınırlıdır. Kimse her şeyi tam manasıyla göremez. Hiçbir yer her şeyi ve bütünü görmek için elverişli değildir. Baktığımız her yerden göremediğimiz bir taraf mutlaka var olacaktır.
Tam da burada sizinle bir anekdot paylaşacağım. Benzer bir konu üzerinde yoğunlaştığımız bir sırada Japonya’da büyükelçilik yapmış bir ağabeyimin orada bir Zen bahçesindeki gözlemi ilginçti. Bahçede bir kum havuzu. Havuza 15 taş yerleştirilmiş. Taşlar belli bir sıraya, düzene göre dizilmemiş izlenimi bırakıyor. Ancak bir anlayışa, bir espriye göre dizildiğini sonradan anlıyorsunuz. Havuzda nereden olursa olsun önünüzdeki ilk taşa bastığınızda, kalan 14 taş gözünüzün önünde. Ancak 13 taş sayabiliyorsunuz. Nereden bakarsanız bakın yerleri değişse de görülmeyen, kendini saklayan bir taş mutlaka oluyor. O taşı görmek için yerinizi değiştiriyorsunuz, ancak bu kez başka bir taş görünmez oluyor. Bir taş her zaman ve her halde görünmez kalıyor, kendini gizliyor. İşte havuzun tasarımındaki espri burada. Yani her bilinenin bir bilinmeyen tarafı vardır. Her şeyi bilmek mümkün değildir. Görmek için durduğun yeri, bakış açını değiştirmen gerekir. Görmekle anlamak arasında duruş yerinin, bakış şeklinin önemi büyüktür. Ayrıca görüş ve düşüncelerimizi birleştirerek daha boyutlu, geniş, derinlikli anlamlar oluşturabiliriz. Sanat eserinin en ayrıcalıklı özelliği farklı anlam(a)lara imkân vermesidir. Anlam alanı yazar ve okurun paylaşımıyla çoğalır.
Hangi kat ve konumda olursa olsun, farklı bilgiler ve ilgiler paylaşıldıkça, genişleyen ortak anlam alanında buluşur.
2.
Farklılık ve çeşitlilik varlığın, varoluşun hakikati, coşkusudur. Varlık duyduğu farklılıkla, farklılık varlık duygusuyla coşku(yu) yaşar. Coşku varlığın müşahede ettiği farklılıklar üzerinden ve onlar aracılığıyla özünde gizli sonsuzluğu ve özgürlüğü keşfetmesidir. Daha yalın bir söyleyişle farklılıklarda kendimizi keşfederiz. Sen olmasaydın ben kendimi hangi örneğe, hangi ölçüye göre bilecektim? Varlığın hakikatini veya hakiki varlığı kendi içinde keşfedemeyecek ölçüde körelmiş benlikler farklı olana ilgisiz kalmakla yetinmez, ayrıca onu kendi mevcudiyeti için tehdit olarak görme sapkınlığı gösterir. Katı siyasi rejimlerden evhamlı ruh hallerine kadar tüm diktatör yapılarda, onları yok edecek ölçüde çeşitlilikten nefret etmek, varlığın hakikatinden kopmakla, hususiyetle de varlığı ilahi bir pencereden anlamaya yanaşmamakla ilgili bir sapkınlıktır. Bu tahammülsüz sapkınlığı herkeste, her alanda, her an görebilirsiniz.
