Fahri, ilkokulu yeni bitirdi. Yaşı on iki. Camiye giden amcalar, dedeler ona biraz daha sıcakkanlı, yakın gelmekte; çünkü onlar, köyün meydanındaki iki kahvede kâğıt oynayan, kemik atan, fayans döşeyenler gibi küfürlü konuşmazlar, bağırmazlar, isyan etmezler ve kavgaya tutuşmazlar.
Köyde iki kahve vardır. Birine iktidar partisine mensup olanlar gider, diğerine muhalefet partisine gönül vermişler. Particilik babadan oğula verâset yoluyla intikal etmiş, kemikleşmiştir. Kim hangi kahveye gidiyorsa, onun hangi partiden olduğunu herkes bilir. Kahveni söyle, senin hangi partili olduğunu söyleyeyim, hesabı.
Fahri, kahveye alışarak sigara, içki, oyun, küfür tiryakisi olanların camiye gidenlerle farkını fark etmiştir. Her yaz, kuzu çobanlığı yapmak; ıssız dağlara, tepelere bir köpek eşliğinde gitmek… Nereye kadar? Koyun çobanının durumu belli. Kasabaya gelen sağlıkçıya, posta müdürüne, ara sıra yolunu şaşıran veya ilk tayini ile gelen doktora gösterilen saygınlık, hürmet ve eşrafın ayağa kalkmasını imrenerek seyretmiş, köylünün onları sevmesini, çay ikram etmesini, sandalyelerini onlara vermesini, “Bizim masamızı şereflendir!” demelerini hayretle izlemiştir.
Beşi bitirdi. Babasının, her yaz olduğu gibi bu yaz da kuzu çobanlığına, yaylalara göndereceği korkusuyla camiye gitti. Cemaatin arkasında, yan gözle onlara bakarak öğle namazını kıldı. Çıkışta çocuğu sevdiler, onunla ilgilendiler. Kimin çocuğu, kimin torunu olduğunu birbirlerine anlattılar.
Fahri, zaten cami cemaatini biliyordu. Uzun boylu, güleç yüzlü, yeşil gözlü, sarışın, müşfik bakışlı, mütebessim Seyit Ahmet Ağa’nın elinden tuttu. İki minnacık avucu ile onun yaba gibi, nasırlı, damarlı, siyah akik taş yüzüklü elini yüzüne dayadı, “Seni çok seviyorum.” anlamında. Doğrudan konuya girdi:
– Sîdahmedâ, beni okut! Beni bu köyden kurtar! Ben okuyacağım, dedi. Kötü, gülünç, sıra dışı bir şey söylemiş suçluluğu içerisinde ihtiyar amcalardan uzaklaştı, evin yolunu tuttu.
Herkesin evi sayılan, her ailenin yemek, çay, yakacak getirdiği köy odası vardı evlerin arasında. Uzun kış geceleri köyün ihtiyarları orada oturur, askerler oradan selâmetlenir, düğünü olacak damatlar orada mübareklenir, dualanır, uzaktan gelen yolcular orada dinlenir, misafir edilirdi. Çerçiler, satıcılar orada konaklar, köyün kördüğüm gibi görünen meseleleri orada kolayca çözülürdü.
Köy odasında dedikodu, kin, haset, gammazlık, arkadan atma, kınayarak küçük düşürmek olmazdı. Seyit Ahmet Ağa, baş köşeye, tüylü keçi derisinin üzerine otururdu. Onun sırtını verdiği duvarda halı yastık, halı yastığın üzerine gelecek şekilde geyik derisi duvarda çakılıydı. O oturmadan kimse oturmaz, o kalkmadan kimse yerinden ığranmazdı. Bilgisi, yumuşaklığı, ağırbaşlılığı, hoşgörüsü, meselelere yaklaşımı ile köylünün sevgisini kazanmayı hak etmişti.
Kemrenin yakıldığı, etrafı taşlarla çevrili ocağın üzerinde, kızıl közde pişen köpüklü kahve höpürdetilerek, damıtıla damıtıla içilirken askerlik, savaş, seferberlik hatıralarına geçilir; Ali İhsan Paşa, Fevzi Çakmak, Şükrü Paşaların kahramanlıkları anlatılırdı. Anlatılanlar canlı tarihtir, yaşayanlar canlı şahittir, canlı şahitlerin çocuklarıdır.
