Tabut Terapisi

Beyaz dumanlar yükseliyor fersiz dudaklar arasından. Buna isyankâr homurdanmalar eşlik ediyor. Soğukta beli bükülmüş askerler parkanın içinde küçüldükçe küçülüyor. Yusuf Komutanın içtima alanında belirmesiyle dikleşen iskeletler ciddi bir yüz ifadesi takınıyor. Az önceki hallerimizden eser yok. Halimizden ziyadesiyle memnunmuşçasına “sağ ol” çekip duruyoruz…
Komutanın saç, sakal ve boya kontrollerinden sonra kahvaltı yapabileceğimizi belirten işaretiyle çavuşun arkasına takılıyoruz ve sanki acıktığımızdan değil de emir gereği karnımızı doyurmaya gidiyoruz. Karnı doyan asker başlıyor muzipliğe… Biraz eğlenecekti ki yine bir emir. Bölükte iş hiç bitmez. Mıntıkaydı, süpürmeydi derken saat 10’u gösterince tekrar toplanıyoruz alanda. Haftanın çift günlerinde tabut merasimi çalışmamız var ve hazırlıklar başlıyor.
Ali Çavuş’un bir bakışıyla alt devreler Mızmız ile Sakar koşuyor getiriyor tabutu. Üst devrelerden biri tabutun içine girecek. İlçemize gelmesi muhtemel şehit cenazesinin görevli bölüğü bizler bu duruma yirmi dört saat hazır olmalıyız. Bunun için sıkı çalışma şart. Önde resim taşıyıcı, onun önünde çelenkçi başlar bölüğün içinde dönmeye. Tabutun kendisi ağır olduğundan adet öyledir ki kiloca hafif olan girer tabutun içine. Genelde o kişi ben olurum. Çelenkçi ile resimcinin de hazır olmasıyla tabutun kapağı kapanır ve alırlar beni omuzlarına. Dünya döner, başım döner ve biz döneriz bölüğün etrafında. Hem de kartal adımıyla ve tören kıyafeti şıklığıyla. Kaypak Metin ağırlığı diğer tarafa verdikçe söylenmeler başlar ve kulağıma kadar gelir. Herkeste “bitse de gitsek’’ havaları başlayınca komutanın rutin fırçası inletir göğü. Hemen nizami tavra geçilir ve tabutun etrafında dört tur atılır.
İlk zamanlar oldukça yadırgadığım tabuta zamanla alıştım. Sarsıntıları ve söylentileri bile duymaz oldum. Gözlerimi kapatıp kendimle baş başa kaldım. Nefsimi terbiyeye çalıştım. Öyle ya madem­ki tabuttayız artık her çalışma Onbaşı Yusuf’un cenazesi olsun. Tabuta giren terler cihetinden. Haftada dört kez insanın kendi cenazesine katılması olacak şey değil doğrusu. İlerleyen zamanda gözlerimi kapatıp kendimi bu oyuna iyice kaptırınca ağıt sesleri bile duymaya başladım. İmamın Yasin-i Şerifleri ağıt seslerine karışıyordu. Kulağıma olmadık sesler geliyordu. Derin bir hicaz bir semai duyuyordum. Serin bir meltem okşuyordu ayacıklarımı. Kevser ırmağından su içerken açık bir kapı çağırıyordu beni. Toprak kokusuyla sarhoş olmuşken bir haykırış koptu ki sema yırtılacak sandım. Annemi görüyordum sonra, işte buna dayanamıyordum hemen açmak geliyordu içimden tabutu. Hele babam, onu hiç böyle ağlarken görmemiştim, ona yakışmıyordu be ağlamak “yapma babacığım’’ diyordum. Dostlarım benden bahis açıyorlardı. Eskileri yâd ediyorlardı ve benim bile unuttuğum anıları anlatıyorlardı. Ben ise ömür sermayesini