Acı Yok

“biz elektrikçi kısmı karanlıkta güreşiriz, ölüm tellerde ıslık çalar gözümüz pektir”
Karmaşıklığı düstur edinmiş raflara çekidüzen verirken, her yere sinen arsız tozu kovmaya çalışır ve pek de başarılı olamazken, bilmem kaç zamandır kullanıla kullanıla zift karası olmuş yer silme suyunu değiştirirken hep bu dizeleri mırıldanıyor. Mırıldandıkça, sabahtan beri büyük bir gayretle yaptığı temizlik gözüne olduğundan farklı görünüyor: Dikkat, cesaret, beceri, güç isteyen tehlikeli bir görev gibi.
Yeri paspaslarken gözleri sağındaki aynaya takılıyor. Doğruluyor, gömleğini içeri sokuyor, pantolonunun tozlanan yerlerine pat pat vuruyor. Saçlarına bakıyor alıcı gözüyle. Beğenmiyor. “Ulan Kerim, sabahın köründe saçını şöyle yapacağım, böyle yapacağım diye çağırdın, yediğin halta bak. Kasket takmışım da ucu alnıma inmiş sanki. Sonra şu favorilere ne demeli? Kıydın bir aylık sakalıma, bari adamakıllı tıraş etseydin. Ne bu böyle şakaklarımdan şimşek çakıyormuş gibi?”
Deminden beri hevesle yapıştığı paspası kenara bırakıyor. İyice yaklaşıyor aynaya. Alnındaki sayısız sivilceye, çerçevelerinin kenarlarındaki boyaları yer yer dökülmüş gözlüğüne bakıyor dikkatle. Koltukaltlarını kokluyor. “Kahretsin; heyecandan, sıkıntıdan sırılsıklam oldum, şimdiden kokmaya başladım. Yapamayacağım, vaz mı geçsem? Senin nene gerek böyle alengirli işler İhsan.” Sakinleşmek için biraz önceki dizeleri tekrarlıyor. Sonra “ Atma be oğlum.” diyor sinirle paspasla kovayı dükkanın arkasına, lavabonun yanına götürürken. “Daha bozuk prizi tamir edemiyorsun; yok karanlıkta güreşirmişsin, yok gözün pekmiş.”
İhsan yaşıtlarının aksine yaz tatillerinden nefret ederdi çünkü altı yıldır her yaz tatilinde babasının dükkanında çalışıyordu. Altı yıldır her yaz tatilini bu dükkana gömmesine rağmen elektrikçilik hakkında doğru dürüst hiçbir şey öğrenememişti. Babası bu durumu işi benimsememesine, kendisiyse elektrikçi olmak için yaratılmamasına bağlıyordu. Bunu babasına söylediğinde “ Saçmalama!” diye baba anlayışı ve şefkati kokan bir karşılık almıştı. “ İnsan bir mesleği yapmak için değil, Allah’a kul olmak için yaratılmıştır.” Sonra da meslek öğrenmenin uzun, çetin ve emek isteyen bir süreç olduğu üzerine yarım saat süren, İhsan’ın, bitirmesi için diz çöküp gözyaşları içinde yalvarmak istediği bir nutka başlamıştı.
Kovayla paspası bırakıp dönünce aynanın önünde saçını tarayan Kerim’i görüyor. Arkadaşı, her zamanki rahat ve mesut haliyle “ Ne haber Rocky? ” diyerek gülümsüyor.
Kerim amcasının yanında genellikle berber çıraklığı bazen de kum torbalığı yapıyor. Dediğine göre amcasının favori hareketi sağ kroşe. Bir tabure çekip yanına oturan Kerim’in esmer tenindeki yok olmaya yüz tutmuş morluk gözüne çarpıyor İhsan’ın, içi burkuluyor. Birkaç gün önce, yine bir fırsatını bulup dükkana geldiğinde fark etmişti bu morluğu. Kerim’in teskin edici sözlerine kulak asmamış, bakkaldan buz alıp zorla koydurmuştu gözünün altına. “Acıyor mu? Şişti mi?” gibisinden bitmeyen sorulara boğmuştu arkadaşını.
