Aydın, Entelektüel, Entel, Münevver ve Âlim Kavramları Üzerine

Çağımızda yaşanan kaoslardan en önemlisi, hiç şüphesiz akıl ve ruhtaki fikir ve inanç anarşisidir. Bu anarşinin temelinde ise, fikirlere yön veren kavram (mefhum) kargaşası mevcuttur. Bu kargaşaya sebep olan kavramların içinde “aydın, entelektüel, entel, münevver ve âlim…” kelimeleri, önemli bir yer teşkil etmektedir.
Aydın kimdir? Entel kimdir? Âlim kimdir? Aydın, entel, münevver, âlim, bilgin gibi kavramlar eş anlamlı kelimeler mi acaba? Yoksa birbirinden farklı kavramlar mıdır?
Kamus-ı Türkî’de “aydın” kelimesi “Okumuş, kültürlü, ileri fikirli, münevver” şeklinde anlamlandırılmıştır. (1) Büyük Türkçe Sözlük’te ise “aydın” kelimesi şöyle verilmiştir: “Işıklı, aydınlanmış. (…) kültürlü, bilgili; münevver” (2)
Şimdi de “entelektüel” kavramının sözlüklerimizdeki karşılıklarına bakalım: Şemseddin  Sami’nin Kamus-i Türkî isimli eserinde “1. İyi bir tahsil görmüş, fikrî meselelere ilgi duyan kimse. Münevver. 2.Fikrî meselelerle ilgili.” şeklinde tanımlanan “entelektüel” kelimesine Büyük Türkçe Sözlük’te “Merak neticesi veya meslek icabı fikrî meselelerle uğraşan kişi, münevver, aydın. / Fikrî meselelerle ilgili” şeklinde mana verilmiştir. (3) Demek ki “münevver” ve “aydın” kelimeleri, Fransızcadaki “İntellectuel (entelektüel)” karşılığında kullanılıyor. “Münevver”, Arapçası, “aydın” ise daha yenisi ve öztürkçesi oluyor.
Aslında “aydın” ile “entelektüel”, başka başka kavramlardır. “Yanlışlıkla entelektüel, aydın olarak tercüme edilmiştir. Oysa entelektüel, beyni ile çalışan kimsedir. Eğer onun beyni karanlıkları yaymak için çalışıyorsa o aydınlığın düşmanıdır. Ancak beyni, aydınlık için çalışan beyin işçisi, aydındır.” (4)
Fransızca “entelektüel” kelimesinin tarihi kökeni ve doğuş kaynağına indiğimiz zaman, karşımıza “Varlığın düşünceden doğduğunu, aklın sezgi ve iradeden üstün olduğunu ileri süren” (5) ve “zihni, bilginin ve aksiyonun tek prensibi ve rehberi kabul eden felsefî bir doktrin” çıkıyor. (6) Entelektüel, işte bu doktrin veya görüş çerçevesinde zihin ameliyesindeki “fikir işçisi” oluyor. O halde aydın, Prof. Sabri F. Ülgener’in tanımladığı gibi; “Alelade okuryazar olmanın üstünde, kafası ile iş gören ve bilhassa kafa ürünü ile geçinen kişi demektir.” (7)
“Aydın”, Batı biliminin temel prensiplerinden biri olan “pozitivizm” ve “rasyonalizm” ilkelerine bağlı bir akıl ve mantık adamıdır. Bu anlamda aydın, vahye ve nakle bağlı kişi değildir. Bu sebeple aydın, modern bilgi sosyolojisinde modern ideolojilerin, bilgilerin taşıyıcısı ve yeniden üreticisidir. Batılı anlamda aydın, “bilimsellik”, “çağdaşlık” ve “objektiflik” adına akılcıdır. Ancak Rasim Özdenören’in ifade ettiği gibi “Entelektüalizm, büyük ölçüde soyutlanmaya dayanan tehlikeli bir düşünme tarzı olduğu için, bu düşünme tarzı, insanı bütünü ile kurgusal bir dünyaya ulaştırabilir.” (8) Bu sebeple “şarlatanlık ve demagojiye açık bir yol”dur. Batılı entelektüel, her şeyden şüphe eden bir septiktir adeta. Aynı zamanda“muhalif” insandır. Dolayısıyla Batılı ve Batıcı aydın, vahye dayalı mukaddes değerlerden şüphe eder. Ona göre hakikatin kaynağı “akıl”dır. Onun tek rehberi aklıdır çünkü. Akıl ve mantık tarafına aşırı güven duyması ve kendi aklını vahyin, dinin üstünde görmesi, aydını hem “ukala” yapar, hem de topluma “yabancı” kılar.