Bayramlarda, sabah namazından sonra odada toplanılır. Sevgi ile pişmiş, güzelim anne yemekleri oraya gönderilir. Üç sofra hazırlanır: İhtiyarlar, gençler, çocuklar… Sevilen yemeklerden ikişer kaşık alındıktan sonra, çocuklara kalsın, diye hemen gönderilir. Çocuklar, köyün dedelerini, amcalarını orada görür, tanır, onlarla tanışır. Fahri, kiminle hangi konuyu konuşacağını orada anlamış, kafasına koymuştur. Tatlı bir inatçılığı vardır. Israrcıdır. Kafasına koyduğunu kimseyi kırmadan, tepki çekmeden yapar. Kuru kuruya inatçılık değildir, bir sevdadır onunki. Tutulduğuna karşı koyamadığı bir kara sevda…
Yaşlı ve sakallı amcalar, köy odasında toplandıkları için her iki kahveye de gitmezler; gündüzleri, cami imamından daha yaşlı dut ağacının altında otururlardı.
Kahvede dedikodu, arkadan konuşma eksik olmazdı. Küfrün bini bir para. Yakası açılmadık, güneş görmedik küfürler kahvede açığa çıkardı. Orada kâğıda kızıyormuş gibi yumrukla masaya vurulur, şans getirmediği için şeytana küfredilirdi.
İhtiyar amcaların sohbetleri, genellikle Nuh Tufanı, balığın Yunus’u yutması, Yusuf’un Züleyha’dan kaçması, Peygamberimize kurulan tuzaklar, Hz. Ömer‘in adaleti ve Hz. Ali cenkleri üzerine olurdu. Konu döner dolaşır, köyün derin hocaları, ermiş evliyaları üzerinde yoğunlaşırdı. Son konuşan Bilal Hoca, yanlışları düzeltir, konuyu bağlardı. Sonra da evlere dağılırlardı.
Ertesi gün Fahri, camiye tekrar geldi. Üzerinde yakasız, düğmesiz yarım kollu, kaputtan gömlek vardı. Seyit Ahmet Ağa’nın yanında namaza durdu. Namaz bitince iki eline onun sağ elini aldı. Gözlerinin içine bakarak yalvarırcasına:
– Sîdahmedâ, beni okut, bir mektebe yazdır! Kuzu çobanı olmak istemiyorum, dedi ve uzaklaştı.
Ahmet Ağa, “Bu çocuğun anası var, babası var. Olmadı, üç amcası var. Çocuğu okutmak, kala kala bana mı kaldı? Öksüz değil, yetim değil. Anası, atası bana kahirlenir, ‘Sana mı düştü bizim çocuğu okutmak?’ derse ben ne derim? Olmaz! Bu iş benim işim değil.” diye kendi kendine hak verdi.
Berberde, bisikletçide, bakkalda, nalbantta ve değirmende çalışan çocukları düşündü. Kuzu çobanlığı yapanları zihninden geçirdi. Kahvede ayakkabı boyacılığı yapanları, kuyudan su çekmek için eşeğin üzerine imece binenleri… Hiçbir işi olmadığı için köpek peşinde koşan, oyun oynayan; düğün, nişan, çalgı-çengi yanında imrenerek, mezeden bize de düşer mi beklentisi ile gözünü masadan ayırmayanları… Köyün bütün çocuklarını gözden geçirdi. Bugünün çocukları, yarının kahvedeki gençleri…
Çocuklarını şehirde okutmak için bazı aileler, şehre göçüyorlardı her şeylerini satıp savarak. Pılı-pırtılarını toplayarak kurulu düzenlerini terk ediyorlardı. Göçenlerin çoğunun çocuklarının okudukları haberi geliyordu köye. Ahmet Ağa, Fahri’nin isteğini kulak arkası etti… Fakat rahatlayamadı. İçindeki sıkıntıyı yok edemedi. Sıkıntının ne olduğunu da çözemedi bir türlü.
