İtinayla Kız Kaçırılır

Akşam oldu.
Dünya soldu.
Kızıla çalan gökyüzünden elimde tek kalan; başımdaki aklar,
Radyoda uşşak makamında bir şarkı,
“akşam oldu hüzünlendim ben yine/ hasret kaldım gözlerinin rengine.”
Sobamın üstünde kaynamaktan acımış çay,
İnce bir buhar sızıyor teneke çaydanlıktan.
Dizlerimin üstünde, ancak canı isteyince kendini sevdiren nazlı kedim,
Dışarıda yağmur,
İçeride yalnızlık,
Dudaklarımda bir şiir.
“bu yağmur, bu yağmur bu kıldan ince/ nefesten yumuşak yağan bu yağmur,
bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince/ aynalar yüzümü tanımaz olur.”
Ömrümün beyhude geçen tam altmış yedi yılı, bilmem hangi dağın ardına saklandı?
Karşımda ince ahşap bir çerçevenin ortasından bana bakan bir çift gülen göz, yıllar öncesinden bir gülümseme. Sanki canlıymış gibi, sanki benimle saklambaç oynuyormuş gibi bir kaybolup, bir çıkan… Ara sıra kabarık beyaz eteklerini toplayarak elinde sıkı sıkıya tuttuğu çiçekleri hiç bırakmadan, kendini dört köşe sıkıştırmış şu fotoğraf çerçevesinden bir hamlede kurtuluveriyor.
***
Çocukluğumuz ve gençliğimiz, o şehir senin bu şehir benim dolaşmakla geçti. Bütün hayallerimiz, hüzünlerimiz ve sevinçlerimiz, bizlere yarenlik eden eşyalara dolanıp şehir şehir hep bizimle geldi. Bir kanepenin camlı vitrini, televizyonun üstündeki bir çift kedi biblosu, en nadide örtüler, masalara, sehpalara örttüğümüz, nevresim takımları, yorganlar, buzdolabının üzerine yapıştırılmış boy boy çocuk resimleri nereye gitsek hep bizimleydiler. Tıpkı bizim gibi biraz daha yıpranmış, biraz daha yorgun, biraz daha ürkek. “Eşya toplayıp geri sermekten ömrüm bitip tükendi.” diye sızlanıp durdu annem, gittiğimiz her yerde ruhumuzu azar azar bıraktığımızı bilmeden. Hatıralarımız artıkça yaşımız da atıyordu; Amasya’dayken paytak paytak yürümeye başladığımı söyler annem. İzmir’de tek kale maçları hatırlarım, Antep’te, aynanın karşısına geçip bıyıklarımın yeni terleyişine ilk şahitlik edişim… Artvin’de, annemin deyişiyle artık direk gibi olup ona epeyce yüksekten baktığımı ve sonra ölüm kuşunun babamın omuzlarına konduğu Mersin’i hatırlarım.
Mersindeyiz. Üniversite bitmiş. Bir yandan mastıra, bir yandan da kurum sınavlarına hazırlanıyorum. Babam, bir tanıdığın muhasebe şirketinde iş buluyor bir yandan. “Koca delikanlı harçlığını çıkarsın.” Babam gibi polis olmaya hiç niyetim yok. O yüzden mi bu kadar sıkı tutuyorum dersleri? Annemin her sabah korku dolu gözlerle dualar mırıldanıp onu uğurlayışı, babamın gece nöbetlerinde, baykuş gibi gün ağarıncayadek gözleri açık onu bekleyişi hiç aklımdan çıkmıyor. Babasının bir gece vakti eli silahlı serserilerce vurulmasından mı bu tedirginliği?
Çalıştığım muhasebe şirketinde Nazlı’yı ilk ne zaman farkettim, ilk ne zaman burnuma acı bir su çekmiş gibi tâ beynim yandı tutuştu, ne zamandır elimde tuttuğum ders notlarına bir yaprağın üzerine toplanmış yağmur suları gibi damla damla ismini kondurdum? Ne zaman bütün mevsimler bahar oldu? Yalnız, öyle bir sel gibi ansızın hücum edip ne var ne yoksa alıp götüren değil, tane tane, usul usul yağan bir yağmur gibi besleyip büyüten, toprakla kucaklaştığında hoş bir rayihanın ardından binbir çiçeğe, meyveye, ağaca dönüşen, alan değil, veren bir sevgiye ne zaman dönüştü? Sekreter mi desem, muhasebeci mi desem yoksa her işe koşturup duran bir peri mi desem onun için? Çalışkanlığıyla, hanımefendiliğiyle herkese kendini sevdiren. İsmimin sonuna kondurduğu ‘abi’ kelimesi canımı acıtıyor, aramıza koca koca duvarlar örüyor, üzerine teller çekiyor, her geçen gün biraz daha cesaretimi kırıyor, gün geliyor Nazlı’ya iki çift laf etmek bir yana kendime bile söylemekten korktuğum bir aşka dönüşüyor.