tüketmiş bir ölü olarak filmi başa sarıyordum. Bir bir geçerken günahlarım gözümün önünden titriyordum. Defterim kabarıktı ve şefaat diliyordum. Melekler kaşlarını çatmış bana bakıyorlardı. Sonra Rabbime kurban ettiğim o koç ile göz göze geldik, sonra sevindirdiğim o yetim. Beni kurtarırsa o yetim kurtarır diyordum içimden. Başını okşadım tekrar, o ipeksi saçlarında kaybol­mak istedim. Bolu dağlarında kucakladığım o yaşlı ağaç, yağmura kıyamayıp açmadığım o şemsiye, gözle­rimle kokladığım toprak, kulaklarımla gördüğüm karıncaların sohbeti bir bir beni ziyarete geldiler mezarımda. Bedeviler gibi ezberimde tuttuğum o eşsiz şiirler, Sabahattin Ali hikâyele­ri, okudular bana kendilerini. Dünya denen bu yeryüzü şenliği, bu insan kalabalığı, bu serencam hepsi vedalaş­tılar benimle. Sevildiğimi bildim. Yiğit sevdasız olmaz, bir de o gül yüzlü o güzel gülücüklü yâri bildim. Öptüm, kokladım ve Allah’a ısmarladım.
Kendime kızdım. Meğer bunca yıl bir kere bile böyle yalnız, kendimle baş başa kalmamışım. Kendiyle konuşmaz mı hiç insan? Kendini misafir etmez mi hanesine be adam!
İç konuşmalar, pişmanlıklar, keşkeler, meğerler birbirini kovaladı. Tabut sallandıkça ben kendimden geçiyor­dum. Uzun ve sancılı bir titremenin ardından uyku denen o munis ülkeye kaçıverdim. İlk duyduğum şey kuş sesleriydi. Beyaz kargalar helezonlar çizerek girdap oluşturuyor sonra birden bana doğru uçuyorlardı. Gelip tabuta konduklarında serçeye dönüşüyorlardı. Nasıl da severim serçeleri. Tabutu gagalarıyla taşıyıp beni bir nehre bırakıyorlardı. İşte o zaman içimde bir ferahlık duyumsadım. Suyun akıp gitmesine bıraktım derdi tasayı. Öyle hafifledim ki bir nefesimle açıldı tabutun kapağı ve bir şelalenin gerisinde buldum kendimi. Hiç korkmadım nedense düşeceğim diye, tabut şelaleden düşerken ben uçuyordum. Serçeler beni daha da yükseğe çıkarırken bir de baktım ki ucundan tutuşmuş yanıyor kanatçıkları. Meğer daha yüksekten düşe­cekmişim o uçuruma. Çavuşun sesiyle yere çakılmam bir oldu ve derin uykudan kan ter içinde uyandım. Gerçek hayatın katı zamanına askerliğime geri döndüm ve şafaktan bir eksiltirken ben yaşadığıma şükredip tövbelerle akşam ettim…
Bir dahaki tabut merasiminde tabuta girmek istemediğimi söyledim ve artık çelenkçi yaptılar beni. Arada bir arkama dönüp tabuta baktıkça zihnime saplanan ok bana ölümü hatırlatıyordu. Bir besmele çekip rahatlıyor kendi cenazemi unutmaya çalışıyordum. Belki hatırlamak yeğdi ancak ben kendimi bir türlü hazır hissedemiyordum. Ama kendimle hemhal olmam gerektiği, kendime bir kapı açmak gerekliliği elzem oldu, onu biliyorum…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Derviş / Abdullah Şevki
Kitapları İkinci Ele Düşürmeyen Okurlar…... / Fatih Pala
Herkesin Bir “Nuh”u Vardır / Abdullah Ömer Yavuz
Bir Kapıda Durulmak / Mehmet Aksu
Tabut Terapisi / Kenan Yusuf Taşkın
Tümünü Göster