Fahri, diğer çocuklarla kırlarda sakız kanatmaya, tepelerde kartal yuvası bozmaya, kuş yumurtası kırmaya, ibibik kovalamaya, yavşan arasında keklik uçurmaya, ekinlerde tavşan yavrusu aramaya gitmedi. Ezan okunur okunmaz yüzünü yıkadı. Tekrar camiye koştu. Namazını imama uyarak sessizce kıldı. Dut ağacının altında Peygamber kıssalarını dinledi sabırla. Dağılırlarken, “Ben buradayım. Seni babam gibi, dedem gibi seviyorum.” anlamında Ahmet Ağa’nın eline tekrar yapıştı:
– Sîdahmeda! Ben okuyacağım. Beni buradan götür! Sebebim sen ol! Bir mektebe yazdır!
Ahmet Ağa, evine geldi. Eşinin hazırlamış olduğu sofraya oturdu. Eşi, bakır sininin üzerine gevrek yufkayı döşemiş, gevreğin üzerine de sıcak bulgur pilavını dökmüştü. Yanına biraz turşu, bir baş soğan, ortasına kalaylı maşrapa dolusu ayran koymuştu. Ahmet Ağa, yangınlığını geçirmesi için ayranı tepesine besmeleyle dikti. Elinin tersiyle, ağzının kenarındaki ayran bulaşığını sildi: “Oh be! Canıma değdi. Yangınlığımı aldı. Hanım, atana rahmet!” dedikten sonra:
– Hatun, sana açacağım bir mesele var. Fahri, kaç gündür yakamı bırakmıyor, beni okut diye. İlk zamanlar hesaba almadım. Hevestir, gelir geçer dedim. Son zamanlar çok ısrarcı olmaya başladı. Çocuğun elinden tutsam, anası, atası ne der? Elinden tutmasam vebal altında kalırım. Yarın Hakk’ın divanında yakama yapışırsa ben ne cevap veririm Yaradanıma?
– Babası içkicinin teki. Kahveden çıkmaz, ayık gezmez. Amcaları desen emsiz. Anasının elinden bir şey gelmez. Parmak kadar çocuğu kuzuya gönderiyorlar. Yatılı okula versen, bir boğaz eksildi diye belki de sevinecekler. Bir sürü horanta, bilemem. Sen onu kötü yola, kötü işe sokmayacaksın ki… Mektebe yazdıracaksın. Yarın bu çocuk seni ateşten alır, hiç sevabın olmasa bile. Bu çocuğun okuduğu Kur’ân, şefaat eder. Yine kendin bilirsin. Ailesi, senin ilk teklifine hayır dese bile sonra kabul ederler. Benim inancım o yönde.
– Hanım, inan ben de öyle düşünürdüm. Acaba yanlış mı düşünürüm, diye bir de seninle istişare edeyim dedim. Yarın elinden tutup şehirde bir mektebe yazdırayım. İnşallah hayırlı olur çocuk için de, köyümüz, bizim için de…
Ana-babası, hasretine dayanamayız, diye önce karşı geldiler. Fahri, ağlayıp tozun toprağın içinde, “Ben okuyacağım. Benim önümü tıkamayın!” diye tepinince razı oldular okutulmasına.
Seyit Ahmet Ağa’ya güvenleri tamdı. O, hiç yanlış yapmamıştı. O, köylüyü, köylü de onu severdi. Hiç kötülüğü duyulmamıştı. Onun aklına, kalbine gelen fikirler hep doğru idi. Zikir ehli idi. Köylü, zor zamanlarda onunla istişare ederdi.
Babasının askerden kalma tahta valizini kapıp gelen Fahri ile Bastırık, yatılı Kur’ân kursunun yolunu tuttular.
Fahri, gönülden ve ısrarla okuyacağım dediği için gurbete, emsal arkadaşlarına çabuk alıştı, onlarla kaynaştı. “Anamı, babamı, köyümü özledim.” diye gerisin geri yollara düşmedi. Elif cüzünü geçti. Kur’ân’ı hıfzetti. Köye her gelişinde camide namaz kıldı, ezan okudu, müezzinlik yaptı. Bunlar, ihtiyarların çok hoşuna gitti. Kahvede oturanlar dedikodusunu yaptılar, gıybet ettiler, okuma şansı vermediler:
– Ne okuyacak? Yarın kaçar gelir, yarımlı bırakır.
– Hevesini alsın, döner gelir. Sülalesinden okumuş kimse yok.
– Armut dibine düşermiş. Sonunda ya babasına ya da amcalarına benzeyecek.
