Sanat Oyundur, Sakın Şaşırma!

Sanat oyun, sanatçı oyuncu mudur?
Anlam derinliğinin kavranamadığı ilk aşamada, bu soru da cevabı da önemsenmeyebilir. Ben sanatı ciddi bir uğraş gör­düğüm için oyuna benzetiyorum. Oyunu ciddiye aldığım için onda sanatsal espriler, derinlikler görüyorum. Samimiyetimi tekid etmek için hayatı oyun ciddiyetiyle yaşadığımı, sanat­sal çabamı hep bir oyun coşkusu ve ciddiyetiyle sürdürdü­ğümü söylemekte sakınca görmem. Bu cümleler bir itiraf gibi algılanabilir. Eğer bu itiraf, aynı kökten ‘tarif’ kelimesi ile anlaşılırsa mesele yok; ama bir suçun, suçluluğun açığa çıkarılması şeklinde anlaşılırsa, bu durumda meseleye ters yerden bakıldığını söylemek durumundayım. Yanlış yer­den değil, ters yerden bakılıyor. Çünkü her yanlış, hemen doğrunun yanı başında kendine yer bulmuştur. Ben de bu anlamda doğruda olduğumu söyleyemem. Doğrunun yanı başında olmakla yetinebilirim. Ama hayatı ve sanatı bir oyun ciddiyetiyle yaşadığım, bir suç itirafı gibi algılanacaksa, ne yapayım yine de onlara hak verecek ve zihnime nereden takıldığını şimdilik çıkaramadığım bir ifadeyle “Evet yine hakkıma yaşamak suçunu omuzlamak düştü” diyeceğim.
Oyun insanın hayata sanatkârane katılma tarzıdır. Oyun, insanın sanatsal eğilim ve yeteneklerinin hayatı, varlığı örtüştürme, keşfetme, fark etme çabasıdır. Hangi yaşta olur­sak olalım, tek başına oyun kurma arzumuzun varlığımızda karşıladığı gerçeklik, fıtratımızın sanatsal mahiyetini ortaya koymaya yeter. Anlaşıldığı üzere oyunun yaşının olma­dığını da söylemiş oldum. Çünkü sanatın, fark etmenin, anlama çabasının, keşfetmenin, karşılıklar bulmanın, yaşı yoktur. Varlığın hakikatine götürecek unsurlar, araç ve süreçler varsa, var olacaksa sanat da vardır, var olacaktır. “Hangi isimle adlandırılırsa adlandırıl­sın has yaratıcılık, yoğun bir farkında­lık, bir bilinç artışı ile nitelenir” diyor Rollo May.(1)
Sanat insan yaradılışını biçimlendiren en anlamlı dokudur. Her bir nok­tası sanatla yaratılmış bir dünyada, sanat kabiliyeti yüksek varlıklar ola­rak yaşamaktayız. Sürekli yenilenerek yaratılan, sürekli yaratılarak yenilenen varlığın bitmez tükenmez çeşitliliği, müziği, resmi, şiiri, güzelliği, sırrı buradadır. Oktay Rifat, “Şiir olmasay­dı” diyor, “yaşama dediğimiz oluşun çarklarından biri eksilirdi.”(2) Sanat bizim en nezih, en ayrıcalıklı, en müs­tesna ruhsal melekemizdir. Eğer bu eğilim daha bebekken, çocukken baş­lamamış olsaydı, hem de Platon’un Mimesis, Aristo’nun Katarsis teori­lerine kadar birçok yaklaşımın canlı ipuçlarını bulacağımız tarzda başla­mamış olsaydı, sanatın fıtri bir tema­yül olduğunu söylemekte tereddüt edilebilirdi.