Görmek bir öz zenginliği, öz gücüyle mümkündür. Çünkü sonuçta nereye ve nasıl bakıyorsanız ona göre görürsünüz. Ama en az bu ağırlıkta olan başka bir doğru da nereye ve nasıl bakıyor olursak olalım kendimizi, kendimizde olanı görüyor olduğumuzdur. Baktığımız her yerde ruhumuzun içindekini, aklımızın, kalbimizin kafamızın içindekini görürüz. Boş gözle bakan dolu göremez. Çirkin bakan güzel göremez, güzeli göremez. Şimdi bir dostun anlattığı hikâyeyi hatırladım birdenbire. Sizinle paylaşmanın tam zamanı: Psikiyatr doktor, göreve yeni başladığı hastanede belli saatlerde avluya çıkarılan akıl hastalarını gözlemektedir. Hastaların bahçeye çıktıkları her gün, bir oyun düzeni ve coşkusuyla duvara dik olarak sıraya geçip, yine sırayla duvardaki bir deliğe baktıklarını gözler. Duvarın ötesini berisini görecek konumda oraya üstten bakan doktorumuzun merakı, görmeye değer bir şeyin olmadığı kanaatiyle daha da yoğunlaşır. Bir gün gidip bizzat kendisi de o delikten bakmak ister. Sıraya girer. Bakar bakar, sıva üzerinde bir çeşit kör çivi deliğinden başkası olmayan bu kara noktadan bir şey görülmemektedir gerçekten. Sonra hastalarına dönüp, oracıkta canlı ve birebir aklın sağlıklı işlemesini amaçlayan bir bilim adamı olgunluğu ve bilinciyle “Arkadaşlar” der, “burada bir şey gözükmüyor. Baktım bir şey göremedim, siz günlerdir defalarca buraya niçin bakıyorsunuz, ne görüyorsunuz?” Biraz da öncü rolü olduğu belli olan bir hastanın, doktorumuza verdiği cevap son derece ilginçtir: “Biz yıllardır baktık bir şey göremedik sen bir bakışta ne göreceksin?” İşte durum bu. Bu hikâye, hem genel anlamda kör bir bakışa sahip olan insanlığın, hem de özel anlamda ağırlıklı olarak bizim durumumuzu iyi özetliyor. Duruş yeriniz elverişli olmayınca kimi ayrıntıları ıskalıyor olabilirsiniz. Ancak zihni melekeleriniz, ölçme değerlendirme yeteneğiniz felç olmuşsa, bütün bakışlar kördür, yamuktur; istediğiniz yerden ve nasıl bakarsanız bakın göreceğiniz bir şey olamaz.
Kapalı zihne hiçbir şey, hiçbir dünya açık olamaz. Tersi de doğru: Açık zihne hiçbir şey, hiçbir dünya kapalı olamaz. Duvardaki lekeye bakıp bir şey göremeyen hastalar, tüm açıklığıyla fizik ve metafizik evrende de bir şey göremediler. Çünkü onların muhtemelen benlikleri çökmüştür, varoluşları körelmiştir. Diğer taraftan gözleri görmese de şuurlu insanın görmediği, fark etmediği, anlamadığı pek az şey vardır. Gönül gözü, kalp gözü açık olanlara hiçbir şeyi gizleyemezsiniz. İçlerine güneş doğanlara dünyayı karartamazsınız. Eğer bugün birçok şeyi fark edememenin karanlığı içindeysek, güneşler doğan bir iç dünyamızın olmayışı sebebiyledir. Karanlıkta kalan akıl aydınlığı göremez. Sürekli bakıyor, yıllarca bakıyor ama bir şey göremiyoruz. Ne gülünç bir mantık. Biz bu kafayla, trene bakar gibi, bin kez, bin yıl baksak göreceğimiz bir şey olamaz. Ya da her baktığımızda treni göreceğiz.
Çivi deliğinden bakıp bir şey görememek sadece hikâyedeki akıl hastalarına özgü bir durum değildir. Çoğu kez de sağlıklı, üstelik kendini insanlığa akıl satacak konumda görenlerimizin çoğu, hayata, varlığa çivi deliğinden baktıklarının ayrımında bile olamazlar. Geçenlerde ağaç altında yürümekten korkan ve hep açıktan yürüyen bir adamdan bahsettiler. Yürürken başına at kestanesi düşmüş adamcağızda travmatik bir durum hâsıl olmuş. Tedavi görmüş. Ancak o gün bugün bizimki ağaç altından yürümeye korkuyor. Daha da beteri her sosyal, siyasal sorunların sebep ve sonuçlarını bir şekilde at kestanesi ile ilişkilendiriyormuş. Ona göre işe özellikle kaldırım kenarlarına bu ağaçtan dikmemekle başlamalıymış vs. Yoğunlaştığımız meselelerde aşırı, gereksiz hassasiyetler edinerek kantarın topuzunu kaçırabiliyoruz. Bütüncül ve etraflı kavrama, çok boyutlu görme yeteneğimiz zayıflıyor. İhtisaslaşma gerektiren teknik yoğunlaşmalar bir yana, ancak her şeyi bir şeye bağlayan katı ideolojik tutumlar, bir şairimizin dediği gibi kulak kesildiği dışındaki dünyaya sağır bırakmıyor mu insanı? Kulak kesildikleri dünyayı da, sağlıklı duyup duymadıkları da bir yana, bizce hayata çivi deliğinden bakmaktan farksız olan bu körlüğün göreceği bir şey yoktur. Baktığı her yerde, her şeyde kendi kördüğümünü, tıkanıklığını, çıkmazını görecek yetenek ve yetkinlikte olmadığı da sır değildir.