– Ön teker nereye gitmiş ki arka teker de oraya gitmesin?
Bu ve benzeri minvalden konuşanlar, kehanette bulunanlar çoktu.
– Gel aslanım benim! Ha, şöyle! Sen geldin camimiz şenlendi. Herkes senin ezan okuyuşunu dinledi kadın-erkek, kız- kızan, dedi öte yandan cami cemaati… Bu bizim Fahri değil mi? Ne çabuk öğrendi, diye sevinçle ağlaştılar. Allah zihin açıklığı versin, diye duacı oldular.
Vicdanı kanamış, cömert köylüler:
– Sen kimsenin dediğine kulak asma! Diyen desin, ağzı olan konuşsun. Şu fıstıklı, cevizli sadrâzemi al. Her ezan okuyuşunda sadrâzem senin hakkın, kol gibi. Her biri yarım okka çeker, diye taltif ediyorlardı.
Cevizli sadrâzemi herkes alıp yiyemezdi. Ya askere gidenlerin valizine koyarlar ya da gelin-damat muhabbeti artsın diye ilk gece yemeleri için hediye ederlerdi.
Fahri, ortaokulu ve liseyi dışarıdan bitirerek diplomasını aldı. Üniversite sınavlarına katıldı. Kazandı…
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kayıt yaptıracak bir arkadaşı ile birlikte. Bir öğrenci yurduna da yazılmalılar ki oradan okula gidebilsinler. Üstlerindeki parayla kendilerini İstanbul’a zor attılar. Kalabalık, pahalı, masraflı, büyük şehir… Her şey paralı, tuvalet bile. Yaya gidilecek bir yer yok. Her yer, her yere uzak. İllâki bir otobüse, minibüse binmeliler. Para suyunu çekmiş. Kaydın son iki günündeler. Kimden ne kadar borç isteyecekler? Biraz düşündüler. Fahri’nin tanıdığı, tekstilci, hazır giyim terzisi akrabalarına hâllerini arz ettiler. Terzi akraba; durumunun sıkışık olduğunu, çek senet borçları olduğunu, borçları olmasa yardımcı olacağını, hatta fazla bile vereceğini, tam aksi bir zamanda geldiklerini söyledi. Böyle hayırlı bir işe vesile olabilseydi çok mutlu olacağının tesellisini de verip, çok üzüldüğünü belirterek onları uğurladı.
Okul karşılarında duruyor. Kazanılmış hak… Kayıt parası ve yurdun ilk taksiti ödenmezse hakları yanacak. Cuma son gün… Avuçlarının içindeki fırsat bir güvercin gibi uçup gidecek, bir daha yakalanmamak üzere. Çok kötü ve zor bir durum. Memlekete de boş dönmek, bir şey yapamadan eli boş dönmek, köylüye maskara olmak… Çok kötü olacak. Çoook…
Arkadaşı, köylülerinden birinin bir fabrikada müdür olduğunu, inancının olup olmadığını bilmediğini, ama namazı, abdesti olmadığını, camiye-cumaya gitmediğinin bilgisini verdi. “Vermez ama yüzümüzün suyunu dökerek, yüzümüzü karartarak bir isteyelim.” dedi.
Koca fabrika… Önünde son model arabalar, bekçiler, yüzlerce işçi, hizmetçi, temizlikçi, sekreter… Fabrika etrafında dönüyorlar. Müdürün ismini verip sordukları zaman güvenlikçi, ceketini ilikleyiverdi. Müdürün bürosuna kadar refakat etti. İçeri girer girmez şaşakaldılar. Masa ve koltuklara, duvardaki tablolara bakmaktan kendilerini alamadılar. Bir an başbakanın odasına girdik zannettiler. Söze Fahri başladı:
– Efendim, sebebi ziyaretimizi açıklayayım: Hasan Ali, köylüsü olduğunuzu söyledi. Benim ısrarımla geldik. Müdür Bey… Biz üniversiteyi kazandık. Kayıt yaptıracağız. Öğrenci yurdunun ilk taksitini de yatırmamız gerekli. Hiç paramız yok. Eğer bize yardımcı olursanız, gerek borç olarak gerekse hayrınız olarak size çok minnettar kalacağız. Yok, yapmazsanız başka çalacak kapımız yok. Bizi bağışlayın. Bu akşam memlekete geri döneceğiz. Hiç olmazsa dönüş parası, yol parası… Otobüs parası…
Fazla konuşamadı. Kelimeler boğazında düğümlendi. Ayaklarının ucuna baktı.