Çocuk için oyun, hayatı kavramanın, yorumlamanın, anlamanın, keşfet­menin en etkin aracı ve gerçeğidir. Oyun gerçekten ayrı, uzak, kopuk bir faaliyet değildir. Gerçekliği fark edilir nesnellikle sınırlamanın mah­surları ortadadır. Varlığın realitesi ola­rak gerçeklik düşle, rüyayla, hayalle, kurguyla tamamlanır. Varlık ve hayat donukluktan, yavanlıktan sıyrılıp haki­kate doğru akışkanlığını bu bütün­lükle sağlar. Akış, çoğu zaman yeni bir gerçekliğe doğru mevcut gerçek­liği aşar. Oyun düzeni içinde, orada, nesnel gerçeklikle öznel gerçeklik, iç gerçeklikle dış gerçeklik, pratik yaşamda olanla kurgusal olan yer değiştirir. “Yaşanmış olanın önemli olduğu bir yerde hayali olmayı yaz­mayı tercih ederim” diyordu Virginia Woolf.(3) Kim bilir belki son eserini de tahammül edilecek tarafı kalma­yan manasız hayatlara karşı bir dire­niş, bir karşı koyuş gibi ölümcül bir cesaretle hayallerine kaçarak verdi. Çoğu durumlarda kurgusal olan, içte olan, özde olan diğer bütün gerçek­liklerden daha sahici, daha doyurucu, tatmin edici niteliğiyle tercih edilebilir. Çocuk için oyun nasıl mevcut gerçek­liği geride bırakırsa, sanatçı için de kurgusal veya duyumsal olan, nesnel ilişkiler dünyasından daha öndedir.
Oyun çocuk için hayatın belki de en canlı, en anlamlı, en doyurucu ger­çeğidir. Aslına bakarsanız bizim için de öyledir. Bir farkla ki, bizler oyunun oyun olduğunu sanırız. Sadece sanı­rız. Çünkü yanlış bir sanıdır bu. Tüm gerçekliğimiz aslında oyunun sınırları, alanı içinde bir değere, bir ağırlığa sahiptir. Gerçeklerimiz evet bir oyun kadar, oyunun izin verdiği kadar gerçektir, geçerlidir. Belki çocuk için söylediğimiz farklı bir algı katında bizim için de geçerlidir. Hayatın, varlığın tek gerçekliği oyun­dur. Siz oyun çağından kurtulduğunuzu sandığınız zaman asıl o zaman oyunun ciddi dünyasına giriyorsunuz. Belki çocuğun oyunu sizin gerçekliklerinizin gözetimi ve temi­natı altındaydı. Oysa bizim gerçekliğimiz oyunun gözetimi, denetimi altında. Yani çocuktan farkımız, yaşadıklarımızın, işleyişin bir oyun olduğunu bilmeyişimizde gizli. Oysa az önce tersini söylememiş miydim? Biz çocuktan farklı olarak oyunun oyun olduğunu sanırız demiştim. İşte oyunun sırrı burada, büyüleniş burada.
Ortalama insanlar olarak kendimizi o kadar kaptırmışız ki, oyunda olduğumuzu fark edemiyoruz bile. Fark etmek derin bir bakış gerektiriyor. Sırları, şifreleri çözmek kolay değil. Hem kolay, hem değil! Kim bilir belki bu açıdan çocukta onu hesapsız, sınırsız coşkuların salınımında hazza boğan bir üst, bir aşkın bağlanış vardır. O oyundan gerçek bir tad alır. Biz büyükler ise oyun olduğunu bilmediğimiz gerçeklik­lerden asla o hazzı alamayız. Çünkü büyümüşüzdür ve oyun çağımız geride kalmıştır. Hesaplar, kitaplar oyunun tadını kaçırmıştır. Ama bir gün, daha ne çok yapacak işlerimiz varken, kimsenin bitiremediği işleri bitirmek için koyulduğu­muz yolun sonuna geldiğimizde, üstelik işleri öncekilerden de yarım bıraktığımız bir zamanda, hayatın o acı, o katı, o değişmez gerçekliğiyle yüzleştiğimizde, yani yolun sonu­na geldiğimizde bizi çağıracaklar: “Hadi gel bakalım, sıra sende, oyun bitti.” İşte o zaman ilahî buyruğu, asıl gerçeği yaşayacağız. Tüm ömrümüzü vererek tamamlamak istediği­mizi daha çok yarım bırakarak girdiğimiz dönüşsüz, çıkışsız yolda oyun biter. Bir oyun olduğunu bilemediğimiz ger­çekliğimiz işte buraya kadar: “Oyun bitti!” İşte oyun, işte gerçek. Ne kadar oyunsa o kadar gerçek, ne kadar gerçekse o kadar oyun! Bunu mu anlayacağız? Hayır anlamayacak, yaşayacağız: Dünya bir oyun ve oyalanmadan ibaretmiş meğer.