Bu sefer niçin dayak yediğini sorunca “ Ne bileyim?” diye karşılık vermişti Kerim. Buruk gülümsemesi onu daha acınası kılıyordu. “ Artık neden vurduğunu sorgulamayı bıraktım. O vurdukça ben “Acı yok.” diyorum kendi kendime. Acı yok, acı yok, acı yok… İhsan hayret ve merakla “ İşe yarıyor mu?” diye sormuştu. Kerim, onun safdilliğine şaşarak “ Manyak mısın oğlum?” diye karşılık verdi. “ Ne işe yaraması? Adamın vurduğu yerden ses geliyor, vurdu mu sızım sızım sızlatıyor köpoğlu… Dedem hariç…”
İhsan’ın yüzünü ekşiterek, düşünceli düşünceli, yüzünü terk etmekte olan morluğa baktığını gören Kerim elini arkadaşının omzuna atıp “ Üzülme Rocky.” diyor. “Kimse hayat kadar sert vuramaz.”
Kızlar, vurdulu kırdılı filmler – en çok da Rocky – ve futboldan ibaret dünyasında elinden geldiğince mutlu yaşayan Kerim’e imreniyor. Onun büyük hayalleri, arzuları, korkuları, merakları kısacası kendini yiyip bitirmesine neden olacak takıntıları yok. Herhalde en büyük hayali amcasının ölmesiyle dükkanın kendisine kalmasıdır. Oysa İhsan üniversiteyi kazanmak istiyor, iyi bir iş sahibi olmak istiyor, zengin olmak, rahat yaşamak, diğer insanlar tarafından beğenilmek, kabul görmek istiyor… Fakat bunların hiçbirini gerçekleştirebileceğine inanmıyor. İnanması da zor zaten, görünen köy kılavuz istemez. İşte, üniversite sınavını kazanamadı.
“ Saçların da yakıyor.” diyor Kerim sanat eserine bakarmışçasına. “Eee kim yaptı? Hiçbir şey demesen bile, kız senin bu saçları görünce boynuna atılmazsa adam değilim.”
– Tabii canım.  Eğer kız Elvis hayranıysa “Aaa, Elvis! Yaşıyorsun!” diye çığlık atıp sevinçten boynuma atılabilir. Bu saç stili en son kırk yıl önce modaydı oğlum.
– Yok, yok. Karıştırma şimdi Elvis’i melvisi. İnan bana, çok yakıştı.
Her ne kadar bu işi alaya alıyormuş gibi görünmeye çalışsa da, Kerim’in öngörülerinde haklı çıkmasını anlatmaya dilinin dönmeyeceği kadar çok istiyor.
Şimdi beş asır kadar uzun gelse de ilk kez beş gün önce görmüştü onu. Yine Kerim’le yan yana oturuyorlardı. Hep kendi kendine mırıldandığı şiiri bir kağıda yazıp Kerim’e okutmuştu. Kerim önce şiiri İhsan’ın yazdığını sandı. Çünkü şiirde de Elektrikçi İhsan diye biri vardı. İhsan “ Hayır, Attila İlhan yazmış.” deyince “ Kim bu Atilla?” diye sordu.
– Atilla değil, Attila.
– Ya dilim dönmüyor işte o dediğine. Ben Atilla diyorum, sen anla. Kim bu Atilla Abi? O da mı elektrikçi?
Attila İlhan’ın kim olduğunu anlatırken, Kerim bu kez de şiirde hiç kırmızı ve pazar kelimelerinin geçmemesine rağmen şiirin isminin “Kırmızı Pazar” olmasına takıldı. Çünkü ona göre şiirin ismi, şiirde en sık geçen sözcüklerden oluşmalıydı. Kerim, zamanında Türkçe derslerindeki “Şiire/ metne uygun başlığı koyunuz.”  sorularından bu taktikle hep tam puan alırdı. Atilla Abi bunu nasıl olmuş da atlamıştı?
