Görmenin ve Duymanın Düğümleri

Materyalist koşullanmalarla yol edinen, yol bulmaya çalışan insanın anlam dünyası yıkılmıştır. O, bırakınız yüksek ideallere adanmış hayatı, artık ne kendini ne de dünyayı özel, öznel bir varlık olarak yaşayamıyorsa, söze gereken önemi vermeyişi sebebiyledir. Modern insan söz söylemez, söz dinlemez bir huysuzluğu ahlâk edinmiş gözükmektedir.
   Söz, hayatın da varlığın da cevherinde var olan hakikatten, gündelik anlaşma ve ilişkilerimize kadar duyduğumuz, yaşadığımız bir gerçekliktir. Her şeyi saran, kuşatan gerçeklik. İnsanın anlam alanından uzak kalışı ile sözden uzak kalışı arasında doğrudan bağıntılar vardır. Şimdilik sözün, yazı ve konuşma boyutlarıyla yaşadığımız bir alt kategori olan dilin sınırları, bağlam ve imkânları içinde anlaşılmasında bir mahsur olmasın. Hakikate dönük ve duyarlı yaşamak, söze ve dile duyarlı olmayı gerektirir. Duyarsızlık, günümüzde neredeyse bir yaşama biçimine dönüşmüşse, kimileyin bilerek, daha çok da bilmeyerek sözün ve dilin hayatın merkezinden çıkarılması sebebiyledir. Sözle biçimlenen, sözle canlanan, büyüyen, çoğalan dünya, şimdi görüntüye ayarlı işlemektedir. Görüntüye, gösterişe ayarlı ve duyarlı dünya, bazı değer ve hassasiyetleri yok ederken, doğan boşluğu başka ilgi ve yönelimlerle dolduruyor. Duygu ve düşüncenin yönü, yeni ilgi ve hassasiyetlere göre ilginç bir değişime uğruyor. Bizce değişim iyi ve ümit verici değil. Her geçen gün görüntü seline daha çok kapılıyoruz. Sele kapılmak insana ilginç bir haz yaşatıyor. Giderek daha az duyan, daha az düşünen, daha az fark eden, belki fark etmeyen, duyarsız, sathi insanlar olup çıkıyoruz. Bu vasatta sanat da düşünce de etkin, köklü yayılma alanları bulamıyor. Hatta bu uyuşma, bu zihnin felç olma, bu küçülme, çocuklaşma hali, devasa kitlesel potansiyeliyle sadece piyasaya dönük iş yapan yeni sanat ve kültür faaliyetlerine imkân ve fırsat veriyor. Müthiş hazlar duyarak kutsallaştırdığımız görüntü dünyasında göz göre göre yitip gidiyoruz.  Gazali “Kim düşünmenin hakikatini bilmezse, onun insanlığı sadece isimden, doğru yoldan nasibi de resimden ibarettir.”(1) sözüyle asırlar öncesinden tam da günümüz insanının durumunu özetlemiş gibidir. Tuhaf bir şekilde yitip gitmekten mutlu olanlarımız var. Acaba bu yitip gitme ruhumuzun çok derininde var olan bir fenafillâh arzusunun yanıltıcı da olsa başka bir boyuttan yansıması, yaşanması mıdır, onu şimdilik bilemeyeceğim. Ama insanın kendini yeni dil, tarz ve üsluplarla gerçekleştirdiği sözden görüntüye evirilme sürecini kritik ederek anlamak önemlidir.