Ara sıra Kerem uğruyor yanıma. Oğlan kardeşim. Hiç büyümeyen, haylaz, afacan, evin en küçüğü kontenjanından yararlanıp mutlaka her dediğini yaptıran, bütün olmazları olduran, bütün kapıların ona sonunan kadar açık olduğu Kerem. Üstelik benden daha yakışıklı, daha uzun, daha ince, ağzı iyi laf yapan, bir çırpıda etrafına bir sürü insan toplayan… Üstelik karizmatik. Şirkete geldiğinde herkesi kahkahalara boğuyor. Gülümsemekten öteye gitmeyen Nazlı’nın bile güzel çehresinde gülücükler açıyor. Gelmediği günler herkes Kerem’in yolunu gözlüyor. “Senin haylaz uğramadı bugün.” Nazlı bile Kerem’i soruyor.
Ölüm kuşu, hiç gelmeyeceğini sandığımız bir anda, ansızın hayatımızın bir köşesinden içeri dalıp omuzlarımızdan birine konuveriyor. Pençesinin dokunduğu her yerde koca bir delik. Hayatımızda onulmaz boşluklar açıyor.
Bir bayram arefesi, Ramazan’ın bitişini alkolle kutlayan bir katilin kurbanı oldu babam ve arkadaşı. Aşırı alkollü bir sürücünün kullandığı kamyonun, polis otosunu altına alıp metrelerce sürüklediğini yazdı gazeteler. Bir trafik kontrol noktasında nöbetteyken, hurma ve peynir ekmekle orucunu açmış, şöyle sıcacık demli bir çayın hayalini kurarken, bir saat sonra mesaisi bitip eve dönecekken, bayram için aldığı bir kilo şeker, yarım kilo lokum daha kutularından çıkarılıp evdeki gümüş şekerliklere özenle yerleştirilmeden… Ölüm kuşu hangimizin işinin bitmesini bekler ki?
Az gittik uz gittik, bir arpa boyu yol gittik oluyor başladığımız bütün yolculuklar. Şimdi babam bir masal kahramanı gibi uzaktan gülümsüyor. Ankara’dan haber geliyor. Sınavı kazanmışım. Mülakata çağırıyorlar. Kimse umutlu değil. “Torpil lazım, mülakatlar hikâye.” diyenlere sanki göz kırpıyor babam uzaktan. “Her şey nasiple.” diyor.
Nazlıya açılacak bir gıdım takatim yok. Üstelik mülakatı da geçmişken. Babamsız tek kanatlı kuşlar gibi kaldım; uçamıyorum. Rüyalarımda beyazlar içinde babamı görüyorum, beraber Nazlı’yı istemeye gidiyoruz. Allah’ın emriyle, peygamberin kavliyle… başlayan cümleleri, melekler sanki kanatlarına almış usulca Nazlı’nın babasının dizlerine bırakıyor. “Oğlum başbakanlıkta çalışıyor.” diyor annem, gözlerinde bir gurur, mütebessim bir çehreyle ellerini ovuşturuyor. Nazlı’nın babası bir eliyle tesbihini çekerken, diğer eliyle bıyıklarını düzeltiyor. “Hımm, sizden iyi kısmet mi bulunur. Temiz çocuk, dürüst çocuk…” Gökten nur mu yağıyor?
Annemi bu lojmandan çekip almak zor oldu, yollarında hala babamın ayak izlerini taşıyan bu şehirden… Şimdi ağlayarak vedalaşıyor komşularıyla. Onca kalabalık, iş güç arasında bir kelebek kanadı sessizliğiyle taşınıyor eşyalar. Televizyonun üstündeki bir çift kedi biblosu gözyaşı döküyor, buzdolabının üstünde ellerinde futbol topuyla poz vermiş çocukların yüzünde, bu sefer yetim kalmışlığın hüznü okunuyor, babamın haberleri seyrederken oturduğu koltuk, artık üzerine kimseyi kabul etmiyor.
