Hasta Yazar

“Gece yazılmaz mı?’’
“Gece yazılmaz bu yazı.’’
Gerçi sabah da yazılmıyordu, günün diğer saatlerinde de. İyileşince… iyileşmesi çok zaman istiyordu.  O zamanı beklerse, o zaman gelmeyebilirdi de. Ara vermesi, tamamen bırakması anlamına da gelebilirdi. Neyin, ne anlama geldiği üzerinde durmadan geçmek istedi. Nereye, ne tarafa, hangi geçitten geçecekti?
Bu geçmek, ileri geçmek anlamında değildi. Geçmek, az öte yana, az şu yana biraz kaymak anlamında da değildi. Bu geçmek; vazgeçmek, bitmek, bitirmek, bırakmaktı. Hayatı bırakmış gibi bir boşluk, bıraktığında da… Artık içeride de, dışarıda da karanlık vardı sadece. Gündüzün geceden farkı yoktu; gecede, geceye galebe çalacak ışıklarda olmayacaktı. Güneşin dahi bir fanusu olmadığından bu amansız rüzgâr bütün ışık ve alevleri söndürecekti.
Gündüz yazamazdı da (günün telaşı gibi insanlar doluşuyordu gününe)… “Gece yazılmaz mı yazı?’’ sorusu yeniden geldi önüne. Yazılmazdı. Hiçbir saatte yazılamazdı artık. “Geçtim’’ dedi, “bıraktım ve vazgeçtim.’’
 Hastalık, belki biraz tutarlı bir nedendi önce; ama hakikatte, yazmayı bırakmanın ilk etapta gerçekten ayırt edilemeyen ilk ve en güçlü bahanesi olmuştu. Bunun (hastalığın), bir bahane olduğunu fark ettiğinde elbette ki sarsılmıştı. Kabullenmesi, alışması bayağı bir zaman almış, durmaksızın kafasını kurcalamış, içini huzursuz edip durmuştu. Geçmiş zaman ekini kullansa da, geçmemişti, hala aklına gelince rahatsız oluyordu. O kamuflaj hiç bozulmasa, hiç fark etmeseydi, ‘Bahane’yi, ‘gerçek’ olarak görmeye devam etseydi.
Bazen sönmüş ateşi eşeler, küllere dokunurdu. Ya soğuk külle yüzleşir, ya da kıvılcımlara rastlardı böyle. Hala aklına gelince rahatsız olması tutuşmaya hazır kıvılcımların olmasından dolayı değil miydi? Bir garipti son günlerde, bir rüzgâr (ona göre) durduk yerde aklını çeliyordu. Rüzgâr, rüzgâr gibi gelip geçiyordu aklından. Sanki rüzgâr hakkında acil söyleyecek sözü varmış gibi duraklıyor, elindeki işi bırakıyor, konuşuyorsa susuyor ve dinliyordu:
Hayret! Ses seda yok.
Her nedense yok, olmalı oysa, yani bu hisse göre olmalı.
Varlığın galip hissine rağmen ‘yok’ demek de olmuyordu. Uğrayıp duran neydi öyleyse? Her esip geçişinde dönüp ardından bakıyordu “Bir şey söyleyecek miydim?’’ diye. Söyleyeceğini mi unutuyordu, söyleneni mi duymuyordu? Ne oluyordu? Onun söyleyecekleri de mi rüzgâr geçtiğinde geçmiş oluyordu? Yoksa rüzgâr mı söyleyeceklerini söyleyemeden gidiyordu? Rüzgârın mı ona bir diyeceği, yoksa onun mu rüzgâra bir diyeceği vardı, bilemiyordu?
Hep bir öncekinden daha hızlı esip geçtiğinde zamanın giderek daraldığını, yeterince peşine düşmediğini görüyordu. Yine de bir gün mutlaka bu rüzgâr, çok yakınında durup onunla söyleşecekmiş gibi galip bir his taşıyordu. Bazı kereler de, zayıf fısıltıları arasında bile ruhunu sarmalayan müthiş bir teshirin altında kalıyordu. “Söylüyor muydu o vakit?’’ O zaman ne yapacağını şaşırıyordu. Aslında yapması gerekeni o sırada yapması gerekirdi. Pür dikkat kendini vererek dinleseydi ya…  O’ysa, bir depremin bitimini bekler gibi geçmesini bekliyordu sadece.