   Düşünce ve algı dünyamızda sözün belirleyici ağırlığını görsellik almaya başlamıştır. Hepimiz dünyayı ilk aşamada görüntü boyutuyla tanır, anlarız. “Görüntü insanda gerçeğe daha yakın olduğu izlenimini uyandırır, insan sanki “görüntünün içindedir”(2) Meyer, bu sözüyle sıradan bir tespit yapar gibidir ama genel gidişata yönelik alttan alta yaptığı eleştiriyi de hissettirmez değildir. Ünlü dilbilimci Saussure, bu konuda insan ve toplumun genel yapısını, hatta yaradılışını ifade eder: “Bireylerin çoğunda görsel izlenimler işitim izlenimlerinden daha belirgin, daha süreklidir. Onun için de bu gibi kimseler daha çok görsel izlenimlere bağlanırlar.”(3)  Öyle değil midir? Hangi düzeyde, derinlikte olursak olalım hepimiz nesnel dünyayı öncelikle görsellik boyutuyla yaşarız, yaşıyoruz. Bu manada duyup düşündüklerimiz, esasen görselliğin baskı ve egemenliğinden kurtardıklarımızdır. Hakikate yönelik algı tarzlarında bariz bir orantısızlık vardır. Sözel niteliği de olsa görünür kılındığı ölçüde gerçeğe itibar edilir olmuştur. Daha yalın söyleyişle gerçek, salt görüntü boyutuyla algılanmaktadır. Bir anlamda Platon’un mağarasındaki insanlar gibi gerçeğin görüntüleriyle yetiniyoruz. Anlam dünyamızı biçimlendiren imajlar gerçeğin gölgesinden ibaret gibidir. Platon, gerçek anlamda düşünmenin ancak görünür dünyayı aşmakla mümkün olacağını söylüyordu. Onun idealar kuramı, mağara metaforu ve mimesis teorisi, bu aşma üzerinden gerçekleşecek düşünme yönteminin sistemleştirilmesidir. Demek ki, görünür dünyayla sınırlanmanın düşünce üzerine olumsuz etkisi, ilk ve kadim zamanlardan beri fark edilen ve konuşulan bir konudur. Ellul’un bu konuda Novalis’in şiirlerini hatırlatan müthiş bir yaklaşımı vardır: “Geceleri, göremediğim zamanlarda mesafeli bir konum alırım. Bu, gündüz olaylarının geceleyin neden bu kadar hüzünlü olduğunu açıklar; kendimle çevremi saran dünya arasındaki mesafe tefekküre dalmama ve düşünmeme imkân verir.”(4)
   “Görüntü eğilimimiz öyle fazladır ki, toplum içindeki en akıllı insanları ‘öngörülü’ ya da ‘ileriyi gören’ ifadeleriyle tanımlarız.”(5) der McLuhan. Farklı kültürlerin temel hakikatlerde birbirine ne kadar yakın kavrayışlar içerdiğini bir kez daha anlamış oluruz. Bir anlamda ‘düşünce’ ile yakın hatta aynı anlamda kullandığımız ‘bakış’ veya ‘görüş’ kelimeleri, görmekle, görüntüyle alakalı olmaları bakımından ilginçtir. Ancak fark edileceği üzere, biz, kendi bağlamında son derece naif ve yerinde bu gündelik kullanımları değil, asıl doğrudan insan ve anlamı üzerinde olumlu olumsuz etkileriyle bir fıtri değişimden söz ediyoruz. Anlama bağlı olarak sözün, söze bağlı olarak anlamın hayattan çekip gitmesi, tercih edilen materyalist yaşama biçimiyle birebir ilişkilidir.
   Materyalizm insanın ontolojik özelliklerinden  ve geleneğinden beslenen varlık dünyasını çökertmeksizin egemenliğini kuramazdı. İnsan varlığın ve varlığının hakikatini, ruhunda bir yük saymakta, bu yükün altında ezileceğini sanmaktadır. Ona ağır gelen insan sorumluluğudur. Hafiflemenin bu yükten kurtulmakla mümkün olacağı yanılgısına fena kanmış, fena kapılmıştır. Bu amaçla sorumluluğundan kaçmakta, özgürlüğü sorumluluğunu terk ederek kazanacağı yanılgısını yaşamaktadır. İnsan kendinden, hakikatten ürkmektedir. Modern insan eşi benzeri görülmemiş bir yabancılaşma yaşamaktadır. Adil