İhsan, Attila İlhan’ın şairliğini Kerim’in ipe sapa gelmez eleştirilerinden kurtarmaya çalışırken o girmişti içeri. Yok, ondan önce bir bahar ferahlığı saçan hafif parfümü… Uzun, sarı saçları gün ışığını ayna gibi yansıtıyordu. Mavi gözleri sıcaklığıyla insanın içini okşuyordu. Sanki deminden beri bahsettikleri şiirdeki kız kalkmış, karşısına dikilmişti. İhsan, kalbinin dışarı çıkıp kızın ellerine kurulmak için göğüs kafesini tüm gücüyle yumrukladığını hissetti.
Kız, Allah vergisi nağmeli sesiyle hayırlı işler dileyip yüz wattlık bir ampul istedi. İhsan heyecanla ayağa dikildi. Yüzüne yayılan manasız gülümseme ve kazık yuttuğu düşüncesini uyandıran duruşuyla korkulukları hatırlatıyordu. Kıza daha uzun süre bakabilmek için başını olabildiğince az çevirerek ampulü arkasındaki raftan aldı – bunu yaparken ampullerden birkaçını yere düşürdü –  ,  uzattı. Kız kutuyu alırken elleri birbirine değdi. Beyaz, uzun parmaklı, tırnakları bej ojeli, bakımlı eli tahmin edileceği gibi yumuşacıktı. Ardından tuhafiyecide çalıştığını, ampulün parasını patronunun vereceğini söyleyip dükkandan ayrıldı.
Kızın ardından bakakaldı. Sol eliyle, kızın değdiği sağ elini okşuyordu. “Ne güzel kız.” diye mırıldandı. “ Şiir gibi.” Kerim koyu kayıtsızlığıyla “Sarışınlar ilgimi çekmiyor.” diye karşılık verdi. “Ama senin ilgini çekiyorsa kızı tavlaman için bazı tüyolar verebilirim.”
İhsan kurşundan yapılmış ümitsizliğinin ağırlığıyla taburesine çökerken “ Ben elektrikçi çırağının tekiyim.” diye yakındı. “O kızın benimle işi olmaz.” Kerim gümbürtülü bir kahkahayla elini bacağına vurdu. “ Duyan da peri padişahının kızından bahsediyoruz sanır. Oğlum, sen babanın yanında çalışıyorsun, bir nevi buranın ikinci sahibisin. Kız ne dedi? “Tuhafiyecide çalışıyorum, patronum ampulün parasını verecek.” Bu ne demek oluyor? O kız orada alelade bir çalışan. Biraz güven kendine. Ne yazıyordu şiirde?” Kağıda kaçamak bir bakış attı. “Sen güreşçisin, saçının tellerinde ölüm var, karnın tok sırtın pek.”
Kerim’in sözleri yüreğine su serpmiş, en azından kızla arasında bir şeyler olabileceğine dair hayal kurması için güç vermişti. Fakat İhsan için bunun hayalini kurmak bile zordu. Dükkandan bir türlü ayrılamadığından kızla muhabbeti nasıl ilerleteceğini – aslında muhabbete başlamış bile sayılmazlardı – kestiremiyordu. Kızı dükkanın önünden geçerken ara sıra görüyor ve o nadide bulunan bir kuş, kendisi de onu canlı yakalamak isteyen bir avcıymış gibi tüm dikkatini ona yöneltiyordu. Yürürken attığı yaylanan adımlarını, kollarını adımlarının ahengine uyarak sallayışını, saçını kibarca savuruşunu, gözlerini hafifçe kısışını an be an zihnine kazıyor; fakat bunlar ona yetmiyordu.
Ne yapmalıydı? Kız dokunsan parçalanacak hissi veren narinliğinin getirdiği zarafetiyle dükkanın önünden geçerken, kapıya çıkıp, kavgaya çağırır gibi “ Birader, bir baksana. Seninle konuşulacak bir meselemiz var.” diye mi seslenecekti?