Yeni bir görme ve duyma biçimi edinebilir miyiz?
Elbette edinebiliriz ve edinmek zorundayız. Belki bu yeni bir varoluş bilinci getirecek veya yeni bir varoluş bilinciyle mümkün olacak. Ne kadar derin gözükürlerse gözüksünler nesnelerin yüzeyselliğinde oyalanmaktan sıyrılıp içimize, özümüze yönelmek gerekiyor. Bakış açımızı, duruş yerimizi, görme biçimimizi değiştirme arzumuz varsa, içimizde varoluşsal tazyik, varoluşsal basınçla hissettiğimiz yaşama hazzı ve coşkusuyladır. O coşku, o heyecan uyanınca, hayatın, var olmanın lezzetini farklı bir yükseklikte, yücelikte tadınca, artık kendini kaybedercesine bir keşfe, bir fark etme serüvenine çıkmaya başlıyor insan. Fark etmek ve benlik iç içe geçiyor, birbirini destekliyor. O zaman insan fark etmeksizin olamıyor ve fark etmek gerçekten bir yaşama sürecine dönüşüyor. Önemli estetikçilerimizden Beşir Ayvazoğlu, “Bir sanat eserinin biçiminde, biz, kendi kendimizden haz duyarız. Estetik haz, bir objede kendi kendimizden duyduğumuz hazdır.” Şeklindeki çok önemli tespitinin hemen ardından şunları yazar: “Bize göre, bir çizginin, bir biçimin değeri, onların bizim için içerdiği hayat değerinden ibarettir. Onlar, güzelliğini, yalnız bizim yaşama duygumuzla elde ederler; bu yaşama duygusu, nasıl olduğunu bilmeden, onların içine derinliğine sokarız.”(4) Fark etmeksizin yaşadığımız hayat ne berbatmış meğer. Fak ederek, keşfederek yaşamak ne güzel. Bu güzellik bir sürece dönüşür. Her fark edişi kendimize mal ederiz, kendimizi de onlarda anlarız, keşfederiz. Duyarak fark etmek, fark ederek duymak!
3.
Varlığın çeşitliliğine tahammülsüz olmak, hakikatle ilgisiz bir ruh halini ifade eder. Allah Kur’an’da farklı kabilelere ve gruplara bölünük olarak yaratıldığımızı söyler.(5) Allah sonsuz varlıktır. Allah’ın yaratması olan âlem ayni olmayacak ölçüde farklılık arz eder. “Mutlak surette bir aynilik hiçbir zaman söz konusu olamaz.”(6) O nedenle siyasal düzlemden sanatsal ve gündelik yaşantılarımıza kadar farkı fark eden yaklaşımlar, hayatımıza anlam ve zenginlik katacaktır.
Farkı fark etmek, varlığın anlamını duymak, öğrenmektir. Bir anlamda öğrenmek bir şeye göre veya bir şeye benzer diğer şeyin benzemez vasfını anlamak demektir. Biz benzeşen veya benzeşmeyen yanlarıyla soyut -somut her şeyi zihnimize yerleştirme işine öğrenme deriz. Biz bir şeyi başka bir şeyle kıyaslayarak, ona nispet ederek, onunla değerlendirerek tanır, tanımlarız. Zihnimizdeki her bir tanıma işlemini, mutlaka bir veya birkaç şeyi kod alarak yapar. Bir şeyin tanımı değişince onunla bağlantılı bütün tanımlar, değerler değişir. Zihne yerleştirme işlemi asla dural değildir, sürekli hareket halinde değişen, başkalaşan bir dinamizme sahiptir. Bildiğimiz veya bilemediğimiz duyularımızla bizdeki karşılıkları kategorize etmek, gruplandırmak beynin çalışma sistemi içinde kendiliğinden süren işlemlerdir. Platon ayrıntıdan genele giden sınıflandırmayı idealar formu teorisiyle açıklar. Her bir genel hakikatin değişen durumlara göre çok özel yansımaları, görünümleri olabilir. Kültür ve hayat bu genel sistem içinde özel olanların hayata katılması ve yaşanmasından ibarettir. Sonuçta bütün farklılıklar yani kesret, en yüksek ve tek ide olan Tanrı’ya yönelir. O’nda birleşir. Başka bir söyleyişle tüm çeşitliliğiyle varlık tek ve benzersiz olan Tanrı’dan neşet eder. Bence tevhidi olduğu açık olan bu görüşü Pitagoras da, Aristo da, Plotin de savunur. Hatta Hegel’e Schopenhauer’a kadar hemen her filozof savunur. Pitagoras’ın sayılar sistemi bir anlamda Bir’den yani Tanrıdan çıkan, çoğalan sonra tekrar ona dönmek durumunda olan varlık sürecinin açıklanmasıdır. Ayrıştırmak ve birleştirmek hakikatin sırrını, bütünlüğünü anlamanın, fark etmenin yöntemlerinden biri olur. Fark etmek, tefrik etmek kadar tevhit etmektir de. Biri asıl olana gider, diğeri asıl olandan gelir. Konumuzla ilişkisi ölçüsünce idealar formunu, o forma uygun algılamayı bu çerçevede düşünmelidir.
