Yedi yıl önce, on yedi gün süren bir Almanya seyahatimiz olmuş, günlerimizin çoğu eşimle birlikte bıçaklarıyla ünlü Solingen kentinde geçmişti. Solingen’in 1992 yılında Amasyalı bir ailenin, çoluğu çocuğuyla birlikte ırkçı katiller tarafından bir gece içinde yakılıp kül edildiği kasaba olduğunu hatırlatalım. Meşum ev, misafir kaldığımız, kız kardeşimin evine üç dört sokak ötedeydi, gidip görmüştük. Köln, Düsseldorf, Wuppertal gibi yakın kentleri bir iki saatliğine gezmek, Paris’e, Rotterdam’a, Amsterdam’a günübirlik gidip gelmelerimiz, günlerimizin sıkıcı geçmesini engellemişti. Katedraller, şatolar, küçük kaleler, otobanlar, demir köprüler, teleferikler, Ren Nehri gibi iz bırakıcı turistik mekânları görmüştük elbette… Ancak, insanların, Türkler dâhil, şamatasız, gürültüsüz cadde ve sokakları doldurmuş olmaları; hemen herkesin trafik kurallarına harfiyen uyması; şehir merkezindeki yabani otların, dikenlerin bile çevrecilik adına muhafaza edilmiş olması; şehrin keşke bizde de böyle olsa dedirten pozitif yanları olarak hafızamızda kaldı.
Lâkin, yeğenlerimizin okul hayatından çıkardığımız kadarıyla, Almancayı öğretme amacına yönelik, sinsi, içten pazarlıklı, ayrıntıya boğulmuş okul taktikleri ve bir de başörtülü olan kız kardeşime soğuk soğuk bakan yaşlı Alman kadın imajları da zihnimde negatif tortular bırakmıştı. Kaba davranışlara muhatap olmamıştık ancak sokaklarda, toplu ulaşım araçlarında, marketlerde Alman yaşlı hanımlarının kız kardeşimin arkasından yüzlerini ekşitip, birkaç adım uzak durduklarını söylesem, beni aşırı alınganlıkla suçlayanlar olabilir. Hoş, aynı şey ülkemizde de hâlâ yaşanıyordu, ondan dolayı aşinaydık ya, neyse!
Ve derken, dönüş vakti yaklaşıyordu. Türkiye’ye hediye olarak ne götürebilirdim? Sağ olsun eniştem, akrabalarımız, hemşerilerimiz ve onların arkadaşları şemsiyeden çikolataya, Solingen bıçağına kadar iki valizimizi tıka basa doldurmuşlardı. Ama olsun, yine de Almanya’ya özgü bir şey almalıydım, ama ne? Eşya namına elektronik eşyalar dâhil, fahiş fiyat farkı olmaksızın mebzul miktarda ülkemizde de vardı artık. Eskisi gibi değildi. Tüylü şapkayla radyo modası çok gerilerde kalmıştı. Son umut yine tekstil ürünleriydi.
Solingen’in ana caddesi ve bağlantılarında o gün Almanlardan çok Türkler kaynıyordu. Meğer Türkler özel izinle bir etkinlik düzenlemişler. Eniştemle bir mağazaya daldık, ince eleyip sık dokuyarak, biraz pahalısından oğullarıma birer tişört beğenip almaya karar verdim
ama yakalarına bir de baktım ki “Made in Turkey’’ vazgeçtim. Bu tür hikâyeler artık sıkça anlatılıyordu, demek doğruymuş.
“Ee… peki Almanya’yla ne farkımız kalmıştı?”
Hediyelik bir şeyler almaktan artık vazgeçmek üzereydim ki, önünden geçtiğim bir kırtasiye ve kitapçı dükkânını görünce durakladım. Zihnimde bir şimşek! Eniştemi de sürükleyerek içeri daldım.
Kasa başında yaşlı bir hanım var, on-on beş kişilik de kuyruk, hayli yoğun. Eniştem Zeki’nin dediğine bakılacak olursa okulların açıldığı hafta oluşundan kitapçı bu kadar kalabalıkmış.
İçeri dalarken; “Goethe, Shiller, Kant, Hegel, Nietche, Holderlin gibi iyi çağrışım yapan Alman şair ve düşünürlerinden birinin bir eserini alayım’’ diye, yarı kararlı aklımdan geçiriyordum.