Bazen “ Keşke dükkanın önünden geçerken, sokağa freni patlamış bir araba dalsa, ben de kucakladığım gibi arabanın önünden çekip alsam onu.” diye düşünüyordu. Çok etkileyici bir başlangıç… Kız o zaman kesinlikle kendiliğinden hem de sırılsıklam aşık olurdu İhsan’a. Başka bir şey yapmasına gerek kalmazdı İhsan’ın. Burayı dayanak noktası yaparak kurduğu hayalde kızla flört etmiş, evlenmiş hatta çoluk çocuğa karışmışken gerçekçi yanı ortaya çıkıyor ve freni patlamış bir araba görse değil kızı kurtarmaya çalışmak, kaçacak delik arayacağını hatırlatıyordu. Ayrıca kızı kurtarmak istese bile ne mabadını kaldırıp hızla yanına gidecek çevikliğe ne de kucaklayıp arabanın önünden kaçıracak güce sahip olduğunu yüzüne vuruyor, onca emekle ördüğü güzelim hayalini onur kırıcı bir gürültüyle başına yıkıyordu.
Beklemeyi ümit bile edemediği fırsat dün ayağına kadar gelmişti. Akşamleyin tuhafiyeci, İhsan’ın babasını aramış, dükkanın elektrik tesisatı için birtakım malzemeler sipariş etmiş, bunları yarın göndereceği kızla alacağını, parasını da ay sonunda ödeyeceğini söylemişti. Babası telefonu kapattıktan sonra tuhafiyecinin veresiyedeki teklifsizliğine kızarak sövüp saysa da İhsan’ın içi içine sığmıyordu. Bıraksalar yeteneği ölçüsünde oynayabilir, belki babasına bayılabilirdi. – Böyle bir durumda alnına para değil sağlam bir şamar yapıştırılırdı.- Bu her şeye gebe çılgınlık anından sonra yavaş yavaş sakinleşti ve kendini mantıklı düşünmeye zorladı. Bu şansı iyi kullanmalıydı.
O akşam heyecanı yumruk olup boğazına oturduğundan doğru dürüst bir şey yiyemedi. Annesinin onu her an çapraz sorguya almaya hazır bakışlarını görmezden gelerek odasına kapandı. Hemen Kerim’i aradı, bir saat boyunca durum değerlendirmesi yaptılar. Kerim, kız dükkana gelince, öncelikle bir şeyler ısmarlamasını salık verdi. İçeceklerini yudumlarken de olabildiğince doğal ama aynı zamanda karizmatik görünmeliydi İhsan. “Gözler…” diyordu Kerim, “ Gözler çok önemli. İmkan buldukça kızın gözlerine bak. Öyle fırsatın olsa yiyip yutacakmışsın gibi değil ama. Sakın ha. Hisli hisli bakmalısın. Böyle dıştan çok mükemmel görünüyorsun ama içinde acı çeken biri var gibi. Avını elinden kaçıran kaplan gibi diyelim.”
Kızın gelmesini beklerken, dün akşam konuştuklarını harfi harfine tekrarlıyorlar. İhsan en son tarihten girdiği kurtarma sınavı için bu kadar kapsamlı ezber yapmış olmalı. Kerim İhsan’ı cesaretlendirici sözler söylüyor, kendi tecrübelerinden örnekler veriyor. Ara sıra, hep adeti olduğu üzere, ustası geliyor mu diye bakmak için kapının önüne çıkıyor. Bu çıkışlarının sonuncusundan telaşla dönüyor, İhsan’ın oturduğu masaya yaklaşırken “ Seninki geliyor.” diyor. Yanına varıp iki eliyle İhsan’ın yüzünü sıkarken fısıltıyla “Kaplanın gözleri Rocky.” diye ekliyor. “Kaplanın gözleri. Unutma.”
Kerim’in çıkışıyla kızın dükkana teşrifi aynı anda oluyor. Kerim, kızın arkasından İhsan’a göz kırparak berber dükkanının yolunu tutuyor. “Hazır ol!” komutu alan askerleri andırarak dimdik duran İhsan’ın nefesi daralıyor sanki. Olan bitenden haberi olmayan kız “ Beni tuhafiyeden gönderdiler, almam gereken bir poşet varmış.” diyor ahenkli sesiyle.