Müdür Bey, gençleri göz ucuyla iyice süzdükten sonra kendi yazıhanesine bağlı ikinci bir odaya geçti. Fahri ve Hasan Ali, “İçki tiryakisi olan müdür, misafirlerinin yanında iki tek atamadığı için yan odada bir fincan yudumlayıp gelecek.” diye düşündüler.
Çelik kasanın açılma kapanma sesi işitildi. Müdür odaya döndü. Elindeki bir deste parayı masanın üzerine koydu. Tebessümle “Rahat olun! Katkım olmuşsa ne mutlu bana!” der gibiydi beden diliyle:
– Bu kadar yeter mi? Geri ödemenize gerek yok.
***
“Hayretten, minnetten, sevinçten, şaşkınlıktan ellerine sarılmamak için, kendimi zor tuttum. Elbette elini öptük. Mahcubiyetimizi ve teşekkürlerimizi bildirdik. O cânım parayı aldık. Fotoğraf çektirdik, üzerimize yeni takım elbise, gömlek, çamaşır, çanta aldık. Kayıt parasını yatırdık. Yurdun bırak ilk taksidini, üç taksidini birden yatırdık. Cebimizde yine bize üç ay yetecek harçlık kaldı. Allah şahit, ben o adamdan kuruş alacağımızı tahmin etmiyordum. Kur’ân kursu kökenli olduğumuz için tepikleyip, tokatlayıp kovacak zannediyordum. Yardımı kimden umduk, kimden bulduk?
Hasan Ali’nin köylüsü o müdürü hiç unutamam. Yatar kalkar dua ederim ecdâdına. Bu olay, bana insanları dış görünüşüne göre değerlendirmemeyi öğretti. Hayrından dolayı Allah onun belki günahlarını sildi. Ya bizim günahlar ne zaman temizlenecek?”
***
Hasan Ali, Şırnak’ta dört yıl edebiyat öğretmenliği görevi yaptıktan sonra, ikinci dört yıl görev tayini İstanbul’a çıkmıştı. İstanbul Davutpaşa Lisesi… Okul, sıra ve kader arkadaşı Fahri’yi ziyaret etti. Fahri, onu yanına alarak sürpriz bir ziyarette bulundular. Hasan Ali’nin köylüsü… Yıllar önce üniversite kapısının açılma düğümünü çözen Müdür’e…
Konu konuyu açtıkça sohbet koyulaşıyor, çaylar, kahveler hademeyle geliyordu… Fahri anlatıyor:
– Kız Kur’ân kursu ve öğrenci yurdunun arsasını bir hayır sahibi alıverdi bize. Temel atacağız. Hafriyatını kime yaptırabiliriz? İki kat aşağı inip toprak çektirmemiz lazım. Tek kuruşumuz yok. Kart albümündeki, tanıdığım müteahhitleri aradım. Ümidim kalmadı. Yalnız bir tanesi, “Hocam, Bulgaristan’da bir ihaleye girdim. Bu ay sonu belli olacak. Kazanırsam söz, kepçeyle temeli deşer, damperlerle toprağı taşırız. Kaç metreküp olursa olsun… Tek kuruş da almam.” demesin mi?
Hafızları topladım mescide. Her gün hatim, her gün dua… “Hocam ne oluyoruz?” diyen öğretmen arkadaşlara: “Bulgaristan ihalesi için Allah’ın yardımını talep ediyoruz. Niyazdayız.” dedim. O gördüğünüz binayı yaptırmak için iki yıl hedef koymuştuk kendimize. Allah’a şükür, altı ayda bitirdik. Vatandaş yeter ki ne yapılacağını görsün. Verdiğinin nereye gittiğini bilsin. Kör kuyuya taş atmadığımızı anlasın. İnsanımız elini taşın altına koyuyor. Maharet bize kalıyor: Çocuklarını okutmak…
İki yüz erkek öğrencim var. Yarısını üniversiteye hazırlıyoruz yirmi beş öğretmenimle. İki yüz de kız öğrenci alırsam yeni yurda, benden mutlu kimse yok elhamdülillah. Hasan Ali, sen bizim oralardan bana öğrenci getir. Yeter ki mağdur olsun. Sınavsız alırım. Beş kuruş da para almam. Gerekirse cebimden karşılarım. Üniversiteyi bitirtirim, evlendiririm. Dağlar arasından ne şekilde kurtulduğumu unutabilir miyim? Öğrencilerin öğretmenlerin hizmetkârıyım şimdi.