(4) Meğer bizim gerçek bildiklerimiz tam manasıyla bir oyunmuş. Değer diye, canlı diye bildiklerimiz mağaraya yansıyan resimler, gölgelermiş, Nasıl da yanılmışız. Bir yanıl­gıyı nasıl da doyumsuzca coşkuyla yaşamışız. Dedik ya, oyun işte. Sırrı da burada, tadı da. Dünya bir oyun ve oyalanma. Platon’un mimesis ile ifade ettiği bundan başkası mıydı? ( “Mimesis; taklitçilik, taklit, öykünme, sanat” anlamlarında kullanılıyordu. Mimos: Aktör, taklidci, mukallid, kopyalayıcı, oyuncu, tragedya veya mim oyuncusu, taklide dayalı bir drama türü, mim” olarak kullanılmıştır.)(5)
Peki sanatçı? Sanatçı, bu gerçek bilme yanılgısıyla yaşadıkla­rımızın, uğrunda malımız, canımız dâhil her şeyimizi vermeyi göze aldığımız yaşanmışlıkların sanal (fani) olduğunu önce­den, ölmeden hissettiği için oyunun sırrına vakıf olmaya yaklaşmıştır, vakıf olmaya çabalamaktadır. İşte bütün yaptığı o sırrı ifşa etmekti, etmektir. Sanatçının yaptığı, oyunun yani hayatın ilk bakışta ve akışına kapılarak anlaşılması imkânsız sırlarını çözmek, onları başkalarına duyurmaya çalışmaktır. Sanatçı bu anlamda hayatın kalbini dinler, insanların kalbine söyler. Sır alır, sır verir. Gerçekliğin, yaşadıklarımızın ötesinde belki hayallerimizde gizli, gömülü olduğunu söylediğinde, çokları onlara dudak bükmüş de olabilir.
Biz yine çocuğa dönelim. Oyunla çocuk, hayatla, çevresiyle, eşyayla, aile bireyleriyle ilişki kurar. İlişki, fark etme, keşfet­me, anlama, uydurma, yaratma ve yorumlama esasına daya­nır. Bu unsurlar üzerinden bir kurgu geliştirir. Kurgusuna hayata bakışını, beğenilerini veya eleştirilerini yerleştirir; doğallıkla rol yapar. Üzüntüler, sevinçler, ödüller, cezalar, sevgi, şiddet, zenginlik, yok­sulluk, umutlar, korkular, beklentiler, çözümler çocuğun dünyasına nasıl yansır, onun zihin ve ruh evreninde nasıl karşılığını bulur, hangi izleri bıra­kır? Ben bu karşılıkları, izleri önem­siyorum. Saf dimağın gerçeği algı­laması yanında insan benliğinde var olan saf sanatsal yönelimin, kavrama biçimi açısından da önemsiyorum. Yeter ki o çokbilmiş büyük aklımızın alışkanlıklarından sıyrılarak değerlen­dirme yapalım.
Tatlı mı tatlı, şirin mi şirin bir çocuk resmi görmüştüm. Annesinin enta­risini giyinmiş bir kız çocuk, yine sokuşturduğu ayakları neredeyse içinde kaybolmuş ayakkabılara öykü­nerek bakıyordu. Ayakkabıları rahat görmek için de yine içinde kaybol­duğu elbisenin eteklerini iyice top­lamış. Kucağında neredeyse bir top kumaş. Bence bu kız çocuğu kendisi­ni annesinin yerine koyuyor. Kendisini annesiyle özdeştiriyor, örtüştürüyor. Kendisine anne rolü veriyor. Devam ettirdiği oyunu gözlemleme imkânı­mız olsaydı, annesini nasıl algıladığı­nı anlama fırsatımız olacaktı. Şimdi kendince evini kurduğu köşesinde plastik veya bez bebeği ile oynadı­ğını düşünün. O bebek kendisinden küçük oğlan kardeşi olsun. Çocuk uyandı, ses etmeyin. “Aaa” diyor küçük anne, “Benim güzel oğlum da uyanmış” kendini oyuna öyle kaptı­rıyor ki, ne oyunu kaptırdığı gerçe­ğin ta kendisi. Sakın ilişmeyin şimdi çocuğun altını kuruluyordur. Az sonra mamasını verecek. Bir oyun başlaya­cak ki sormayın. Muhakkak çocuğu kucağına alacak, belki pusete bindi­rip parka götürecek. Kim bilir belki çocuk hasta, belki haşarı. Bir anne nasıl olmalı? Gerçekte, annesinin kar­deşine veya kendisine nasıl davran­masını istiyor? Belki kıskanç biri. Ama fotoğraftaki kız, bize böyle bir izlenim vermiyor. Bir mutluluk. Zil çalacak. Gelen babadır. O kimi isterse o gelir. Babanın gelişiyle evde düzen deği­şecek. Kim bilir belki coşku, sohbet, muhabbet çoğalacak, belki eve derin bir susku çökecek. “Suss, ağlama” diyecek çocuğuna, yani bez bebeğe. “Sus baba çok yorgun. Babalar gelin­ce ağlanmaz”