Entelektüellerin yani Batılı anlamdaki aydınların en büyük yanlışı ve eksiği, hiç şüphesiz metafizik adını verdiği manevi, aşkın değerleri inkâr ederek fikir üretmesidir. İnsan bir taraftan zihni ve aklı, diğer taraftan ruhi ve manevi değerlerle mücehhez kılınmış, çift kanatlı üstün bir varlıktır. Vahye dayalı manevi değerleri saf dışı ederek, sağlıklı, mantıklı, faydalı fikirler üretmek ve insanlığı selim ve hayırlı bir menzile ulaştırmak mümkün değildir.
Mustafa Miyasoğlu’nun ifade ettiği gibi “Hayatın manası, yaratılış hikmetimiz, ölüm, ölüm ötesi gibi konuları parantez içine alarak ilgisi dışına çıkaran pozitivist mantık, hem eğitim kurumlarını, hem de yayın organlarının çoğunu baskısı altına almış durumda.” (9)
Yüz elli yıldır bizler, Osman Sarı’nın da vurguladığı gibi kendi milletine “fildişi kulesinden bakan”, kendi değerlerine ve kimliğine yabancılaşıp “mankurtlaşan” aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız. Bu tip aydınların  “kendi toplumuna, değer ve inançlarına, tarihi mirasına ihanet etmesi, ihanetlerin en korkunç olanıdır. Bir ülkeyi bunalımdan bunalıma, felaketten felakete sürükleyen bir ihanettir bu.” (10)
Son yüzyılın en önemli mütefekkir ve gerçek aydınlarından olan rahmetli Cemil Meriç’in ifadesiyle “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan, mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan, uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs’tür.
Acaba herhangi bir ilim ve teknik dalında yetkili olanlara ve ansiklopedik bilgi sahibi olan malumatfuruşlara “aydın” denilebilir mi? “Kendine has hiçbir fikri olmayan, formül haline gelmiş işporta fikirleriyle düşünen ayaklı kütüphanelere münevver demek zordur.” diyor Peyami Safa. (11) Demek ki, tahsilli olmakla “aydın”, “münevver” olmak, birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Ciddî bir tahsil görmediği halde aydınlıkta yaşayan çok münevverler bulunabileceği gibi, bedeviyeti sırtından atamamış dar görüşlü, dar düşünceli okumuşların sayısı da az değildir. Bu tip insanlar, gerçek bir fikir adamı ve aydın değil, Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi “mütefekkir geçinenler” olabilir. Aydın ile diplomalılar yığını ayrı ayrı şeylerdir.
Fikir adamı ve yazar Yaşar Kaplan’ın ifade ettiği gibi “Bu memlekette daha aydın kavramı üzerinde anlaşılır hale gelebilmiş değiliz. Aydın denildiğinde akla hemen sanata bulaşmış kişiler geliyor ki, büyük bir haksızlık bu. Oysa bugün bilenler bilir ki, aydının en az bulunduğu kesim, sanatçılar kesimidir.” (12) Ne garip bir durumdur ki, Türkiye’de   “sanat icra ettiklerini” iddia eden yüzlerce insan, yaptıkları şeyin temel felsefesini, estetiğini ve anlamını dahi idrak ve ifade edememektedir.