Saniyeler içinde kararım kesinleşti. İsmi ve eseri aklıma ilk önce gelende, ilkinde karar kılmıştım. Enişteme kasadaki bayana “Goethe’nin Faust’u var mı diye sorar mısın?” dedim. O da bir şeyler sordu. Aman Allahım! Deme gitsin. Yaşlı kadın sevinçten uçarı bir genç kıza dönüşüp kanatlandı adeta. Anlayamadığım ama tahminde zorlanmadığım mırıltılarla kasayı anında açık bırakarak rafların arasına daldı.
O mırıltılarında diyormuş ki “Demek Goethe ha, demek Faust ha! Olmaz mı? Hemen, durun bir dakika!”
Bir dakika bile sürmeden iki ayrı basım Faust’la çıkageldi. Gözüme kestirdiğim kalınca, görüneni alıyorum dedim, tercümanım aracılığıyla. Kasadaki onlarca hesap ödeyecek müşteri umurunda değildi. Hatta çoğu genç olan müşterilerden homurdanan dahi olmadı.
Kitapçı hanım hâlâ söyleniyordu ve hâlâ “demek Faust ha! Tanıyorsunuz, okuyorsunuz ha!” diyormuş.
Satıcı bayana eniştem aracılığıyla kitabı Almanca öğretmeni bir arkadaşım için aldığımı eklemek zorunda kaldım. Almanya’ya geldik geleli soğuk nevale Almanlardan birisinin iltifatına nail olarak koltuğumun altında bir Faust’la dükkândan apar topar çıktık.
Bu karşılaştığım hadise ister istemez bir kaç yıl önce Antalya’da yaşadığım bir başka hadiseyi hatırlatmıştı.
Olay aşağı yukarı şöyleydi:
Antalya’da eşim ve çocuklarımla tatildeydik. Turizm şirketinde çalışan eşimin kız kardeşi “Yarın Fransız bir turist kafilesine Antalya çevresinin Ören yerlerini gezdireceğiz, siz de gelin.” teklifine “hay hay’’ deyip yata bindik. Yanıma benim yaşlarda, kırk-kırkbeşlik, bir Fransız bay denk gelmişti. Kitap okuyordu. Sıcakkanlı Akdeniz insanıyız ya, misafirperveriz ya, belki bir şeyler merak eder sorar diye “İngilizce bilir misin?” diye sordum. ”Çok iyi bilmem” mealinde konuşmaya yanaşmayan bir cevap aldım. Hafif tertip bozuldum. Birkaç dakika sonra baldızım bayan turistlere “ Bu ablam, öğretmendir; bunlar yeğenlerim, öğrencidir; bu eniştem, hâkimdir.”, diyerek oluşan sessizliği bozmuştu.
Yanımdaki mösyö hemen elindeki kitabı bırakarak bana döndü ve “Ar yu caaç?” diye sordu. ”Evet” cevabından sonra “Memnun oldum, ben de avukatım” deyip yağmur gibi sorular yöneltmeye başladı:
“Kaç yıldır, nerede, hangi tür davalara hangi mahkemeye bakıyorsunuz, siz de şunun cezası ne kadardır? i l h” gibi sorularını anlamakta ve bilhassa cevap vermekte artık zorlanmaya başlamıştım. Ee, bir de taşı gediğine koymalıydı. Kafamda çok uğraşarak İngilizcesini oluşturduğum şu cümleyi döktürdüm: “Bana İngilizcenizin pek iyi olmadığını söylemiştiniz. Ama görüyorum ki, benden daha iyiymişsiniz ve ben artık sizi anlamakta zorlanıyorum, biraz yavaş sorar mısınız?”
Sitemli cevabımın kapsamını fazlasıyla anlamıştı. Dobracı bir adamdı. Hiç dolandırmadan dosdoğru cevabı verdi:
“Evet, biz Fransızlar mecbur kalmadıkça kendi dilimizden başkasıyla konuşmak istemeyiz ama sizin hâkim olduğunuzu duyunca konuşup paylaşacak çok şeyimiz olduğunu düşündüm”
Bu cevap üzerine içimden “hımm!” demekle yetinmiştim.