Kursta görev yapan öğretmenler, daha dün öğrencilerimdi. Akşam bize çay ikram eden öğretmen arkadaşa kız istemeye gittik. Memleketlisiymiş. Kızın ailesini çok övmüşler. “Rahat edersin. Seni işe yerleştirirler. İş sahibi olursun. Varlıklılar.” demişler. Gittik. Bir kasıntı, bir kibir, tepeden bakış, övünme… Bu ailenin kızı sana gelmez, dedim. Belki ben yanılmışımdır, diye ikinci defa hatırı sayılır bir fabrikatörü götürdüm. Kız isteyeceğiz ya! Arkadaş, aileyi ve davranışlarını bir gördü. “Beni buraya niçin getirdiniz? Böyle kibirli bir aileden ben, değil kız istemek, onlarla bir çay içimi birlikte oturamam. Haydin gidelim!” dedi usulca. Kalktık, münasip bir dille izin istedik. Evlenecek arkadaşa: “Sen benim sözümü dinlersen mutlu olursun. Burnunun dikine gidersen hezimete uğrarsın; hem dünyan kayar hem ahretin, dedim. Sağ olsun boynunu büktü, kabul etti. Birkaç gün sonra, bir tanıdığımın evine, ona kız bakmaya gittik. Alçak gönüllü, mütevazı, mazbut bir aile. Bir çay içimi oturduk. Kız, çayı pişirdi, bize ikram etti. Her giriş çıkışta, lüzumsuz yanan lambaları söndürdü. Süt dökmüş kedi gibi, karşımızda masumane oturdu.
– Bu alenin kızı alınır. Bu kız iktisatlı. İktisatlı olan fakir olmaz, dedim.
Kızı istedik. Düğünlerini yaptık. Şimdi bir de çocukları var. Çok mutlular. Önceki aile mi? Onlardan ucuz kurtulmuşuz. Bizi takmayan, hesaba almayan, küçümseyenler, araya hatırlı insanlar koydu. Lâkin bir daha gitmedik. Sonradan öğrendik ki zenginiz diye kasım kasım kasıldıkları villâda kiracılarmış. Elin lüks evi ile bize ağalık satıyorlarmış. Kendileri bilir.
Köyümüzden yirmi kadar genci okuttum. Öğretmen, mühendis oldular. Yalnız köylümüzü, çocuğunu buraya göndermeye razı edemiyorum. “Uzak… Ana yüreği… Yokluğuna dayanamayız…” diyorlar. Kolayı var: Madem onlar buraya göndermiyorlar; ben de köye buradakinin aynısını açarım. İşte sizin yanınızda söz veriyorum: Oraya yatılı bir dershane, okuma salonu, kütüphane açacağım Allah’ın izniyle.”
Yurt ve kurs müdürü Fahri, Müdür beye yaptıklarını özetlerken; “Desteğinizle bize yardımcı olurken, aslında bizim okuttuğumuz öğrencilerin de mükâfatını kazandınız.” demek istiyordu. Yan odadan, çelik kasa açılma sesiyle önlerine atılan bir demet parayı hatırladı. Sesi titredi, mahcup oldu bir çocuk gibi. Hasan Ali ve Müdür’den kaçırdı gözlerini; karşı duvarda asılı olan çerçeveli bir yazıda takılı kaldı: “Dalgaların sahile savurduğu denizyıldızlarından bir tanesini de sen suyla buluşturabilirsin. Küçümseme, erteleme, harekete geç; bir hayat kurtarmış olursun.”
Bu Sayının Diğer Yazıları
Dua / Mehmet Akif ErsoyŞirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Ne Diyebilirim ki Sana? / Semra Saraç
Gelecek Zaman Şiiri / Nurettin Durman
Gölge / Mustafa Özçelik
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…