Son yıllarda ülkemizde “entel” diye acayip bir kavram daha ortaya çıktı. Bu kavram, ne Türkçe, ne de yabancı kökenli. Ancak bazı “yarı aydınlar”, bu kavramı “entelektüel” karşılığında kullanıyorlar. Fransızca “entelektüel” kavramını anladık da, bu kelimenin bölünmesiyle ortaya çıkan “entel” kavramının “ne idüğü belirsiz” olduğunu ifade edebiliriz. Galiba İbrahim ismine “İbo”, Mehmet’e “Memo” demeleri gibi entelektüele de “entel” diyorlar. Tabii ki, “Memo”, ne kadar “Mehmet” ise “entel” de o kadar “entelektüel” oluyor.
Değerli ilim adamı Ümit Meriç’in de belirttiği gibi “entel”, aydınlanmadan aydınlatmaya kalkan (yarı aydın) bir züppedir. Yani gerçek aydın olmak için lüzumlu “tefekkür”, bilgi, inanç” sacayağından mahrum çilesiz, taklitçi ve şahsiyetsiz insan tipidir. Gerçek aydından fazla “aydın geçinen” entellerin aydın (!) gözükmek için her türlü “eksantrik” (alışılmışın dışında, örf, âdet ve inançlara aykırı, acayip, çarpık) olan şeyi yapmaktan geri durmamaktadırlar. Yeter ki entel olsunlar.
Kendilerinin uydurdukları “entel takılmak” deyimine uygun hareket etmek için her şeye “takılıyorlar” gerçekten. Takıldıkları alanlar arasında sanat, dil, eğlence ve giyim kuşam başta gelmekte. Acayip ve yabancı tip saç kesimleri, değişik kıyafetleri ve dilimizde “moda” haline gelen yabancı veya argo kelimelerle tam bir “entel” havasındalar.
Salgın bir hastalık gibi her tarafımızı saran, bir yandan dilimizi zayıflatırken, bir yandan da onun güzelliğini bozan yabancı kökenli kelimeleri kullanmalarının en önemli sebebi entellerin aydın, ilerici, kültürlü görünme gayretleridir. “Okumuşlarımız, güya kendilerini aydın, mürekkep yalamış, kültürlü birileri olduklarını göstermek için bu Batı kökenli kelimeleri, sözlerinin arasına bolca serpiştirme gereği duyuyorlar. Efor, transformasyon, konsensüs, vizyon, mega, center, şov, entelektüel, spesifik, sorti gibi.” (13)
Hiçbir gerçek ihtiyaca dayanmadan, hiçbir endişe taşımadan, sorumsuzca, sırf moda ve kompleks olarak, kendilerini aydın, kültürlü, bilgili gösterme gayreti içinde yabancı kökenli kelimeleri kullananlara nasıl gerçek aydın, münevver diyebiliriz?
Ülkemizde “entel” isimler de “moda” oldu son yıllarda. “Entel kuaför”, “entel bar”, “entel restorant”, “entel manav” gibi. İşin trajikomik bir yanı da, tüketime sunulan hemen her çeşit lüks mallar da “entelleşerek,” bu modadan nasibini aldı: Entel ayakkabı, entel elbise, entel kalem, entel araba, entel ev gibi. Her şey entel olunca “entel yaşam” da yeni ve çağdaş bir hayat tarzı olmaya başladı: “Entelce konuşmak, entelce yazmak, entelce giyinmek, entelce gezmek, entel gülmek” gibi “eylemler” bu çağdaş ve “entel yaşam”ın vazgeçilmez şartı olarak ileri sürülmektedir. Bu moda ve gösterişe düşkün çağdaş enteller, rahmetli Tarık Buğra’nın çok veciz bir şekilde ifade ettiği gibi “Günlük şöhretlerin, yani afişlerin, modanın ve tezgâhtar cümlelerin ardına sığınıp iki esneme arasında -kulaktan dolma- üç hüküm söyleyivermekle gururlarını tımar eden asil tembelciklerdir.” (14) Maalesef, memleketimizde “aydın” denilince hemen bu tipler akla gelmektedir.