Maviş “İnsan kelimelerle değil, resimlerle düşünür”(6) derken spesifik olarak konuşmayı görsel malzemelerle desteklemenin etkisini anlatmak ister. Hatta bir esas tespit olarak söylediği ‘kitle’ler için de geçerlidir. Ne ki incelmiş idrak ve dimağlar için görüntünün, düşünceyi sınırlandırıcı, zayıflatıcı anlamından bile söz edilebilir. Soyutlamayı kelimelerle, yani anlam dizgeleri, ilişkileri ile yapmak epistemolojik bir gelişmenin, olgunlaşmanın aşamasıdır. Olgunlaşmanın hiç olmazsa insanın ilerleyen yaşına uygun gelişmesi beklenir. Ama beklenen olmuyor ve modern insan hemen hiçbir soyut değeri olmaksızın gününü gün ederek eğlenmekten başka bir amaç gütmüyor! Eğlence kültürü, materyalist egemenliği kabullenmekten,  kendimizi kendi ellerimizle yabancılaştırmaktan başka bir şey değildir. Feuerbach “Düşünmek için insan duyumlara, özellikle gözlere gereksinme duyar.” der (7) “Görme kalplerin itminan bulmasının en kesin delilidir. İnsan gördüğüne, daha geniş anlamıyla duyularıyla algıladıklarına inanmak hususunda hiçbir tereddüt yaşamaz.”(8) Nasıl yaşarsın, işte göz önünde apaçık duruyor. Göz önünde apaçık duranı düşüncemizle mi kavrarız? Ona ne hacet, bilakis görünen, düşünmeye, kritiğe, çözümlemeye ihtiyaç bırakmayacak bir gerçekliktir. O nedenle görünür olanı kabul etmenin fazla bir kıymeti olmamalı, ayrıca bize özellikle ruh ve zihin dünyamıza bir değer de katmamalı. Diğer yandan gerçekliği görsel olanla sınırlamanın, derinlikli bir düşünceyle ilgisi olmayan bir sığlık olduğu da söylenmelidir. Özellikle pozitivist dönemden bu yana  “Batı kültürümüzün mantıklı insanı görsel bir kişidir.”(9)der McLuhan. Eğer farklı görme biçimleri yoksa görmeye ve görüntüye yoğunlaşan varoluş, derin bir düşünce geliştiremez. Batının felsefi döneminin geride kalması, zihnin bu dar açıda kıpırtısız kalması sebebine bağlanabilir. Batılı entelektüeller, Platon’un gölgelerini parlatarak ortaya bir gerçeklik çıkarma boş çabası içine girmiştir.       Diğer taraftan görme duyusu insanın en kolay aldatılmaya yakın duyusudur.(10) Aldatma ve aldanma üzerine kurulu illüzyon oyunundan zevk alanlar, bunun sebeplerini araştırsınlar. Asıl konu illüzyonun küresel ölçekte nasıl işle(til)diğidir. “Görsellik giderek, soyut görsel ve dilsel öğelerin küresel çapta buluştuğu ve tüketildiği, dolaşıma sokulduğu, değiş tokuş edildiği sibernetik ve elektromanyetik bir alana yerleşmiştir.(11) Sinema, televizyon ve internet! Bunlar sanal dünya mı? İlk kullanıldıkları zaman belki öyleydi. Ne var ki şimdi, neredeyse birebir etkileriyle yaşadığımız dünya sanki sanal da elektronik yayın ve haberleşme dünyası gerçek! Televizyon merkezli görüntü dünyası ile oluşturulan egemenlik; insanın ruhunu, benliğini, kişiliğini teslim almışsa Postman’ın televizyon için söylediği o çok net ifadesini derinlemesine yeniden düşünmek gerekmektedir: ‘Televizyon: Öldüren Eğlence!’ Postman zamanında bu kadar yaygın ve çeşitli elektronik yayıncılık yoktu. Biz televizyonu bütün bu sanal yayıncılığın simgesel ifadesi olarak kullanalım şimdilik. Tek tek insanlar üzerinden kitleleri öldürmesi ile televizyon, en yaygın egemenlik aracı ve silahı olarak kullanılmaktadır. Etkisi, gücü, yarattığı bağımlılık ve inandırıcılığı ile neredeyse hayatın motoru haline gelmiş görsel yayıncılık, bizim tahmin ve tahayyülümüzün çok ötesinde amaçlar için kullanılmaktadır. Televizyon kitle iletişim aracı olarak tam manası ile egemen güçlerin emrinde ve hizmetinde bir işlev görmektedir. Kitlesel çoğunlukların televizyon ve her türlü görsel mekanizmalarla kurdukları bağlantı, iletişimin ötesinde tek yanlı kurguları, bağımlılıkları artırmaktadır. Bütün bir ömürlerini inceden inceye hesaplanmış simülâsyonlar seli karşısında tüketen insanlık, özgür ve özgün dokusunu, arayışını da yitirmiştir. Sanal bir hercümerç yaşamaktadır. Gerçekliği kalmamıştır. “Televizyonu açıp arka planda kalmasını bekleyemezsiniz. Sizi kendine bağlar.”(12) Televizyon insanı ekranda gördükleri dışındaki her şeyi yok sayan ve gerçek olarak kabul etmeyen karakterde bir tipe dönüştürmüştür.(13) Bu haliyle görsel bağımlılığın insan üzerindeki en yıkıcı tahribatı bu yönüdür. Görsellik çağdaş insanın afyonu olmuştur; düşünme, tercih edebilme, seçme yeteneklerini yitirmiştir. Bu yapısı ile ‘kitle’ diye tabir edebileceğimiz kimliksiz kalabalığa molekül olarak eklenmektedir. Burada televizyon, görsel olana ayarlı hayatın sembol aygıtı olarak insanlara uğrunda her şeylerinden vaz geçecekleri düşler, imajlar, mitoslar üretiyor. İnsan kendisi için son derece ayrıntılı hesap ve amaçlarla üretilen masallara, mitoslara yüksek bir gerçeklik duygusuyla bağlanıyor. Antik dönem mitolojisinin dönemi içinde hayatı şekillendirmesi, bundan farklı bir işleyiş içinde olmuyordu. O dönemin mitolojik ilişki biçimini anlamak isteyenler, canlı yaşamdan, yaşadıklarından paylarına düşen duyguyu anlasınlar. ‘Medya Ninnileri’ adlı muhteşem eserinde Rigel, tam da bu düşünceleri isabetli paralelliklerle açıklar.  “Görsel sanatlar ilerledikçe ve kitleselleştikçe günümüz insanı da tıpkı mitolojide olduğu gibi Tanrılar dağını çağa uyarlayarak yarattı. Olympos’un tanrılarını, insanların hayalleri biçimlendirirken,  Hollywood dağının tanrıları da, insanları düş dünyasına çekmek için oluşturuldu.”(14)
   Genel hastalık, insanların duymaya ve işitmeye hassas bir hayattan uzaklaşmasıdır. Hastalık insanın varlığa ve hakikate dair anlam arayışı diye bir meselesinin öncelikli olmamasıyla başlamıştır. Kendini görüntülerin ayartıcı, oyalayıcı akışına bırakan insan, düşünsel, duyusal olarak cahilleşmiş, giderek anlam boyutu zayıflamıştır. Bırakınız yüce, aşkın hakikatleri, burnunun dibini göremeyenler ürkütücü çokluktadır. İnsan o anın rüzgârıyla anı yaşamaktadır; ancak yaşadığı anın bile anlamına vakıf olamamaktadır. Oscar Wilde yalnızca şimdiyi yaşayan, sadece bugünün farkında olan insanın yaşadığı çağ hakkında hiçbir şey bilmediğini söylüyordu.(15) Gelinen aşamada yeni insanın anlam ve değerler dünyası bütünüyle yok olmuştur. Yine Rigel’in ifadesiyle “Televizyon karşısında ya da elinde gazetesiyle uyuyakalan yetişkinlerin hayal dünyasını, konfeksiyon ürünleri gibi tektipleştiren medya”(16) anlamı eğlence ve hiçliğe denkleştirilmiş, sözü de tüketmiştir. Politik ve ekonomik hesaplarla ekranları başına kilitlenen kitleler üzerinde, tek tek bireyleri hedef alan dehşet simülasyon uygulanmaktadır. İşin dehşet yanı beyni ve ruhu felç edilen insanın, yaşadığı kölelik ve yok oluşu eğlenceli bir oyuna dönüştürmesidir. “Televizyon, kişilerin ilgisini gerçek olaylardan gösterilere, bunun da ötesinde olayları gösteriye dönüştürerek dağıtmaktadır. Bu dağıtış, izleyiciyi salt izleme eylemi içinde bırakır. Televizyonun kişileri gerçek yaşamdan uzaklaştırıp uyuşturduğuna ilişkin suçlamaları, bu gösteri izleme eğilimi desteklemektedir.”