Fazla Söze Ne Hacet

Modern akıl, kadim değerleri tahrif etmekle kalmadı; bunun yerine ters yüz edilmiş bilinçsizlik de getirdi. Kadim hikmet ehlinin, yeni yetme adet ve fikirlere karşı cevval tavrı, düşünceni n esasen bozulmamış haliyle kalması içindi.
     Modernizmin neden olduğu bozuk düzen, kadim efkar için büyük bir tehdit oluşturuyor.  Çağdaş olmamaları, aralarındaki tek fark olarak temayüz ediyor.
     ‘’Bilen susar, konuşan bilmez.’’diyen Lao Tze’den beri bir şeye şahit olduk: Eskiler bilgiyle donatılmış(!) aklın, konuşmaya bugünkü gibi ihtiyacı olmadığına hatta çok konuşmakla bilgiye halel bile getirebileceğine inanıyorlardı. Bilgi, bir kere insan indinde şahsiyet telakkisi vücuda getiriyordu. En azından, bildiklerinin kendilerinde ede geldiği inşa sürecine dâhil olabiliyordu. ‘’Sen kendini bilmezsin/ Bu ne biçim bilmektir? ’sorusu, kadim anlayışta motto iken şimdi geçerliliğini büyük oranda yitirmişe benziyor.
     İletişimin ayağa düştüğü mevcut zamanda, bilginin kıymeti de sorgulanmayı hak ediyor. Mevcut bilgi, haliyle gevezeliğe de davetiye çıkarıyor. ‘’Çok bilen çok yanılır.’’lafı, aslında çok bilmenin öyle matah olmadığına da gönderme içindi.
     Ne var ki ağzı laf yapan ve söz düellosunda aranan zevat; bugün Adorno’nun ‘kısır’ dediği ikna çabalarının en başat kişileri olmuş durumda. Mevcut dünya düzeni, insanları koşullandırmak amacıyla iknayı her yönüyle kullanmasını salık veren bir yapıyı arz ediyor. Bunun için de laf-ı güzafı tercih ediyor.
     Konuşmak, kelimenin etimolojisi itibariyle, ‘konmak’ tan mütevellit bir sözcük. Konuşma iradesi; insanı tanıma, seçme, bilme ameliyesini izhar edici bir işlevi yürütüyor. Ne var ki laf-ı güzaf, ‘Laf ola beri gele’ türünden gereksiz olduğu kadar zararlı bir girişime de meydan veriyor.
     Gündelik hayatta insanların deyim yerindeyse ‘konma’ sına ve ünsiyet geliştirmesine haiz bir durumu yürütmüyor konuşmak. Aksine tahakkümün, söz geçirmenin, üstünlük sağlamanın bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Güç, sözü ele geçirmiş vaziyette. Kadim kültürde sözü olanın itibarı, şimdi ağzı olup laf yapanın itibarı geçerli. Bunu her durumda devşirmenin yolunu bulanlar, kılıf uydurmakta gecikmiyorlar. Kalplerdekini bilenin söze itimat göstermeyeceğinden bir o kadar eminler. Böylelikle paçayı kurtaracaklarına da inanıyorlar. Doğrusu akıllarına geleni her söylemekle, ne şiş yansın ne de kebap diyerek bir beis görmediklerini düşünenler, küçüldüklerini göremiyorlar.
     Sözün gücü, onunla uyumlu olmakla kaim oluyor. Güçle donanmış sözün ancak yaptırım gücü olabilir. Buna mukabil muhatabını saran, kuşatan bir kıymet-i harbiyesi bulunmaz. Sözün değil, söz sahibinin değer yitiminden bahsedilebilir bugün. Sözün hükm-i şahsisinin bulunmadığını iddia ediyorsak; bunu, sözü ağzından çıkanın konumu itibariyle yeniden değerlendirmekte zaruret var.
     Dil ve düşünce arasında bir bağdan söz etmemizi mümkün kılan karineler mevcut. Dile şahsiyet telakki eden de onun nasıl kullanıldığı meselesi değil ne olduğu meselesi teşkil ediyor. Gündelik hayat, imajı baş tacı eden ve ona misyon biçen bir dil inşasına kalkışıyor. Bunu da en kestirme yolla dille, dolayısıyla sözle icra etmeye kalkışıyor.
     Sözün adamı olmak bir şey ifade etmiyorsa, sözün içinin boşaltılmasıyla ilgili sorunun varlığı yüzündendir. Konuşmak, bize, cüzi bir meziyet veriyor. Daha büyüğü, konuşmak eyleminin fevkinde olanı yani akletmedir. Ne olduğumuz, sözümüzle belirginlik kesbediyor. Nasıl olduğumuz ise sadece sözle sınırlı olmayan; aynı zamanda bütün birikim, tasavvur ve kavramayla ilgili bir alanı tezviç ediyor.
     Bilen susup bilmeyen konuştukça dünya halinin mevcut devamında ve insanın yontulmamış ruhunda değişen bir şey olmayacak. Ne var ki sükutun konuşmaya galebesinden kuşku duymamamız için bir neden de olmayacak.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Dua / Mehmet Akif Ersoy
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Ne Diyebilirim ki Sana? / Semra Saraç
Gelecek Zaman Şiiri / Nurettin Durman
Gölge / Mustafa Özçelik
Tümünü Göster