Aynaların Sırları

Tek bir aynaya baksaydı insan, yalnız bir aynada görseydi kendini, kendine tahammül edemezdi. Bir ayna bazen ne kadar ağır konuşur. Pencerenin bir kanadını açıp ayna diye baktığımızda, diğerinden kaçmışızdır aslında.

Ama kaçamıyorsa, durup düşündüğünde duruyorsa dünya, kesilmişse bütün kâinat bir ayna, var mı ki diğerleri? El aynaları, boy aynaları, konsolların üstünde bekleyenler, duvarlara asılanlar…Sen ve ben var’dık, değil mi? Ötekiler de. Aynayı külli halde bırakıp, öyle bakmaya devam edersek, göze görünmezliğimiz-küçüklüğümüz bizi hiçliğimize inandırıp kendimizi yok saymamıza sebebiyet verebilir. Bazen insana boyunu aşan aynalar çok gelebilir.

Ve bazen de boyunu aşan aynalar yetmeyebilir. Küçücük aynaların sığlığı, tozu, çamuru ona bir bataklık gibi görünebilir. Ya da içine çekebilme ihtimali bile daraltır ve boğar onu. Nefes almak için başka aynalar arar. Önce yalnızlıktan sanır. “Herhalde yalnızlıktan, hep kendime baktım, ondan’’ der. Sonra başka insanları düşünür. Evden apar topar çıkmayı. Günü, güneşi, gökyüzünü düşünür. Kaldırımları yavaş yavaş adımladığını, caddelerin sel gibi aktığını düşünür. Hepsi daha bir içini acıtır. Açtır, yemek yemeyi, uyumayı, uyanmayı, rüyaları düşünür. Hayalleri sonra… Hepsi ne kadar zavallı görünür gözüne. Hepsi ne kadar zavallı.

Bir ayna akisler ötesine uzanıyor.

“Kim?’’

“Bir ayna.’’Aynalar içinden herhangi biri işte. Uzanıyor, herhangi biri değil işte.

Uzanıyor…Hangi çıplak surete dokunacak? Hakikatin hangi somut göstergesi kalacak avuçlarında? Bulduklarında kaybettiklerini, kaybettiklerinde bulduklarını bir araya getirebilse… Toplasa parçalarını aynalardan… Sırra kadem basanların, sırrına vakıf olsa…

Sıvaları dökülmüş gibi geldi dünyanın. Boyasız, renksiz, tatsız… Nağmelerini yitirmiş. Bir de çıplak sahranın susuzluğu güneşte. Yolu çeşmelere, şelalelere, şadırvanlara, ırmaklara, yağmurlara birinden birine uğrasaydı ne değişecekti? Uğrasaydı ne olacaktı sanki? Tamamen susuzluğunu ortadan kaldıracak kadar içebilecek miydi? Ne kadar susuzdu oysa. Ne kadar susuz… Bir de susuzluğunun artmasını diliyordu. Yandıkça yanmayı istiyordu? Daha da yanmayı… Daha fazla güneş, daha fazla ateş, hararetten kıvılcım saçan eşya, tutuşan gök, tutuşan deniz, tutuşan camlar…

Uzaklaş, yanarsın.

Yanmak istemeyen kim? Kim? Var mı ki o kadar lakayt ve kayıtsız biri? Tutulmayan kim gerçeğe? Kendi yüzünü görmek istemeyen kim? Soğuk elinin ısınmasını istemeyen hangi ölümlü? Dirilmeyi istemeyen kim? Hayy ismine mazhar olmayı istemeyen…

Yanmak… Yandıkça yanmayı dilemek… Yanmayı dilemesi gözlerini de düşürmek gibi içine… Yangınlara komşu eylemesi onları da… En derin, en kalın, en ağır ve yandı yanacak bir kitabın içine düşürmek ve unutmak orada kaldığını gözlerinin. İçinin alev nehirlerine seyirci kılmak onları. Sonra dünyanın rengini, tadını, nağmesini aramak…

Yine de özlemle dedi: “Ey çiçek, en dokunaklı ve en sıcak renkle aç. Parmak uçlarımı gezdireyim yüzünde. Başka bir varlığı şiddetle duyumsamaya aç parmak uçlarımı. Dokunaklısındır, dokunursun biliyorum. Yüreğimin inceliğinden yüreğime dokunmayan ne kalmıştır? Ey kuş, ey güzel çocuk yeni bir şarkı söyle. Üçünüzün sesi, nebatat, hayvanat ve insan desin. Bir dünya ancak bu kadar olabilir, desin. Ey yeniden de yeni çocuk bir şarkı söyle, yeniden başlasın her şey. Kayıp nağmesini bulsun dünya.’’Yine de boğazını tıkayan bir şey…

Dışından gelip geçmiş başka yangınların dumanı gibi her şey… Dumanların gizlediği aynalar.

Bütünüyle anlamak diye bir şey… Bir şey işte… Hepsi bir şey…

“Çok şey mi istiyorum’’ dedi “Allah’ım, hepsi bir şey? : Aynaların sırları işte.’’

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Derviş / Abdullah Şevki
Kitapları İkinci Ele Düşürmeyen Okurlar…... / Fatih Pala
Herkesin Bir “Nuh”u Vardır / Abdullah Ömer Yavuz
Bir Kapıda Durulmak / Mehmet Aksu
Tabut Terapisi / Kenan Yusuf Taşkın
Tümünü Göster