Cezada Elif Gerçeği

Mühürlü zarfı elinde tutuyordu şimdi Esta. Adına yazılmış bir mektuba otuz-dört yıl sonra kavuşmuş olmanın heyecanıyla atıyordu kalbi. Korku. Telâş. Ümit. Sevinç. Tereddüt iç içe geçmiş onu dayanılmaz bir basınçla sıkıyordu. Zarfı açabilmek, içindekilerle yüzleşebilmek için cesaretini toplamaya ihtiyacı var mıydı ki! Bu kadar yılın üzerine, onca yaşanmışlığın öğrettiklerine, acıya, kedere, hüzne, ayrılığa rağmen hâlâ bir parça his kalmıştı demek içinde. Derin bir nefes aldı Esta ve hızla kopardı zarfın mührünü. Küçük bir kağıt parçası düşüverdi kucağına. Üç farklı ifade vardı üzerinde:
“Domani mattina
               Sun aumento
               A bordo”
“Hemen yarın!” diye mırıldandı Esta. Çok yakın! Çok hızlı! Hiçbir şeyi aceleye getirmemeye çalışıyordu oysa. Öyle alışmıştı. Geçmiş yıllarda beklediği gelişmeler çok yavaş gerçeklemişti çünkü. Usulca doğruldu yerinden, hafif adımlarla sehpaya yöneldi. Sehpanın ortasına yerleştirilmiş geniş bakır kabın içine bıraktı elindekileri. Bir kibritle tutuşturuverdi ve dönüp çıktı odadan. Sarı kağıt parçaları çıtırdayarak siyaha döndü ve başka ellerle buluşamadan kül oldu.
Bu sırada Ayşemin küçük hücresinde uzanmış tavana bakıyordu, elinde esintinin kucağına bırakmış olduğu kağıt parçası. Aynı gün hem Esta’nın hem de Ayşemin’in pusula alması ilginç bir tevâfuktan başka bir şey değildi, ama yarının neler gizlediğini bilmek insanoğluna bahşedilmiş yeteneklerden biri değildi. Daye içeri girdiğinde hiç bakmadan Ayşemin’in yüzüne ‘ayrılma vakti geldi, yarın sabah yola çıkılıyor’ dedi kısık bir sesle ve hiç sözü uzatmadan. Haberi vermekten korkar gibi, alacağı tepkiden sakınır gibi, duyacağı sözlerden kaçınır gibi aceleyle ve dümdüz bırakıverdi sözleri havaya. Hiç ses etmedi Ayşemin. Duymamış gibi, umursamamış gibi, hissizleşmiş gibi… O, dalından koparılmış bir yapraktı şimdi; rüzgârın önüne katıp oradan oraya sürüklediği. Yönünü belirlemekten âciz, itiraz edemeyecek kadar güçsüz, karar alamayacak kadar zayıf, zavallı biriydi Ayşemin. Böyle düşünüyordu, böyle hissediyordu. O yüzden susuyordu, karışmıyordu, kaynaşmıyordu, merak etmiyordu, dilemiyordu, direnmiyordu. Bir ‘hiç’ olmak nedir onu öğrenmişti bu acîb yolculukta. Ayşemin artık bir hiçti, hiçlerden bir hiç. Doğan, yaşayan ve ölen diğer insanlardan hiçbir farkı yoktu Şâh’ın kızı olarak dünyaya gelmiş olsa da. Doğdu, yaşıyor ve birgün ölecekti tanımadığı diğer insanlar gibi.
Bir kere kaçtı mı kaçmalardan kurtulamıyordu insan. Sürekli kaçmak, takip edilip edilmediğini bilmeden amansız bir kaçma eylemine takılıkalmak, her an yakalanma endişesini her türlü güvenceye rağmen söküp atamamak, bir mekânı yer edinse bile kaçma fikrinden an olsun uzaklaşmaksızın bir karanlığın içine çekilmek ve orada kalmak bir ömür; insanın zayıflığını, aczini, küçüklüğünü, zavallılığını işaretliyordu işte. Daye sahip oldukları ne varsa, toparlayıp yığdı bir kenara çıkınları. Hep gidenin hiçbir şeyi olmazdı zaten. ‘Madde çoğaldıkça kök salar insan bulunduğu yere; gidemez, terkedemez, kaçamaz, maddeyle bütünleşip madde olup çıkar ruhun varlığını unutarak. İllettir bu, çoğu zaman kaybına neden olur ötelerin, kör eder gözleri’ dedi ses Ayşemin’e usulca. Daye yanına çökmüş onun sükûnetini seyrediyordu şimdi.