O rüzgâr estiğinde, rüzgâr geçiyordu aklından, yalnızca rüzgâr. Ve ona dair söyleyebileceği düşüncesi. Tabii bu, kuvveden fiile dökülemeyen bir düşünce olarak esip geçiyor, gelip gidiyordu. Yokluğunda bir noksanlık hissetmediği halde, varlığında birçokluk duygusu. O anda toprağa düşen tohumun çatlayıp hemencecik ağaca dönüşmesi, dala, yaprağa, meyveye kavuşması. Her meyvenin içindeki tohumu-çekirdeği çok uzaklara ulaştırabileceği hissiyle gelişen çokluk ve büyüme. Uzak gördüklerini, yanı başına ve yakınına getiren, yetişemeyeceklerine ulaştıran köprüye benziyordu bu rüzgâr. İstese bu köprü üzerinden, şimdi oralarda olmasının imkânsız göründüğü yerlerde olabilirdi. O rüzgârın kurduğu köprü, köprüler; bağlar bağlantılar, ne engin bir hayatı sunuyordu ona. Kolsuz kanatsız, salsız gemisiz…
Hiç yoktanmış gibi gelenler misali, gelenler… Bir gün bu rüzgârın ardına düştüğünde kazançlı çıkacağını biliyordu. Esip geçmesi bile capcanlı soluklara tekabül ediyordu. Uyuklamaktan, dalgınlıktan, yorgunluktan, yerinde saymaktan kurtarıyordu. Ve tabii hastalıktan.
Ama hepsi hepsi estiği kısa bir an, peşine düşmüyor, düşemiyor. Fırtınaya dönüşen bir dağınıklık içinde kalıyordu sonunda da. Darmadağınık.
Ve hala eksik. Daha eksik.
Geçmemiş miydi hepsinden? Geçmişti. Vazgeçmişti. Öyleyse?
Bıraktı ipin ucunu bilmem hangi zamana salınıyor, ne zaman doğrulup sürünen eteklerini toplayacak? Hep zamanla işi varken boyun eğmediğinden düşünmeden salıverdi. Doğru mu, yanlış mı yaptığını sorgulamıyor. Zaten durumu oldukça kritik bir noktada, bunu görüyor ve bu yüzden ne yapacağına da karar verebilmiş değil.
Çabucak usandıran, bezginlik uyandıran bir hal üstündeki. Biraz uğraşınca değmez gibisinden bırakıyor. Saatler saatleri günler günleri kovalıyor ve o, bir boşluğa ve anlamsızlığa bakar gibi bakıyor. Yorgun gözlerini kapatmak isteyişi daha da kolaylaşıyor, kapatıyor. Uykuları hiçbir zaman uyanıklığı kadar kâbus değil, bütün adımlarının ve dakikalarının önceden bir amacı varken amaçlarını yitirişinin açtığı bu gitgide büyüyen karanlık boşlukta ne yapacağını bilemez halde. (Sanki yazmaktan vazgeçmek işe mi yaradı? Hayır, bir işe yaramadı.) Bir sabah güneşine bir de ikindi güneşine düşman, doğmadan batırmak istiyor güneşi. Bakışındaki çarpıklık doğru bakışın yerini aldığından beri, güneş, tastamam tazip edici bir alet. Durmadan, cehennem ateşleriyle zihni kurcalayan bir anahtar…
Sürekli bir şeyleri kaçırıyor, yitiriyor, yetişemiyordur yaşamaya. ‘Yaşamak nasıldı, ya da nasıl olmalıydı?’ sorusu, ciddiye alınmayacak kadar gülünç gelmekteydi şimdi ona. Bir tümör büyüyordu içinde, onun büyüyüp serpilirken ki her kıpırtısını ölümün nabzını dinler gibi dinliyordu. Ölümü büyütüyordu tıpkı içinde bulunduğu bahar ayının (Mayıs ayı) otu, kökü, dalı, yaprağı, çiçeği büyüttüğü gibi. Yaşamla ölümü iç içe duyuşundan karıştırıyor ve bocalıyordu. Bir acemi gibi değil, çok fazla birbirine yakın seçenek ve imkânla karşı karşıya kalmış gibi. Bir de, iki ucu da kendinde bulup, iki zıt kutba birden koştuğunu gördüğünden nasıl davranacağını ve nasıl yaşadığını karıştıran… Yani iki karşıt uca birden, aynı anda, nasıl koşar olduğunu görmekten meydana gelen bir bocalama.