İhsan, akşamdan beri Kerim’in verdiği bütün akılları unutuyor. Hazırladığı afili cümleler kuş olup birer birer uçuyor. Eliyle kapının arkasındaki poşeti işaret ederek “ Orada.” diyebiliyor sadece. Bunu derken konuşmayı yeni yeni öğrenen ufaklıklara benziyor. Kız arkasını dönünce yaptığı hatanın büyüklüğünü anlıyor. Kırk yılda bir gelen fırsatın ellerinden kayıp gitmesinin acısına katlanamayacağını hissederek “ Bir şeyler içer misiniz? Durun, hemen geliyorum.” diyerek hızla dışarı çıkıyor.
Yan komşuları olan bakkala rüzgar telaşıyla dalıyor fakat dolabın karşısına gelince kıza ne içmek istediğini sormadığını hatırlıyor. Geri dönüp soracakken, bunun abesle iştigal olacağını düşünüyor. Birer kurşun olup saadetine saplanan saniyelere isyan edip iki limonlu soda alıyor ve aynı telaşla çıkarken “Hesaba yazıver.” diye mırıldanıyor.
Bakkaldan çıkınca sodaları açtırmadığını hatırlıyor ama iş işten geçti artık, geri dönemez. Sodaları ağzıyla açması gerekse, açarken dişleri kırılacak olsa bile geri dönüp daha fazla zaman kaybetmeyecek.
Bu düşüncelerle ve alışkın olmadığı tatlı bir kalp çarpıntısıyla dükkana giriyor, girmesiyle donakalması bir oluyor. Kız ortalarda yok. İlk şaşkınlık anından sonra kapının arkasına göz atınca poşetin yerinde olmadığını görüyor. O boşluk acıklı türkülerin getirebileceği kadar yoğun bir hüzün veriyor İhsan’a. Dün akşamdan beri kurduğu hayallerin altında kalıp ezilmekten korkarak kendini tabureye atıyor.
Ağlamaklı sesiyle “yıldızlar boğazıma dizili inanamazsın” diye mırıldanıyor.
Bence bunu söylemek için erken davranıyor.
*                                    *                                   *
Kerim, ertesi sabah erkenden dükkana damlıyor. İhsan telefonlarını açmadığından, mesajlarına cevap vermediğinden bir şeylerin ters gittiğinin farkında fakat vereceği haberlerin arkadaşının üzüntüsünü hafifleteceğini düşünüyor.
İçeriye “ Ne haber Rocky?” diyerek süslediği gülümsemesiyle girdiği an İhsan’ın soğuk bir duvardan farksız suratına tosluyor. Bozuntuya vermeden arkadaşının yanına oturuyor.
– İşler rast gitmedi anlaşılan.
İhsan’ın sessizliği kaya olup üstlerine düşüyor sanki; öyle ağır, öyle can yakıcı.
“ Kendini üzmeye değmez.” diyerek elini İhsan’ın omzuna atıyor. “Hem duyduğuma göre o kız sağlam ayakkabı değilmiş. Dün akşam patronu kasadan bir şeyler tırtıklarken yakalamış, hemen yol vermiş. Daha önceden de ufak ufak yürütüyormuş diyorlar. Sokağın ucundaki parfümcüden de pahalısından bir parfüm almış dün, öğle üzeri. Kuaförün çırağıyla çok sıkı fıkıymış, çocuğu da çarptı herhalde. Verilmiş sadakan varmış, ucuz kurtuldun.”
Kerim’in teselli edici konuşması, İhsan’ın yaş dolu, kızarmış gözlerini kendisine çevirmesiyle kesiliyor. O gözler parfümün parasının nereden geldiğini şüphe bırakmayacak şekilde açıklıyor. İhsan hemen ardından başını Kerim’in omzuna yaslıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor.
Bir an için ne yapacağını bilemeden öylece kalan Kerim, sonrasında arkadaşının başını gerçek bir şefkatle okşuyor ve kulağına “Acı yok Rocky.” diye fısıldıyor. “Acı yok.”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Dua / Mehmet Akif Ersoy
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Ne Diyebilirim ki Sana? / Semra Saraç
Gelecek Zaman Şiiri / Nurettin Durman
Gölge / Mustafa Özçelik
Tümünü Göster