‘Yolculuk nereye bilmiyorum’ dedi rahatsız etmekten ürkerek. ‘Son yolculuk mu, yoksa son durağa doğru bir adım daha mı, bu sefer onu da bilmiyorum’  diye devam etti. ‘Sormadım, sormak istemedim’ dedi özür diler gibi. ‘Bilmek ister miydin acaba?’ diye sordu, karşılık alamayacağını bildiği hâlde. Biraz kıpırdandı Ayşemin. Daye’nin gözlerine bakıp başını iki yana salladı sadece. Gülümsemeye çalıştı Daye, ama aklına takılan bir soru vardı. Sormasa içini kemirip duracaktı biliyordu. ‘Ben gelsem mi seninle, kalsam mı buralarda bilemedim!’ diye mırıldandı. ‘Vermez misin bana özgürlüğümü?’
Ayşemin uzun uzun baktı Daye’ye. İçi acıdı onun gözlerindeki yorgunluğu farkedince. ‘Hiçbir ümidi olmayan bir insan nasıl tüketir ki bu hayatı?’ diye düşündü. ‘Herkes bilmez neden hayattayız, tartışmaz kendi içinde varlığın anlamını, hiç sormaz neyin hangi sebepten meydana geldiğini, sorgulamaz yaşanmışları’ dedi ses. Daye bir cevap bekliyordu şimdi, Ayşemin kulaklarındaki ses ile hemhâl iken. Kesin bir cevap, ‘gel’ ya da ‘kal’ kelimelerinden birini duymak belki onun için yeterli olacaktı. Hangisi olursa olsun üzülmeyecek, sevinmeyecekti. Kızmayacak, kırılmayacaktı. Söylenmeyecek, dövünmeyecekti. Reddetmeyecek, aksini dilemeyecekti. ‘Böyle yaşamak kolaydır çünkü’ diye devam etti ses. ‘Yolun yapımına katkıda bulunmak yerine yolun üzerinde sadece bir yolcu olmak, beden yorgunluğundan başka bir yük getirmez insana. Teslim olmak, yolun başından her olabileceği kabullenmek daha olmadan, hiçbir soruna çözüm bulmayı gerektirmez çünkü.’
‘Kimsen yok burada’ diyebildi sonunda Ayşemin. Sesi hırıltılıydı kaç zamandır diline vurduğu mühürden sebep. Yüzünde bir tebessüm açtı Daye’nin. Uzun zamandır duyduğu tek cümle buydu ondan. Ama yüzündeki tebessüm açtığı gibi soldu, ‘kimsem olsun istemiyorum, hem… hiç olmadı ki!’ diye mırıldandı. Sağ eliyle yanağını okşadı Ayşemin’in ‘üzülme hemen’ dedi. ‘Sen biliyorsun benim ne demek istediğimi.’ Ayşemin biliyordu evet. ‘Dünyaya gelmemiş olsaydı Ayşemin, o sırada Daye doğum odasının kapısının ardında bir sebeple bulunuyor olmasaydı, Daye’nin kucağına bir bebek verilmiş olmasaydı; Daye’nin hayatı nasıl bir yol çizerdi acaba?’ diye düşündü. Kimin dileğiydi bu? Kimin çizdiği yol?
‘Bu şehir’ diye başladı Daye, ‘çok güzel ve garip! Gezindim sokaklarında, insanların yüzlerine baktım, evlerin pencerelerinden sarkan çiçeklerin kokusu bana kadar ulaşıyordu. Her şey çok başka, renkli. Kimsenin kimseyle derdi yok sanki. Gördükçe daha çok görmek istedim bu şehrin her köşesini.’ Ayşemin baktı Daye’ye. Gözlerinde ışık vardı daha önce hiç karşılaşmadığı. Sesinde değişik bir canlılık vardı. Nerede kalacaktı peki? Kiminle ve nasıl? ‘Bir müslüman olarak bu manastırda kalmak…’ diye başladı ama Daye parmak işaretiyle kesti cümlesini. ‘Bu manastırda sadece bir misafirim ben’ diye mırıldandı. ‘Hatuniye Dergâhı adında bir yer var’ diyebildi kendisini zorlayarak. Ayşemin ‘kal’ deyiverdi birden, daha fazlasını duymamak için. O, kalma kararını sormadan önce almıştı belli ki!