Yıllar sonra da, yukarıdaki Solingen vakası da eklenince yaşayınca iyice dank etti ki bu Avrupalılar Faşist, Nasyonal Sosyalist v.s. gibi ırkçı şovenliği bırakmışlar ama bir başka övüngenlik ikame etmişler onun yerine: “Bizim, yani Almansak Alman’ın, İngiliz isek İngiliz’in, Fransız isek Fransız’ın… Dilimiz ve de kültürümüz ötekilerden daha daha üstün ve çok ve en önemlidir. ”
Hatta yedi sekiz yıl önce dönemin (ben tercüme edenlerin yalancısıyım) Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand yine o günlerde: “Türkiye AB ye girmek istiyorsa KÜLTÜR SEVİYESİNİ BİZİM DÜZEYE ÇIKARMALIDIR” gibi bir takım lâflar etmişti.
Bu kadar kendini beğenmişliğe Mevlâna’ları, Yunus Emre’leri, Hacı Bektaş-ı Veli’leri, Fuzuli’leri, Şeyh Galib’leri, Itri’leri, Dede Efendi’leri, Mimar Sinan’ları, Mimar Kemalettin’leri yetiştirmiş bir medeniyetin mensupları olarak dudak bükmüştük elbette.
Ama “Çağdaş Batı Uygarlığının önlenemez Dil ve Kültür Şovenizmi” diye bir kavramın varlığını da iyice tanık olmuşlardı bu vesileyle.
Faust, kuşkusuz Alman Edebiyatının Dünya Edebiyatına armağan ettiği başyapıtlardan biriydi. Dilimize çevrilmiş iki ayrı versiyonunu da okumuştum. “Almanca bilsem de orijinalini okusam keşke” diye de düşünmüşümdür.
Goethe de Almanların haklı olarak gurur duyacağı bir şahsiyetti. Almanya’dan getirdiğim Faust, kitaplığımda ambalajı açılmadan duruyordu ama kitabı alırken yaşlı Alman bayan satıcının genç kızlar gibi rafların arasına dalıp elinde iki ayrı Faust kitabıyla arz-ı endam etmesini unutamamıştım.
Bu iş, bundan bir yerlere kadar uzanacaktı elbette.
****
Memlekete gelince Goethe hakkında biraz daha malûmat edineyim diye “Google” denen nevzuhur bilgi kaynağında “sörf” yaparken “Goethe-Sezai Karakoç” yazan ve ilginç bir başlığa rastladım. Bir solukta okudum:
01 Eylül 1975 Tarihinde, Ortadoğu Gazetesi Başyazarı Ömer ÖZTÜRKMEN’in Sezai KARAKOÇ hakkındaki bu açık mektubu;
Cumhurbaşkanına Açık Mektup BİR SEZAİ KARAKOÇ vardır Sayın Cumhurbaşkanım. Adını, sanını belki de ilk defa benden duyduğunuz 43 yaşındaki bu mülkiyeli genç, uzun müddet maliyede çalıştıktan sonra istifa etmiş, kendi halinde, alçak gönüllü bir insandır. İnsandır Sezai Karakoç ama alelade bir insan değil. Milletlerin tarihinde ancak beş yüz yılda, bin yılda bir tesadüf edilen ve bu mesut tesadüfle o milletlerin kültür ve sosyal hayatlarında büyük değişikliklere sebep olan bir sanat ve fikir adamıdır o.KARAKOÇ BİZİM SANAT ve düşünce hayatımızda Mevlana ve Yunus’tan eşine ve benzerine rastlamadığımız bir şair, bir mütefekkirdir. O yalnız Türkiye’m için değil, dünya edebiyatında ve çağdaş düşünce âleminde daha şimdiden başköşeyi alacak insanüstü bir kabiliyet ve bir şahsiyettir. Hepsi orijinal, hepsi birbirinden güzel tam 22 eseri vardır Karakoç’un. Tarihe bakış tarzı, Doğu ve Batı medeniyetleri üzerindeki değer yargıları ve estetik dünyamıza kazandırdığı yeni perspektiflerle o, bizim dünyaya tanıtacağımız ve iftihar edeceğimiz büyük bir dehadır. SEZAİ, BATI DÜŞÜNCE ve sanat hayatında büyük tesirler bırakan ve hâlâ aşılamayan bir Heideger, bir Schopenhauver, bir Rimbaud, bir T. S. Eliot’u çok çok gerilerde bırakmış. Onları fersah fersah aşmış bir fikir ve sanat mucizemizdir. İŞTE BÖYLESİNE BÜYÜK bir değer, bir değil bin Nobel’le hakkını veremeyeceğimiz bu büyük insan, şuanda Cağaloğlunda 8 metre karelik bir odada ve ondan çok daha geniş olmayan bir evde Türk toplumuna yeni sanat eserleri kazandırmanın sancısını çekiyor.GÖNLÜM EL VERMEDİ Sayın Cumhurbaşkanım. Böyle bir dehayı, bizim devrimizde dünyaya gelen böyle bir kafayı, bir şans eseri olarak aramızda yaşayan bu büyük insanı tanımamış olmamıza gönlüm elvermedi. Onu size ve sizin şahsınızda bütün Türk münevverlerine tanıtmak, anlatmak, yalnız Türkiye için değil, dünya medeniyeti