Son kez adımlıyorum duvarlarına kokumuzun sindiği şu evi. Perdeleri çıkarılınca nasıl da üşüyor pencereler. Mutfaktan annemin yaptığı keşkeğin kokusu mu geliyor? Yan tarafta Kerem’in bangır bangır müzik sesleri. Bütün hatıraları sırtıma alıp kapıyı son kez kapatıyorum. Geri açmayacağımı bilmek ürkütüyor.
Kerem hala ortalıkta yok. Eşyalar toplanırken sinsice kayboldu. Ah bu çocuk hep böyle değil miydi zaten? Ne zaman ona ihtiyacımız olsa, bir yolunu bulup tüymeyi başarırdı. Annem, son kez komşularıyla bir çayın büyülü sıcaklığında hasretle muhabbet ediyor. Gözü sık sık pencereye kayıyor. “Oğlum, arasana şu Kerem’i, hala ortalıklarda yok.”

Valizleri indiriyorum aşağıya. Emektar arabamızın bagajı isteksizce açılıyor. Lastiklerin havasını kontrol ediyorum, yağına bakıyorum kadim dostumuzun. Babam hep konuşurdu ya, ben de yapmacık yapmacık konuşmaya çalışıyorum. Yok, olmuyor. Beni arabanın yanında gören komşular geliyor yanıma birer birer. Gözlerimi ümitsizce lojmanın kapısına çevirdiğimde, mavi çamların gölgelediği girişte ince bir dal gibi süzülerek gelen Kerem’i görüyorum. Yanında ondan daha kısa, en az onun kadar ince, narin bir gölge daha. Yavaş yavaş yanıma yaklaşıyorlar. Ellerinde küçük bir valiz. Kerem, ilk kez yutkunuyor karşımda, ağzını açmadan önce.
 “Abi” diyor, “ben Nazlı’yı kaçırıyorum. Babası asla kabul etmiyor evlenmemizi.”
Kız kaçırmak mı? Hele sevdiğim kızı sana kaçırmak mı a benim haylaz kardeşim?
Herkesin ağzı bir karış açık.
Daha iki ay önce cenaze çıkmadı mı bu evden?
Annemin gözündeki yaşlar daha kurumamışken…
Acılar, daha öylesine el yakacak kadar sıcakken…
Kerem de tık yok. Bütün söyleneceklere hazırlıklı gelmiş(miş) buraya.
Ya söylen(e)meyeceklere?
 Ya kendime bile dillendirmekten korktuklarıma?
(Be hayırsız kardeşim ben Nazlı’yı seviyorum.)
Bunu, ben yapsam babama saygısızlık olurdu, nankörlük, terbiyesizlik, edebsizlik…
Oysa Kerem yapınca, bir iki hayret nidasından başka ses çıkmıyor.
Evin haylaz ve yaramaz çocuğuna kimse itiraz edemiyor.
Ben bile…
İşte yola çıkıyoruz.
İşte itinayla kız kaçırıyorum sevgili kardeşime.
Yanımda annem. Durup durup ağlayan, dizlerini döven, acısına katılmış bir başka acıyı daha değirmeninde öğütmeye çalışan.
Arkamda haylaz kardeşim ve Nazlı.
Dudaklarımı ısırdıkça ısırıyorum.
Hayat, işte muzip bir çocuk gibi yine yapacağını yapıyor.
***
Nazlı, eteklerini toplayıp başını hafifçe eğerek yine usulca giriyor az önce çıktığı ahşap resim çerçevenin içine. Yine öyle mesut bahtiyar Kerem’in elini sıkıca tutuyor, bembeyaz gelinlik ona ne de yakışıyor.
Niye bunu öyle sık sık yapıyor ki? Niye ansızın karşıma çıkıyor?
Kedim, uzun beyaz tüyleriyle bacaklarımın arasında dolaşıp acı acı miyavlarken, tâ gözlerimin içine bakıyor. Karnı acıkmış olmalı.
Yağmur vuruyor cama.
Yatsı ezanı okunuyor.
Kalkıp abdest almalı.
Dizlerimde zonklarcasına bir ağrı. Evde kılmalı namazı.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Algı / Ay Vakti
Parantezin İçindeki Bir / Semra Saraç
Sanatta İlk-el Samimiyet Son Yabancılaşma / Necmettin Evci
Gözyaşı Gerdanlığı… (Japon Şiiri Üzerine Kıs... / Ahmet Efe
Bir Vaktin Geçişi / Ali Yaşar Bolat
Tümünü Göster