Sanat ayrıntılardan hareketle esasa gider. Esas konu, ölüm, aşk, vicdan, merhamet gibi kadim meselelerdir.
“Farklı olanı farkıyla kabul etmek, dil ve kültür olgularının da temel ilkelerinden biridir.”(7) “Evrenin varlıkların farklılığı ve birbirlerinin etkileşimi üzerine kurulmuştur. Tanıma, anlama eylemi de nesnelerin ayrımlarının farkına varmaktır. Bu farklılık elbette yalnız nesnelerde değil, canlılarda, özellikle de insan ile birlikte düşüncelerde vardır. İnsanoğlunun öğrenme merakı da farklı olana yöneliktir. Her zaman, farklı olana ilgi duyar.”(8) Farklı olan caziptir. Varlık iddiasında olanlar, bir yanda farklılıklara yaklaşırken diğer yandan da farklılıklarını ortaya korlar. Farklı olan, farkının niteliğine göre varlığı çeker veya iter. Her türlü ilişki biçimi bu yakınlaşma ve uzaklaşma içinde gelişir. Farklılık ve çeşitlilik, varlığa anlam, aşk, büyü, sır katıyor. Farklılık olmasaydı aşk da amaç da coşku da, gayret de olmayacak, varlık devinim gücünü, enerjisini kaybedecekti. Varlık ufunete, bıkkınlığa, bezginliğe teslim olacaktı.
Alış veriş ve etkileşim hayatın her alanında yaşanır. Yaşananlar hayatı çoğaltır, hayatı şekillendirir. Hayat ve hakikat bu ilişki biçimi, yoğunluğu içinde gelişir, serpilir. İlişki biçimlerinden yani farklılıkların ilişkisinden yeni ve başka anlayışlar, tarzlar, üsluplar, tecrübeler doğar. Yeni bilgiler, kavrayışlar, yeni sanatlar ve giderek yeni kültür ve medeniyet… Tekçi dayatmalar ne kadar zorlarsa zorlasın, hayatın çeşitlilik içinde akışına engel olamaz. Farklılığa müdahale etmek, hayatın akışına engel olmaya çalışmak demektir ki, bu cihanşümul yasaya göre mümkün değildir. Hayatın akışına ters bir akım yaratmak isteyenler, kendileri için sele dönüşecek olan hakikat akışı içinde çözülür, dağılırlar. Akışa karşı olmak, kendimize, kendi varlığımıza karşı olmak demektir.
1- Alain de Botton, Ateistler İçin Din, s.213, çev. Ayşe Ece, Sel yay, İst. 2002.
2- Meera Hashimoto, Sanatın Uyanışı, s.319, çev. Deva Chandra, Butik yay, İst. 2012.
3- Meara Hashimoto, age, s.319.
4- Beşir Ayvazoğlu, İslâm Estetiği ve İnsan, s.30, Çağ yay. İst. 1989.
5- bkz. Hucurat:13, Kamer:49, Ankebut19, Neml:64, Yunus:4, Nahl:8,40, Zariyat:47, Fatır:1, Zümer:6, Yunus:34, Talak:1.
6- Senail Özkan, age, s.159.
7- Hikmet Asutay, Dil Kültür ve Eğitim, s.9, Eğitim Kitabevi yay, Konya 2007.
8- Hikmet Asutay, age, s.9.