ve insanlık tarihi için de bir kazanç ve iftihar vesilesi yapabileceğimiz bu üstün insan etrafında bir ilgi halesi kurmak, bana uzun müddettir ağırlığını duyduğum tarihi bir sorumluluk gibi geldi.NAPOLYON ALMAN TOPRAKLARINA girdiği vakit bütün harp planlarını bir kenara itip ilk iş olarak devrin dehası Goethe’yi görmek ve onunla tanışmak istemiştir. Kendi devrinde yaşadığı halde büyük bir fikir ve sanat adamlarıyla tanışmayan, onlarla ilgilenmeyen, onlardan takdir hislerini esirgeyen devlet büyükleri, daha sonraları tarihin acı ve hükmünden kurtulamamışlardır.Türkiye’nin İki Yüz yıldan beri geçirdiği kültür ve medeniyet buhranının bir gün bizi bugünkü siyasi keşmekeşe ve sosyo-kültürel kaosa sürükleyeceği beklenen bir gelişme idi. Çıkış yolu ise, ne Batı medeniyetinin yüzyıllardır denediğimiz kapitalizm modeli, ne de son yıllarda yarı aydın kesiminin heveslendiği Marksist rejimidir. Biz bunca denemeden ve zaman kaybından sonra kurtuluşu kendi tarihimizde, kendi kültürümüzde aramak, bu tarihten ve bu kültürden gelen sentezci kafaları bulmak, onlara sarılmak ve tıpkı Japonya’nın yaptığı gibi benliğimizi kaybetmeden kendi kalkınmamızı kendimiz gerçekleştirmek mecburiyetindeydik. Bu neden böyle olmamıştır. Burada bunun üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Esasen bunun sebeplerini araştırmak benim ihtisasımda değildir.BENİM ÜZERİNDE DURMAK istediğim husus, bin yıllık tarihimizin yükseliş devirlerinde devlet başkanlarımızın ve lider mevkiindeki Türk büyüklerinin kendi devirlerinde yaşayan ilim ve sanat adamlarımıza gösterdikleri hürmet ve onlara sağladıkları itibardır. Eğer bugün hala kültürümüzün ana kaynakları olan bir Gazali, bir Mevlana, bir Yunus Emre, bir İbni Kemal, bir Ak Şemseddin, bir Bâki, bir Şeyh Galip, bir Nedim, hatta hatta bir Yahya Kemal gibi tarihi şahsiyetler aramızda yaşıyorlarsa, bu birazda onların yaşadıkları devirlerde devlet büyükleri tarafından gördükleri itibar ve alakadır.ÇANKAYA KÖŞKÜNDE ZAMAN zaman siyasi şahsiyetlerle veya yakınlarınızla yaptığınız görüşmeler ve akşam sohbetleri gibi ayda yılda bir defa olsun toplumumuzun Sezai Karakoç çapındaki değerli fikir ve sanat adamlarıyla da bir araya gelmenizi gönül ne kadar isterdi. Her Allah’ın günü kavga, itham, iftira ve çekişmelerle geçen bu siyasi atmosferde zamanımızın bir kısmını böyle kültür ve sanat sohbetlerine ayırmanız, hem memleketimizin kültür hayatına bir canlılık getirmiş, hem de zatı âlinizin dinlenmesi için güzel bir fırsat yaratmış olmaz mı?ÇANKAYA KÖŞKÜNDE NEDEN bir hukuk müşavirliği, bir basın müşavirliği olsun da bir kültür müşavirliği olmasın. Gönül isterdi ki, Cumhurbaşkanlığı gibi güzide bir devlet müessesesinde Türk kültürü ve Türk tarihi alanlarında otorite olan şahsiyetlerden kurulu bir kültür müşavirliği bulunsun, haftada veya on beş günde bir toplanmaları sağlansın. İşte sayın Cumhurbaşkanım o zaman Sezai Karakoç’u onunla beraber nice ilim, kültür ve sanat adamlarımızı tanımak, onlarla istişarelerde bulunmak gibi hayırlı bir fırsat elde etmiş olurdunuz.EMİN OLUNUZ BÖYLE bir teşebbüs, hem zatı âliniz, hem de Türk kültürü için büyük bir kazanç olacaktır.BUGÜNKÜ NÜSHAMIZ İÇ sahifelerinde Sezai Karakoç’un sanat ve fikir cephesini elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım. Okumak zahmetine katlanmanıza rica edeceğim sayın Cumhurbaşkanım. Umarım ki cüretimi bana bağışlarsınız.. EN DERİN SAYGILARMLA…Ömer ÖZTÜRKMEN Yazıdan bir çıktı aldım. Her gün çay kahve bahanesiyle tatlı sohbetinden ve hatıralarından istifade ettiğim Abdullah Işıklar’ın Çatalçeşme Sokak’ta ki dükkânına geldim. Yazıyı okuduk. Üstad’ın kadim arkadaşı olan ağabeyimize “Bu yazıdan haberi var mıdır?” diye sordum. “Varsa da unutmuştur, tazeleriz, güzel şeyler tazelenir, mazinin güzelliği bundandır.” demişti.