En büyük felaket, milletin ve onun değerlerini hor gören “yoz ve diplomalı aydınlar”ın baş tacı edilmeleridir. “Kendi tarihini, yani kendi teşkilatını, müesseselerini, kendi sanat, edebiyat ve tefekkürünü ciddi ve ön bir eğitim meselesi yapamayan milletler yoz aydınların kof gurur ve bencilliklerine oyuncak olmaya mahkûmdurlar.” diyen Tarık Buğra ne kadar da haklıdır. (15)
Bir de “âlim” ve “bilgin” kavramları birbirine karıştırılmaktadır. “Âlim” kavramı sözlüklerde “ilim sahibi, çok bilgili”, “bilen, bilgiç” gibi anlamlarla karşılanmıştır. “Bilgin” kavramı ise “çok derin bilgisi olan kimse” anlamıyla “âlim” karşılığı olarak da kullanılmıştır. “Ulema” ise âlimin çoğulu olarak “ilimle uğraşanlar, ilim sahipleri” anlamına gelmektedir. (16)
Peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şerifi’nde ulemayı, kendi davasının varisleri olarak tanımlamaktadır. O halde âlim, sadece bilgili bir insan değil, bildiğiyle amel eden bir insandır. Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de, bildikleriyle amel etmeyen, ilmiyle gururlanan çokbilmiş insanlarla ilgili olarak “kitap yüklü merkep” tabiri kullanılmaktadır.  Âlimin en önemli vasfı, dini ilimlerin taşıyıcısı ve tatbikçisidir.
“Bilgin” kavramı, “aydın”dan çok farklıdır. Bilginin en belirgin özelliği, belirli bir bilim alanında bilgili ihtisas sahibi olmaktır. Ali Şeriati’nin belirttiği gibi “Onun görevi var olanı tanımak, tarif etmek, daha fazla imkânı meydana getirmektir. (…) Oysa aydın,  fedakârlığı öğretir ve topluma asıl yönünü gösterir, tereddütleri kaldırır, varoluş damgasını basar ve hareket yolunu aydınlatır.” (17)
Aydınlar, ulemayı eksik kaldıkları noktaları tahkim ve tekmil ettikleri sürece fonksiyonel, âlimler de aydınları eksik oldukları konularda tahkim ve tekmil ettikleri sürece işlevseldirler. Birbirlerine sırtlarını dönmeleri halinde her iki kesimin de fonksiyonel olmaktan çıkacağına hiç kuşku yok. Bunun için Bediüzzaman Said Nursi’nin çok veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, “kafa-gönül/vicdan” birlikteliğini sağlamak gerekir. Bu birlikteliği sağlayacak olan şey ise, Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın belirttiği gibi “Yetişen nesillerin kafa ve kalplerini bölmeyen, onları çelişkiler içinde kıvrandırmayan, bütünleyici, tutarlı dengeli bir eğitimdir.” (18)
Müslüman aydının yani münevverin nasıl olması gerektiğine bir açıklık getirebiliriz: “Müslüman aydın, dinî sorumluluğunun bilincinde, çağdaş fikrî meselelerle uğraşan, geniş ufuklu, kendi toplumunu ve çağını tanıyan, kendini toplumun üstünde gören değil, halkıyla kendini özleştiren ve halkına haklı davasında kalemiyle, diliyle destek olan kimsedir.” (19) O, ne Batı taklitçisi, “özentiler kumkuması” ne de aydınlanmadan aydınlatmaya kalkışan sahte aydındır. O, entelektüel olmadığı gibi entel de hiç değildir. Gerçek aydın, hem aydınlanan, hem de aydınlatandır. Yani o, basiret ve ferasetle yaptığı tefekkür sayesinde milletin ve insanlığın zihnine, meselelerine ışık tutan bir rehberdir. O, kelimenin tam manasıyla “münevver”dir.
Son yüzyılın en önemli mütefekkir ve namuslu aydınlarından olan Rahmetli Cemil Meriç, Kırk Ambar’ında bahsettiği gibi “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan, mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan, uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs”tür.