(17) “Televizyon aracılığı ile yığınlara iletilen bilgilerin, onları uyuşturucu işlevi içinde olması, konunun çok boyutlu olduğunu göstermektedir.(18) Çöken; insanlığın aklı, ruhu ve vicdanı, kısaca varoluşudur. İnsan varlığı ontolojik bir kopuş içindedir. Bu aşamaya gelişimizde, pozitivist koşullanmaların ‘üzüntüyü bırak yaşamaya bak’ savrukluğunda ifadesini bulan boş benliklerin putlaştırılmış arzularla tatmin edilmesi, başat etken olmuştur. Görüntüye itibar eden hayat cehaleti, cehalet görüntüyü öne çıkarmıştır. Derinliksiz, sathi, basit insanlar, derinliksiz, sathi, basit hayatların zevkini sürmektedir. “Burada hakikatin, gerçeği tanımlayan, belirleyen ilkelerine gerek yoktur; artık bir imgeyi görmenin ve imgeye bakmanın merkezi bir yeri vardır. Görme, gördüğünü inşa etme, gördüğünü bilme, gördüğüne inanma; imanın yerini alır.”(19) Artık insan gördüğüdür, gördüğü kadardır. Dünyası, duygusu, ufku, aklı o kadardır. Bu konularda en yoğun çözümleme ve tespitler yapan ünlü düşünür Jacques Ellul’un ‘Sözün Düşüşü’ adlı muhteşem eserinde “Görme, bana öncelikle gerçekliği, bilincimde hazır durumda bir şey olarak gösterir; şimdi o beni, bu gerçekliğe göre kendi varlığım olmaya iter./.. Ben baktığım şeyden ayrı olmayan bir özneyimdir. Dahası, gördüğüm şey, eylemim, beni gördüğüm şeye bağlarken, benim bir parçama dönüşür.”(20) ifadeleri fenomenler dünyasıyla kurulan varoluşsal ilişkiyi çok yalın açıklar. Hatta insan gördükleri ile kör olur. Kutsallaştırılmış görüntü aklı, ruhu kör eden bir puta dönüşür.  “Gösterenin, gösterileni kendi üzerinde toplaması, putun doğuşuna delalet eder. Böyle bir durumda ikonik imge, daha önce sözünü ettiğimiz hakikatle gerçeklik arasında salınımını kaybeder; klişe halini alır ve donuklaşıp putlaşır; gerçekliğini yitirir ve resmin bütününün vaat ettiği aşkın anlamı tek boyutlu hale dönüştürür. Hakikatle gerçeklik arasındaki yolculuğun en büyük engeli olur; kapı kapanır, yolcu eşikte kalakalır.”(21) Eşikteki yolcu kendi evine bile giremeyecek denli yabancılaşır çoğu zaman. ‘Kapıdaki Yabancı’nın sığınacağı bir iç dünyası bile kalmamıştır. Yazık!
   Kitle değerler dünyasından soyutlanmış, tüm kapitalist tonlamaları ve boyutlarıyla amaçsızlığı anlam, anlamsızlığı amaç edinmiş insan yığınlarını ifade etmektedir. İnsan yığını! Hepsi bu. “Bir görsel dil oluşturuluyor. Bizi çekecek, her kesimden, her bilgi ve deneyim birikiminden, birilerinin baktığında rahatlıkla çözümleyebileceği görsel mesajlarla sarılıyoruz. Bu mesajları çözümleyebilmenin, yaş ortalaması 13 olarak ele alınmış. Yani 13 yaşında bir çocuğun anlayabileceği görüntülerle çevreliyor bizi TV ekranları. Bu nedenle TV karşısında zihnimiz rahat. Verilen mesajlara kendimizi bırakmış gidiyoruz.”