Burada ne var? Burada haya­tın içten, samimi yorumlanı­şı kavranışı var. Burada güçlü yer değiştirmeler, yansıtmalar, yakıştırmalar, uydurmalar var. Burada güçlü motifler, benzet­meler var. Yani burada her bir gerçekliğe, yaşanmışlığa bulu­nan karşılıklar var. Gerçekliğin ötesinde, görülmez bir alanda var olan olması gereken bir hakikati arayıp ortaya çıkarma var. Burada sanat için, sanatçı için gerekli her şey var.(6) Şairi, oyun oynamakta olan bir çocu­ğa benzeten görüş derinlikli bir analizle anlaşılmalıdır. Bu görü­şü incelikli analizlerle tartışan Ricoeur şair için şunları söyle­mektedir: “Son derece ciddiye aldığı, yani büyük duygulanım­lar yüklediği, ama aynı zamanda ger­çeklikten net bir biçimde ayırt ettiği bir dünya yaratır kendine. Oyundan ‘fantezi’ye geçiyoruz; belirsiz bir ben­zerlik yoluyla değil, zorunlu bir bağın varsayılması yoluyla. Varsayılan şudur: İnsan hiçbir şeyden vazgeçmez, yal­nızca ikameler yaratarak bir şeyin yerine başka bir şey koyar. Erişkin kişi, oynamak yerine fanteziler kurar.”(7)
Yazar açık bir dille oyunun bitmedi­ğini; ilerleyen yaşlarımıza, çeşitlenen ilişkilerimizin biçimlen­melerine, biçimlendirmelerine orantılı olarak farklı formlar­da, farklı biçim, içerik ve figürlerle sürüp gittiğini söylüyor. Haksız mı? Anne elbiseleri veya bebekler yerini üçtaşa, beştaşa, çembere, topaca bırakır. Spor dalları, kâğıt, taş oyunları, satranç ve çeşitli yarışlara kadar aklınıza gelen bir­çok oyun hayatı doldurmuştur. Büyük güçlerin piyasa, borsa oyunlarından, bunlar gibi tehlikeli ideolojik ve siyasi oyun­lardan bahsedip muhabbetin tadını kaçırmayalım. Çünkü bu oyunların ne kadar kanlı, acımasız ve fakat aynı anda birileri için ne kadar zevk verici olduğunu biliriz. Çünkü gerçeğimiz bu oyunları alt edecek güce henüz ulaşamamıştır.
İlerleyen zamanlarda oyun kültürel karakter kazanır; folk­lora, tiyatroya döner. Bu kategoride oyun, her yörenin, her zamanın, her kültürün kendine göre hayatı yorumlama, onları figür ve sembollerle ifade etmesidir. Eğer hayatı yorumlama, sırları anlama işi, daha farklı bir kültür katında yapılıyorsa bunlara ayin deriz. Şamanist veya paganist ritü­eller bunun en çarpıcı örneklerini oluşturur. Dışarıdan bakan göz için, görülen, saçma sapan hareketlerdir. Hareketi yapan ya da yapanlar, manasız sesler çıkarır. Kızılderililerin ateş dansına, Afrikalıların tamtam şölenlerine aynı kafayla yaklaşırsanız bir şey anlayamazsınız. Burada ciddi manada hayatı yorumlama, en azından ayine katılanları veya ayinin yapıldığı toplumu kimi durumlara hazırlama söz konusudur. Telepatiden ruhsal hazırlığa kadar birçok amaç güdülür. Ayin veya şölen, bereket, savaş, evlilik, ölüm veya bir zafer için olabilir. Kendi dışındakilere manasız gözlerle bakanlar, kendi toplumlarındaki disiplinli seremonileri, saygı duruşlarını, çelenk koymaları, sıralı nizamî geçit törenlerini, protokol­leri, bütün bunları konu edinen edebiyatı, söylemleri haya­tın vazgeçilmezi gibi görebiliyorlar. Papalagi’nin Samua yerlisi de onlara anlam veremezdi kuşkusuz.