O gün mü, bir başka gün mü işte bundan emin değilim, üstadın Diriliş Yayınlarındaki bürosuna gittik. Hem tevafuk ya, o günler de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat ödülü verilmişti kendisine. Abdullah Işıklar yazıyı gösterip, “Üstad hatırladın mı?” diye sorunca hemen bir göz atıp “Ha evet, Allah rahmet eylesin, Ömer Öztürkmen’in benden habersiz böyle bir girişimi olmuştu. Hatırladım”dedi ve hemen canlandı.
Birkaç kez ziyaretine gittiğim üstadın bu hemen canlanma özelliği dikkatimi çekmişti. Kendisini saran bir mevzu olunca o suskun, dalgın, düşünceli ve mesafe koyan hali, anında kaybolup samimi, hoş sohbet, mesafesiz, sıcak bir arkadaş devreye giriyordu.
İşte tıpkı şimdi olduğu gibi:
“Bu Napolyon-Goethe karşılaşmasının bizde ki versiyonu da Timur-Hafız karşılaşmasıdır…” diyerek devam etti:
“..İran’ı fethedip Şiraz kentini ele geçiren Timur, Hafız’ı görmek ister. Bulurlar, getirirler veya ziyaretine gider… Bakar ki Hafız ufak tefek, hırpani, pejmürde kılıklı, saçı sakalı ağarmış bir ademoğlu… Timur gürler:
“Bre şair sen kimsin ki “Ey sevgili senin bir yan bakışına Semerkand’ı Buhara’yı veririm” diyorsun? Neyin var ki neyini vereceksin? Ben o kadar yerler zaptettim, cömertliğim dünya aleme malûmdur da, ben veremiyorum da, şu halinle, sen mi vereceksin..?
Bir parantez açarak belirtelim ki Timur Buhara’yı hele hele Semerkant’ı o kadar sever ki, onca fethettiği ve hazinelerini ele geçirdiği yerlerden elde ettiği altınların Semerkantta inşâ ettirdiği eserlerin harcına kattığı kuvvetli söylentidir.
Bunu bilen Hafız yine de sözünü sakınmaz ve omzunu silkeleyerek:
“Ben zaten vere vere bu hale geldim!” diyerek Timur’a saygıda kusur etmez ama eyvallah da etmez.
İşte bugün, Sayın Cumhurbaşkanı tarafından verilen para ödülünü almayacağını, AKM’de yapılması düşünülen Devlet Protokollü törene katılmayacağını, ancak sadece ödül yazısını kabul edeceğini de kamuoyundan önce kendisinden bizzat duymuştuk.
Üstadımızın üstün fikir ve sanat adamı şahsiyetinin yanı sıra gerçek sanatçılara mahsus onurlu duruşunu daima sergilediğine kamuoyu zaten defalarca şahit olmuştur.
Övülmekten katiyyen hoşlanmadığını cümle alemin bildiği üstadımızın affına sığınarak
şu benzetmeyi yapmadan kendimi alıkoyamıyorum:
Ortada, hali hazır da iyi ki de bir Timur’umuz, Napolyonumuz yok. Ama Hafız’dan, Goethe’den hiç de aşağı kalmayan şairimiz, düşünürümüz var Bereket versin..
Dil ve Kültür şovenlerine, Mitterandlara malûmun ilânı ola!