(22) İnsanın tek tek sömürülecek müşteriye dönüşmesi için onun tezgâha düşmesini engelleyici değerlerinin yok edilmesi veya zayıflatılması gerekiyordu. Düşünemeyen, sorgulamayan, telkinlere açık ve hazır bir kitle yaratmak! Başardılar. Tarihsiz, bilinçsiz, sadece anı yaşayan bir güruha dönüştürülerek, oluşturulmuş akışa katılmak isteniyoruz. Önceden bizleri iyi kötü bir anlam çerçevesi içinde bütünleyen millet, toplum hatta ulus gibi kavramlar, şimdilerde yerini ‘kitle’ olgusuna bıraktı. Kitle bir inancı, dini, kültürü; özetle ayırıcı belirgin bir yaşam algısını ifade etmemekte, tüm insanları kendi muğlâk potası içinde eriterek aynileştirmektedir. Kitleler anlık etkilerin, uçucu, geçici yapay arzuların çoğunluğudur. Kitlelerin tarihi de, değeri de hatta tercihleri de olmaz. Kitle sarmalında partiküle olmuş bireyin kapitalist tercihlere elverişli biçimlendirilmiş arzusu, isteği, tüketimi vardır. Kitlelerin kimliği, benliği, iradesi, düşüncesi de olmaz. Bütün bu nitelik ve özelliklerimize uzak düşürülerek kitleye dönüştürülmek isteniyoruz. “Kitleler arasında yaygınlaşan duyguları açıklamak elbette çok basittir. Bunlar her zaman toplumsal düzeneklerden kaynaklanır.”(23) Jaspers, modern insanın mesuliyet taşımaksızın kitleye katılışını, bir kitle insanı oluşunu ‘Varoluşsuz varlık’ diye kavramsallaştırması ironik ve sarsıcı bir gerçekliği işaret eder.(24) Yine Jaspers’e göre kitle varoluş’u mecburen zedelemekte ve bu sebeple günümüzün en büyük tehlikesini teşkil etmektedir.”(25) Anlam dünyası dağılmış insan ve hayat tam bir çözülme içindedir. Bu düzen(eğ)in en yaygın, en etkin aracı televizyon olmak üzere insanı imaj ve gösteriş budalası yapan mekanizmalardadır. Kitleler imajlarla yönlenir, yönlendirilir. Eskiden inançla, felsefeyle, dinle, ideolojiyle, gelenekle aidiyetini ifade eden insan, şimdi imajların kurgusal, yapay biçimlendirmeleri içinde var olmaya çalışmaktadır. “Wolton’un dediği gibi bu kesimlerin inanıp beğenmeleri daha önce televizyonda görmelerine bağlıdır.(26) Gördükleri akılları önünde perdedir. Akılları gözlerinde körelmiştir.    Anlamdan uzaklaşmak ile görüntülerin esiri olmak, görüntülerin ablukasında kıpırtısız kalmak arasında açık bağlantılar vardır. “Televizyon, sanal gerçekliğin hakiki gerçeklikten daha hakiki olduğunu ispatlamak için bitimsiz sayıda resimlemeler üretir ve karşılığında da gerçeklik, basitçe bunun yansıması değil hatta genellikle onun bir ürünü haline gelir.”(27) Görüntüyle kurulmuş, tahkim edilmiş bir dünyanın büyüsünü bozmak kolay değildir. Akli, eleştirel izahların geçersiz kalması bu dünyanın zaten akılla, düşünülerek kurulmamış olması sebebiyledir. Anlamını görüntüyle kuran kişinin bunun için bir çaba sarf etmesi gerekmemiştir. Düşünmeye muhatap değildir. O kendiliğinden bir oluşu kendini o akışın içine bırakarak yaşamaktadır. İzleyici tipin huzurunu bozmak imkânsızdır. “Yanlış da olsa gözleriyle gördüğü doğrudur ve öyle kalacaktır.”(28) Buradaki doğruluğun felsefi, dinsel veya mantıksal bir karşılığı yoktur. Yönünü hayatın gündelik akışı ile belirleyenlerin doğruları, arzu ve istekleridir. “Arzu ve endişelerimizin karıştığı bakış (“yamuk bakış”) bize çarpık, bulanık bir görüntü verir.”(29) Ben burada görmeyi, görüntü evrenini küçümsüyor ya da inkâr ediyor değilim. Asla. Sonuçta gördüklerimizle yaşarız, gördüklerimizi yaşarız. Görmek de işitmek de mucize yeteneklerimizdir. Bütün bu nimetler için Rabbimize şükrediyorum. Sadece görmek ve işitmek karşısında zihni yapılanmamızın tartışılması gerektiğine işaret ediyorum. Görmek için, hele bir televizyon izleyicisi olmanız için fazlaca bir çaba sarf etmenize gerek kalmaz. Bir dostum hiçbir şey düşünmeksizin dinlenmek istediği zaman “Eve gidip televizyon izleyeceğim” diyordu. Televizyon