Ben iddia ediyorum; oyun hayatın önemli gerçekliğidir. Nitekim sosyo­lojide statüler ve roller vardır. Statü biçimlenmiş, formatlanmış bir işlev­selliktir. Bu işlevi yerine getirenler kendilerinden istenen rolü yaparlar. Rol yapılan yerde oyun vardır. Rol yapma yetenekleri olanlar, en iyi oyunculardır. Oyun bir hayatın, hayat anlayışının kesitini bize sunar. Oyun kurgulanmış bir ilişkiler gerçekliğidir. Oyuncu gerçeğinde nasıl biri olursa olsun sahneye çıktığı zaman başka bir dil, başka bir kimlik edinir. Sahne, sürmek zorunda olan hayatın bize yüklediği görevler icabı değişebilir. Sahne bazen okuldur, fabrikadır, şir­kettir, başka kamu kurumlarıdır. Rol işçiliktir, tüccarlıktır, memuriyettir, başkanlıktır, milletvekilliğidir, sanatçı­lıktır. Bütün bir yeryüzü oyun sahnesi, hayat o sahnede rolümüzü yaşamak­tan ibaret! Peki, şimdi soruyorum, bu özdeşleşme, örtüşme çocuk oyu­nunda da yok muydu? Rol yapan kişi çocuğun annesini taklit etmesi gibi gözlediği bir kişiyi, kişiliği taklit etmiyor mu?
Bir oyun size gerçek gözüktüğü ölçü­de etkili, başarılıdır. Gerçekliğin böyle bir oyun tarafı, oyunun da böyle bir gerçeklik tarafı vardır. Ve siz çoğu kez onun oyun olduğunu bile anlaya­mazsınız. Oyun ama çok ciddi. Oyun bittiğinde aktörlerin gerçek kişilikleri sizleri şaşırtabilir. Sanat şaşırtır, şaşırt­malarla anlatır. Bu sebeple tarzı, dili, mesajı sarıcı, sarsıcı, etkilidir. Victor Scklovsky’ye göre, “sanatın en önem­li işlevlerinden biri, bizi şaşırtması, deyim yerindeyse, alışkanlığın kur­banları olmaktan kurtarmasıdır. Sanat eseri yaşamdaki heyecanı keşfetme­mize ve tanıdık şeyleri yeni biçimlerde görmemize yardım eder.”(8) Bazen görünce şaşırırız, bazen de şaşırınca görürüz.
Bir anlamda oyun içinde oyun yaşarız. Ben çok şaşırmışımdır böyle. Eğer varsa biraz sanatçılığım, yazarlığım, bunda şaşırmalarımın, hayretlerimin payı az değildir. Siz şaşırmıyor musu­nuz? Şunu da söyleyeyim; şaşırdıkla­rınız, şaşırmanız gerekenler olmaya­bilir. Son şaşırmalarınızdan anlarsınız bunu. Her şaşırma o zamana kadar fark edemediklerinizin idrakine var­maktır. Hakikatin sağlamasını yaptı­ğınız, yapmak zorunda kaldığınız her eşik, şaşırma aralığıdır. Oyunun bura­sında izleyenlerin şaşırması gerekir. Bu zaten beklenen bir tepki. Oyunun başarısını ise en sonunda şaşırdık­larımıza şaşırdığımız zaman anlaya­cağız. Şaşırdıklarımıza şaşırdığımız zamansa olgunlaştığımızı sandığımız zamanlardır. Artık şaşırmıyorsanız sizi şaşırtan çok sayıda deneyim birik­tirdiğiniz içindir, başka bir ifadeyle feleğiniz şaştığı içindir muhteme­len. Ama hayat, şaşılacak çeşitlilikte zengin hakikatiyle, kimseye şaşır­mama imtiyazı vermez. Tehlikenin hiç ummadığınız insandan geldiğini gördüğünüzde, ya da hiç bekleme­diğiniz bir anda ve yerde bir çıkış, bir çözüm bir kurtuluş belirdiğinde, güzel birdenbire çirkine, iyi kötüye dönüşür; şaşırırsınız. Doğru yanlışa, sadık haine, mümin kâfire dönü­şür. Hesiodos’tan Shakespeare’e, Brecht’e kadar bu böyle olagelmiştir. Niçin? Çünkü oyun!