Adının, varlığının, çevrenin hakikati, hakikat mi? Hakikatse nasıl bir hakikat? Yoksa ona mı öyle görünüyor? Nasıl görüyor ve görünüyor bilmiyor artık. Bir şeylerden pek emin değil. Planı yapılacak bir hayat mı var, ya amaç niçin? Karıştırıyor, iyice bocaladığından kekeliyor da. Sözcükleri ıslak ve yaslı zeminde yuvarlanıyor. Nereye gidiyor onlar, takip etse, alıkoyacağı bir söz yok mu? Günün birinde belki… günün biri diyeceği bir gün gelecek mi? Mutlak muhalle çevrelenmiş bir haleyle çevrelenmiş gibi. Kapkaranlık gecenin olanca karanlığına rağmen bu haleyi de nereden bulup sarındı anlayabilmiş değil. Daha da bocalaması, şaşkın bakışı biraz da bu yüzden. Zindanını çevreleyen hale, alışkanlığı ve vasatı parçalıyor.
Gerekli-gereksiz kanat çırpmalarının araladığı gök perdesinin işleyip durduğu ölüm gezintileri. Şimdi geriye dönüş nasıl olur ki, vasat nasıl kalınır ki? Tamamen boşaltılmış dünyanın eşiğinde yalnız başına kıvranıp, içinde olduğunun içine girmekten kaçınmak. Sayısız düş kırıklıklarıyla buzdan, donuk camlar bileyliyor acısını. Sayısız kere evin kapısını değiştirse kapı yine kapı, ev yine ev. Adı yine aynı ve bakışının oturaksızlığına rağmen bakan aynı. Sustuğu halde konuşan aynı. Evet, çok söz vardı ve sözün çarşaf çarşaf yayılışı var insanı daha bir anlamsızlıkla buluşturan.
Şimdi gülünç bulduğu soru (‘Yaşamak nasıldı ya da nasıl olmalıydı?’) önceleri hayatının mihrakı değil miydi? Yine de çözüm buna bağlıydı. Ne kadar ciddiye almasa ve almadığını düşünse de onun için gerçek ve gereken buydu. (Çarpık görüşü hala gerçekleri görebiliyordu demek!)
Gerçeklerden kaçılmayacağını görüp, onları ciddiye almadığını düşünmekle olmuyordu. Hiç görmemeliydi. Yarı kör, yarı sağır yaşasaydı faturası bu kadar ağır olmazdı. “Ödedim’’ dedi, “hep ödüyorum, hep borçluyum.’’ Şu vefa borcu, şu insanlık borcu vs. vs. bir de şu vicdan denen şey susturulabilse, iç huzuru neyse de, iç sıkıntısı bir köşede unutulsa fena olmazdı hani.
Belki de fena olurdu. Çok fena şeyler.
Yok yok yerli yerinde kalsın. Kendi huzuru bozulsa da kamunun huzuru bozulsun istemezdi. İyilikten başka şey görünmemeliydi ortada. (İyilik perileriyle de karıştırmayın, değildi.) Ne olup, olmadığını pek bilemiyordu. Her şey olabilirmiş gibi (Gibi’yi fazla bulduysa da kaldırmadı) geliyordu. “Gelenin, haddi hesabı mı var?’’ dedi.
“Ve buna rağmen hala eksik, hala.’’
Hayatının bir eksiği vardı. Vazgeçip vazgeçmeme meselesi değildi bu. ‘Bahane’ dediği aşılamayacak ‘gerçek’ miydi? Bu gerçeğin eşiği çok aşınmıştı. Yine mi bu eşikteydi? Yine…
Olduğundan daha hasta yatağa uzandı.
Gece yazılmaz mı? Bu gece? Güneşin dahi bir fanusu olmadığından bu amansız rüzgâr bütün ışık ve alevleri söndürecekti. Er veya geç.
İçeride de, dışarıda da karanlık vardı sadece. “Er veya geç’’ diye mırıldandı.
Usulca doğrulup yatağa oturdu ve el yordamıyla yazmaya başladı.
Şimdi o, olduğundan daha az hastaydı.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Beklediğimiz Zaman / Ay Vakti
Diyar-ı Gurbet / Şeref Akbaba
Görmenin ve Duymanın Düğümleri / Necmettin Evci
Eski Bir Zarf ve İmlâ / Ali Yaşar Bolat
Yaşamak / Yavuz Ertürk
Tümünü Göster