izlemeye karşı olan bu dostum bunu aptallık ihtiyacını karşılamak için yaptığını söyleyince bizi hem  güldürür hem de düşündürürdü. Hangi ağrırlıkta, kaç gram aptallığın ihtiyaç olduğu ilginçtir. Ancak kendimizi aptallığa vurmaksızın kimi gerçekliğin ağırlığını aklın da vicdanın da kaldıramayacağı da acı bir realitedir. Bir değerlendirmeye göre kendinizi düşüncelerden, kaygılardan ne oranda sıyırır, soyutlarsanız seyrettiklerinizden o oranda keyif alırsınız. Oysa söz karşısında dimağımız aktif olmak zorundadır. Onu algılamak, zihnimizde değerlendirmek, analojiler yapmak, çoğaltıp eksiltmek gerekmektedir. Konuşmak ve dinlemek, yazmak ve okumak, zihinsel çaba ister. Zihni faaliyetinizin yoğunluğu ölçüsünde anlam alanınız derin ve geniştir. İşte ilim, düşünce, sanat, felsefe bu alanda oluşur. Bir atasözümüz ‘Cahilin aklı gözünde olur’ derken bu espriyi de içeriyor olmalıdır. “Cahillerin gözleri, kulaklarından daha bilgilidir.” der Shakespeare (30) Tarih boyunca inanmayanlar hep görmek istemişlerdir. Görmek isteyişleri bir yönüyle saf insani merak, asıl yönüyle sığ, sathi ilgileri sebebiyledir. Hakikatle görme dışında bir ilişki kurma hassasiyetleri bulunmaz. Onlar illa ki görecekler. Görüp de ne yapacaklar diyeceksiniz. Aslında yapacakları bir şey de yok; belki biraz şaşa kalmalarını eğlenceye dönüştürüp sonra tekrar inkârlarına devam edecekler. Oysa inananlar, inanmaya yatkın olan kişilikler böyle değildir. Müminler ‘sözü dinlerler ve en doğrusuna uyarlar’ (Zumer:18) ‘işittik, itaat ettik’(Nur:51, Bakare:285) derler. İşitmek, kalp gözüyle bakabilmektir bir anlamda. Müminlerin inanmaları için işitmeleri yeterlidir. Çünkü onlar, hakikatle, gerçeklerin değişmeyen özü il, kendi cevherleriyle, ilahi inayetle ilgilidirler. Onlar var oluşlarını ciddiye almış insanlardır. Sözle ilişkisi olan, sözden kopmayan insan, eninde sonunda mana âlemi ile hemhal olacaktır. Onlar görünür görünmez boyutlarıyla hakikate sadece gözlerini açarak değil kalplerini, gönüllerini, dimağlarını, bütün benliklerini açarak yönelirler. İnkâr edenler başta kendilerine inanmış değillerdir. Kendini bilmeyenin bilebileceği bir yücelik, ulaşacakları bir erdem yoktur. Onlar bir şeye kulaklarını tıkamaksızın bakamaz ve göremezler. Tıkalı kulak ve akılla baktıkları gözleri, sadece inkâr etmeye gerekçeler aramaktadır. Onların ciddi manada anlam ve anlama sorunu yoktur. Tersten bir çıkarsama konuyu daha anlaşılır kılabilir: Anlam sorunu olanlar, düşünceye, hikmete yönelmek durumundadır. Çünkü biz sözü düşünürüz, sözle düşünürüz. “Düşünmek, özerklik ve eleştirel mesafe, sistematik şüphe ve kişisel yargı gerektirir. Hâlbuki televizyon seyircisini; birbirine benzeyen, eşit düzeylerde, betonlaşmış beyinler haline getiriyor.”(31) Mutlak söz Allah’ındır ve mutlak doğru Allah’tandır. Söz kelâmî anlamda hikmet ve hakikat olarak ifade edilmiştir. “İslâm dünyasında ‘söz’ün yeri büyüktü. Allah insanlara Kur’an’ı göndermişti ve hakikat ‘İlahi Kelâm’da belirmişti. Bu yüzden söz sanatı, sanatların en üstünü sayılıyordu; İslâm ülkelerinde Arapça ve Farsça büyük eserlerin yer aldığı bir edebiyat gelişmişti.”(32) Sözü boğmak, kapatmak, onu bozmak isteyenler tarihin en büyük zulmünü işlemişlerdir.
_______________________
1-       Gazali, El Méârifu’l Akliyye,s.38, çev. Ahmet Kâmil Cihan, İnsan yay, İst. 2002.