Her şeyden önce insan, gerçek anlamda kendini tanımak zorundadır. Bunu yapabilmek için de kafasını ve gönlünü aydınlatacak mutlak hakikatlere inanması gerekmektedir. Ancak bu inanç, “ilimle aydınlatılmayan, fikirle parlatılmayan, akılla beslenmeyen, mantıkla desteklenmeyen ve berrak bir şuur haline getirilmeyen bir inanmışlık” değildir. (20) Bugün, Türkiye’deki sıkıntıların temelinde, aklıyla gönlünü ve inancını barıştırabilen gerçek münevverlerin yeterli sayıda olmayışı vardır.
Özlediğimiz aydın, Mehmet Akif gibi milletinin istiklal ve istiklali uğruna hem kafası hem yüreği hem de bedeniyle mücadele eden, inandığı gibi düşünüp yazan ve yaşayanlardır. İhtiyaç duyduğumuz aydın, Üstad Necip Fazıl gibi “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!/ Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak” diyerek toplumun yaşadığı felaketleri çığlık çığlığa haber veren ve davası uğruna “çile” çekenlerdir. Gerçek münevver, Sezai Karakoç gibi hakikat medeniyetiyle milletin tekrar dirilmesi için üstün bir mücadele veren “diriliş erleri”dir. Hakiki aydın, Nurettin Topçu gibi “yarınki Türkiye” sevdasıyla kalbi ve aklı tutuşmuş, “isyan ahlakı” ve “ahlak zarafeti” içinde olanlardır. Aradığımız aydın, “İdrakimize giydirilen deli gömleği” izmlerden kendini ve toplumunu kurtarma mücadelesi verip hakikat işçisi ve arayıcısı olanlardır.
Dipnotlar:
1- Şemseddin Sami, Kamus-i Türki (Temel Türkçe Sözlük), Tercüman Yay., İstanbul 1985, cilt 1, s.72
2- D.Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yay., Ankara, 1982, s. 60
3- A.g.e.,s. 284
4- Ali Şeriati, Medeniyet ve Modernizm, Bir Yay., İst.1984,s.184
5- A.g.e.,s. 284
6- Prof. Dr. S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yay., s.76
7- Sabri F. Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzmler, Mayas Yay., s.65
8- Rasim Özdenören, Kafa Karıştıran Kelimeler, İnsan Yay., İst.1987,s.25
9- Mustafa Miyasoğlu, “Aydınların Cahilliği”, Millî Gazete, Kültür Sanat Sayfası, 9 Ocak 1994, s.
10- Osman Sarı, Aydınlar İhaneti, Timaş Yay., İst.1991, s.42
11- Peyami Safa, P.Safa’dan Seçmeler, Yağmur Yay., İst.1976, s.47
12-  Yaşar Kaplan, Ön Soruşturma, Sor Yay., Ankara, 1986, s.153
13- Yrd. Doç. Dr. Rıza Bağcı,”Yabancı Kelimeler”, Zaman Gazetesi, Kültür Sayfası, 28 Eylül 1994, s.11
14- Tarık Buğra, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötüken Yay., İst.1979, s.287
15- Tarık Buğra, a.g.e., s.176-177
16- Şemseddin Sami, a.g.e., s.32, 124
17- Ali Şeriati, a.g.e., s.145
18- Prof Dr. Hayrettin Karaman, İnanmış Aydının Problemleri, Mayas Yay., s. 132
19- Mehmet Metiner, Sorunlarımızı Konuşmak, Birleşik Dağ, İst. 1990, s.133
20- Prof Dr. Hayrettin Karaman, İnanmış Aydının Problemleri, Mayas Yayınları.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

149. Sayı / Mart – Nisan 2014 / Ay Vakti
Bilmediğini Bilmek ya da Nahşep Kuyusu / Ay Vakti
Şiirde Hasbilik / Recep Garip
Bugün Neyi Arıyorsan / Semra Saraç
Misk / Semra Saraç
Tümünü Göster