Biz sahnenin bu tarafındakiler, oyu­nun asıl geride, kuliste kurulduğunu, tasarlanıp biçimlendiğini her zaman düşünemiyorsak, hatta çoğu zaman seyirci olduğumuzu unuturcasına kendimizi oyuna katıyor, kaptırıyor­sak; bu, kurgunun, oyuncuların gerçeğe çok yakın sahi­ciliğinden kaynaklanır. Bir oyun sizde gerçeği aratmayan bir duygu, bir algı oluşturduğu ölçüde başarılıdır. Şaşırma biraz da sizde oluşan duyguların ters çevrilmesi sebebiyledir. Hatta giderek çoğumuz oyunda olduğumuzu bile unu­turuz. Oyun gerçekliğimizi biçimlendirmeye devam eder. Gerçeğimiz adına, gerçeklik adına savunduklarımız, oyunun bizden, bizler üzerinden yansıyan tasarlanış sonuçlarıdır. Belki yıllar sonra bir oyundan çıktığımızı, oyuna getirildi­ğimizi fark ederiz. İşin ilginç yanı, bir oyunda olduğumuzu da bize fark ettiren yeni, başka bir oyundur. Bu iş böyledir. Oyun olması, bir hadisenin, gelişmenin olumsuz olduğu anlamına gelmez. Zaten hayat oyun değil miydi bir bakı­ma? Bir yönüyle oyun tadında, oyun kıvamında yaşamak, belki de hayatımıza anlam katar. Hem sonra çok güzel, çok başarılı oyunlar, kültür dünyamıza, yaşantımıza başta estetik güzellikler olmak üzere, naif değerler duyarlıklar katar. Bizler hayatı oyun ciddiyetinde yaşamaya devam ederiz. Çocuk büyür. Dönüp hatıralarına baktığı geçmişinden geriye tatlı, yumuşak gülümseyişler kalır. O gülümseyiş aslında hayata takındığımız en ciddi tavır sayılabilir. Sanatçı bu gülümse­yişi ayrıştıran, yani oyunun farkına varan, fark ettirmek için hayatı yeniden kurgulayan insandır dersek yanlış mı olur? Bir bakıma sanatçı, içindeki o saf çocuk duyarlığını geliş­tirerek, büyüterek var olan, hayata böyle dayanan, böyle direnen onurlu insan. Oyun olduğu bilinciyle hayatı yaşayan.

1 Rollo May, Yaratma Cesareti, s.68, çev. Alper Oysal, Metis yay, İst.2007.
2 Tarık Özcan, Şair ve Sözün Mahşeri: Oktay Rifat, s.39, Akçağ yay. Ank.2005.
3 Danell Jones, Virginia Wollf’tan Yazarlık Dersleri, s.28, çev. Ebru A. Kes­kin, Merve Ön, Timaş yay, İst.2008.
4 KK, Ankebut:64, En’âm:32, Hadid:20.
5 Francis E. Peters, Antik Yunan Felsefesi Sözlüğü, s.221, çev. Hakkı Hün­ler, Paradigma yay. İst.2004.
6 “Şiir” sözcüğü Yunanca’da şiir anlamına bile gelmeden önce ‘uydurma’ ve ‘yaratma’ demekti” bkz. André Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı, c.3, s.131, çev. Kerem Kurtgözlü, Evrensel yay. İst.2004. Bizim şiire has kıldı­ğımız ‘poem’in böyle geniş bir anlam alanı olmalıydı. Zaten Aristo’nun aynı kelimeden türeyen Poetika’sı şiir’den çok genel sanatı ve sanat so­runlarını tartışır. Meselâ orada daha çok resim, heykel, tragedya konu edilir. Hatta şiirden neredeyse hiç bahsedilmez. Demek ki, bizim bugün ‘şiir’ diye karşılık verdiğimiz kelime, o zamanlar daha geniş sanat faali­yetlerini, özellikle de taklidi, yansıtmayı, beceriyi, yaratıcılık faaliyetlerini karşılıy olmalıydı.(n.e)
7 Paul Ricoeur, Yoruma Dair –Freud ve Felsefe-, s.151, çev. Necmiye Alpay, Metis yay, İst.2007.
8 Arthur Asa Berger, Kültür Eleştirisi, s.44, çev. Özgür Emir, Pinhan yay, İst.2011.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Derviş / Abdullah Şevki
Kitapları İkinci Ele Düşürmeyen Okurlar…... / Fatih Pala
Herkesin Bir “Nuh”u Vardır / Abdullah Ömer Yavuz
Bir Kapıda Durulmak / Mehmet Aksu
Tabut Terapisi / Kenan Yusuf Taşkın
Tümünü Göster