Daye odadan çıkmak üzereyken durup Ayşemin’e baktı. ‘Artık saklamanın manası yok’ dedi duygusuz bir sesle. ‘Son bir şey var bilmen gereken.’ Ayşemin merakla baktı yüzüne Daye’nin. Onun bilip kendisinin bilmediği çok şey olduğundan şüphesi yoktu da, geçmişte kalanı orada bırakmasını, uyandırmamasını söylerdi hep ne zaman Ayşemin geride kalanları sorularla uyandırmaya, eksik parçaları ortaya çıkarmaya çalıştığında. Geçmişi kurcalamanın faydasızlığından, daha çok vereceği zararlardan bahsederdi hep. Merakı daha da arttı bu yüzden. ‘Nedir?’ diye sordu Ayşemin. ‘Senin cezan bu yolculuktu. Ancak Şâh her öykünün kendi yolunu çizdiğini hiçbir zaman kabul etmedi. Her yolu kendisinin çizebileceği yanılgısına düştü o. Senin saraydan kaçacağını biliyordu!’ Ve çıktı hücreden Daye. Hem hücreden, hem Ayşemin’in hayatından, hem de onun öyküsünden. Daye kendi öyküsüne başka bir yol izleyerek devam edecekti bundan böyle.
Ayşemin duyduklarına inanmak istemedi elbet. Bir düşten uyanır gibi doğrulup oturdu uzandığı yerde. Ufak pencereden içeri sızan ışığa baktı bir süre. Yüzünde derin bir şaşkınlık, gözlerinde zihnindeki karmaşanın yansıması vardı. Hücrede gezdirdi bakışlarını. Köşede üst üste yığılıduran çıkınlarda durdu bir süre. Bütün sahip oldukları bu çıkınların içinde bohçalanmıştı işte. İnsan çok şeyi olmadan da yaşayabiliyordu demek. Avucundaki kırışmış kağıt parçasını farketti sımsıkı yumruklarını açtığında. ‘Aşk’ diye mırıldandı. Ama bu kelime onda tanıdık hiçbir anıyı çağrıştırmadı. Şimdi ne olacaktı peki? Son duydukları onda nasıl bir etki yapmıştı. Öfkeli miydi duyduklarından, nefreti mi uyandırmıştı içinde öğrendikleri, tüm duygularını birbirine mi karıştırdı yoksa? Anlayamadı Ayşemin. O an anlayamadı. Kim bilir kaç saat oturdu öylece; durağan, sessiz ve hissiz belki. Daye’den ayrılışına üzülmeyi bile unutturdu ona, aldığı cezanın ne olduğunu öğrenmek.
Gün geceye henüz dönmüştü Şâhbanu kapıyı açtığında. Ayşemin’i öylece oturuyorken buldu. Yüzünde en ufak bir işaret yoktu ne düşündüğüne dair. Soramadı da, Daye’ye bakındığı her hâlinden belliydi. Yoktu. Koridora çıktı tekrar. Bakışlarını bir süre gezdirdi etrafında, ama hiç ortalıktan kaybolmayan kadın tam gidecekleri vakit belirlendiğinde yok olmuştu işte. Hücreye geri döndü bakışlarında merak. Ayşemin onun Daye’yi arandığını iyi biliyordu ve ‘gitti’ dedi usulca. İşte o an koptu ipler, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sular seller akıttı gözlerinden, duramadı, durduramadı, durdurmayı dilemedi belki. Şâhbanu kapıya yakın bir yere çöküp elini uzatıp dokunamadığı kızının ağlayışını izledi bir heykel gibi kıpırdamadan.