2-       Michel Meyer, Retorik, s.125, çev. İsmail Yerguz, Dost Kitabevi yay, Ank. 2009.
3-       Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri, s.29, çev. Berke Vardar, Brey-Toplum yay, Ank. 1985.
4-       Jacques Ellul, Sözün Düşüşü, s.35, çev. Hüsamettin Arslan, 2. Bas, Paradigma yay, İst. 2004.
5-        Marchal McLuhan, Quento Fiare, Medya Mesajı Medya Masajıdır, s.117, çev. İlke Haydaroğlu, Media Cat yay, İst. 2012.
6-       Adil Maviş, Söz Söyleme ve İnsanları Etkileme Sanatı, s.23, Hayat yay, İst. 2004.
7-       Manfred Buhr, Alfred Kasıng, Bilgi Kuramı- Sanat Kuramı, s.27, çev. Veysel Atayaman, Birim yay, İst.1984.
8-       Cemal Şakar, İmge, Gerçeklik ve Kültür, s.7, Okur Kitapları yay, İst 2012.
9-       Marchal McLuhan, Quento Fiare, age, s.45.
10-    Jonathan Crary, Gözlemcinin Teknikleri, s.32, çev. Elif Daldeniz, 2. Bas. Metis yay, İst. 2010.
11-    Jonathan Crary, age. s.14.
12-    Marchal McLuhan, Quento Fiare, age. s.125.
13-    Denise Bombardier, “Görüntü Kültürünün Tiranlığı”, s.193, Der: Jean-Marie Charon, Medya Dünyası, çev. Oya Tatlıpınar, İletişim yay, İst 1992.
14-    Nurdoğan Rigel, Medya Ninnileri, s.5, Sistem yay, İst 1993.
15-    Oscar Wilde, Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil,  s.95, çev. Esin Soğancılar, Kaya Genç, Fatih Özgüven, Türker Armaner, 2. Bas. İletişim yay. İst 2010.
16-    Nurdoğan Rigel, age. s.10.
17-    Brian Groombridge, Televizyon ve Toplum, s.27, çev. Ayseli Uskurata, İstambul Reklam yay, İst.1976.
18-    Brian Groombridge, Televizyon ve İnsanlar-Demokratik Katılım Açısından Medya- s.99, çev. İsmail Şener, Der yay. Tarihsiz.
19-    Cemal Şakar, İmge, Gerçeklik ve Kültür age. s.15.
20-    Jacques Ellul, Sözün Düşüşü, s.31, çev. Hüsamettin Arslan, 2. Bas, Paradigma yay, İst. 2004.
21-    Cemal Şakar, age, s.11.
22-    Nurdoğan Rigel, age. s.31.
23-    Max Horkheimer, Geleneksel ve Eleştirel Kuram, s.486, çev. Mustafa Tüzel YKY yay, İst. 2005.
24-    Otto Friedrich Bollnow, Varoluş Felsefesi, s.36, der. çev. Medeni Beyaztaş, Efkâr yay, İst. Tarihsiz.
25-    Otto Friedrich Bollnow, age. s.51.
26-    Dominique Wolton, “Televizyon ve Yaşam Biçimleri” s.189, Der. Jean- Marie Charon, Medya Dünyası, çev. Oya Tatlıpınar, İletişim yay. İst.1992.
27-    Erol Göka, Hayat ve Aşka, s.164, Aşina Kitaplar yay, Ank. 2008.
28-    Lavrent Laplanto, “Televizyon: Düşünceyi Engelleyen Makine”s.142, age,.
29-    Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak s.27, çev. Tuncay Birkan, Metis yay, İst.2008.
30-    Adil Maviş, Söz Söyleme ve İnsanları Etkileme Sanatı,age. s.61.
31-     Laurent Laplanto, “Televzyon: Düşünmeyi Engelleyen Makine”s.142, Der. Jean- Marie Charon, age.
32-    Mazhar Ş. İpşiroğlu, İslâmda Resim Yasağı ve Sonuçları, s.25, YKY yay. İst 2005.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Beklediğimiz Zaman / Ay Vakti
Diyar-ı Gurbet / Şeref Akbaba
Görmenin ve Duymanın Düğümleri / Necmettin Evci
Eski Bir Zarf ve İmlâ / Ali Yaşar Bolat
Yaşamak / Yavuz Ertürk
Tümünü Göster