Sonra ‘Roma güzel bir şehir’ diye başladı anlatmaya Esta. ‘Orada doğdum, orada büyüdüm; bir gölge gelip beni bir eşya gibi çalana, kaçırana kadar.’ Ayşemin’in hıçkırıkları kesiliverdi. Nefes almak bile istemiyordu neredeyse, en ufak bir ses böler diye öyküyü. Başını çevirip bakmadı tanımadığı, ama kanından olan bu kadına. Hücrenin küçük penceresine takıldı bakışları ve dinledi. ‘Bana göre benim hayatıma giren en güzel şehir. Hep hayâl ettim Roma’ya dönmeyi. ‘Birgün’ diyerek kendi kendime. On-dördünde bir şehirden ayrılan biri yirmi yıl sonra bıraktıklarını bulabilir mi döndüğünde hiç bilmeden beklemekti benimkisi. Bilirsin belki beklemenin nasıl bir güce sahip olduğunu. Herhangi bir eylem gibi görünse de içinde güçlü kaleler inşa eder yavaş yavaş. Yanına sağlam duyguları ekleyerek sağlamlaştırır kalenin temellerini, duvarlarını, sütunlarını, köprülerini… Öfke gibi, kin gibi, nefret gibi, hırs gibi, özlem gibi, hüzün gibi, keder gibi… aşkla örer hepsini beraber. Sevgi’nin varlığını bile yaklaştırmadan bu güçlü kaleye. Bilir çünkü sevmenin yumuşak yanını, affedici tarafını, unutmaya meyleden tavrını… Her gün ve her gece yeni güçlerle destekler kalesini, ama sevgisiz. Bir saldırıda hemen yıkılmamak için. Düşmemek için. Direnebilmek için. Dayanabilmek için.’ Durdu Esta. Derin bir nefes bıraktı havaya. Yine kımıldamadan. Göz bebeklerini bile oynatmadan. Kendi kendine konuşur gibi, öylesine oturur gibi. Sonra kimsenin bu kadar ayrıntıyla bilmediği öyküsüne devam etti kaldığı yerden. ‘Zaman eskitir her şeyi. Düşüncelerini, bedenini, ruhunu, geçmişini, sahip olduklarını… Zaman unutturmaya çalışır bir de hedefine oturttuğun ana düşünceyi. Bu yüzden her gün, bir ayin gibi geçersin üzerinden planladıklarının, yaşadıklarının, sana yaşatılanların… Unutmamak için, dün gibi canlı tutmak için, eskitmemek için, önemini yitirmesin diye. Yeni tuğlalar eklersin kalene, yeni odalar, yeni ayrıntılar her gün daha bir güzel görünsün diye.’ Durdu yine. Sakinleşmişti sanki biraz. ‘Bekledim geri dönebilmeyi Roma’ya. Eğer sen olmasaydın yıllar önce dönmüş olurdum Amor’un kollarına. Amor aşktır, bilir misin?’
Durdu. Soluklandı biraz. ‘Nemi’nin ilkbaharı karşılayan bahçelerinden birinde gezinirken bir geminin içinde buldum kendimi. Nemi kalesi çok gerilerde kalmıştı. Ailemin yaz kalesi. Bir bahçede gezinirken nasıl olmuş da bir geminin küflü kokusunun içimi yaktığı ambarına yolumu düşürmüştüm? Bilmiyorum. Hatırlamıyorum.’ Esta ara verdi sözlerine yine. Ayşemin’den en ufak bir ses çıkmamıştı. ‘Yarın sabah buradan ayrılıyoruz.’ Yavaşça ayağa kalktı, kapıyı aralayıp süzlüverdi loş koridora. Ayşemin kaçırılmamıştı, kaçmıştı. Bilerek. İsteyerek. Kaçışını hayâl ederek. Dileyecek miydi birgün geri dönmeyi? Hedefine bu dönüşü oturtacak mıydı birgün? O da yıllarını bekleyerek mi geçirecekti? ‘Her şey senin elinde’ diye fısıldadı ses. ‘Seçimlerini yapmak sana bırakıldı. Sen kalen hangi özellikleri taşısın istersen, öyle inşa edilecektir. Fakat herkesin hedefi başkadır, kimsenin hedefi senin hayâlin olmaz; herkesin hayâli kendi yaşadıklarının bir ürünüdür.’

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Dua / Mehmet Akif Ersoy
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Ne Diyebilirim ki Sana? / Semra Saraç
Gelecek Zaman Şiiri / Nurettin Durman
Gölge / Mustafa Özçelik
Tümünü Göster