Çengelli Bavul

“Savaşta Ölen Tüm Çocuklara”
Yeni yıl… Vitrinler müsrif, aymaz… Gelip geçene mendil uzatıyor Harun. Yüzü yorgun, kirli. Saçları dağınık. Yırtık pabucundan parmağı görünüyor. Yine de sığmıyor yüreği içine. Kȃh çocuk oluyor top peşinde koşturup bisiklet hayalini kuran, kȃh adam oluyor kardeşini koruyan. “Mendil… Mendil… Elli kuruşa…” Rüzgȃr, tarıyor bütün bedenini. Buz kesiliyor, yürümek ne mümkün. Varlığı donuk, bir türlü çözünmek bilmeden akbabalar gibi dönüp duruyor başında çocukluğu, yok sanki. Sokaklar, köprü altları, bulduğu en kuytu yerler evi artık. Dünya bozuk. Dünya karanlık. Bir kibrit yaksa isi bulandırmaz geceyi. Ölüm yapışkandır sokaklarda. Savaşın yüzü çok. Gittikçe dal budak salan şehvet, ele geçirilemeyen doyumsuzluk…
“Abi bak, vitrinlere… Ne de güzeller değil mi?”
Çocukluğunu bıraktığı kapıların tokmağında uyanıyor düşleri. Kocaman bir ev çiziyor, bacası tüten. Bahçesinde erik ağaçları, dallarında kuş yuvası… Köşede oyun parkı, kaydırak. Kardeşini görüyor. Gözlerinden ay ışıyor.
“Hıı. Hıı… Çok güzeller.” Sokak lambaları altında yüzü yanar söner bir adam. Kolunda genç kadın, mutlu mu mutlu. Hızla açılıyor geçmişe pencere. Fadile hırkasına sarılmış, kapıda ev sahibine kirayı ödeyemeyişini izah etmeye çalışıyordu.
“Bu böyle olmuyor, Fadile Hanım. Kirayı üç ay vermediniz.”
“Kusurumuza bakmayasanız, ödeyemedik. Patron işi kapatınca… El memleketi…” Annesinin arkasından güzel, uysal duruşuyla ablası göründü.
“Onu bunu anlamam.’’ Adamım yüzü gözü oynamaya başladı. Sesi inceldi. “Kırk beş yaşında dul bir adamım.
“Verecek param yok!”
“O zaman kızını ver.”
Kış çok soğuk, adam kesiyor… Karanlığa gömülen evler birer korkuluk.
“Abi bak, şu bebek ne güzel.”
“Hııı. Evet. Çok güzel. Para biriktirelim alacağım sana. Söz.” Kardeşinin saçlarını okşuyor Harun. “Islanmışsın, gel hadi geceyi geçirecek bir yer bulalım. Al şu simidi de ye.”
“Sen abi… Sen yemeyecek misin?”
Çocuk sendeliyor, düşecek gibi oluyor. “Ne oldu ağbi?”
“Yok bir şey. Öhü… Öhüü…”
“Çok öksürüyorsun, hep benim yüzümden. Montunu bana verdin ya.”
“…….”
“Ne zaman döneceğiz?”
“Savaş bitince.”
“Abi çok korkuyorum! Sarıl bana.”
Ampulün kirli ışığı altında yalnızlıkla kirin barıştığı biteviye bir hayat… Elinin ulaşamadığı yerde var olma duygusu içinde kaybolmuşluk. Onun da bir adaleti var elbet, neyin doğru neyin yanlış olduğunu az çok öğrenmiş. “Söyleyeceklerim var hayata, gittikçe artan… Demeden hiçbir yere gitmeye niyetim yok. Sıcak bir yuva, temiz çarşaf istemişim çok mu? Dünya delirmişken paraya neden ben… Neden ben böyle gariban?” Rüzgȃr içeri giriyor deliklerden.“Yine mi geldin rüzgȃr efendi… Yılmaz’ın fakirhanesine? Bir tek sen varsın burun kıvırmadan içeri giren. Sen de olmazsan sağlığımı soran olmayacak. Hoş senden de bıktım ya… Ne zaman evimin bacasında, pencere pervazında kalacaksın içeri girmeden?” Dört bir yanında baygın küf kokusu belli ediyor kendini iyice. Kalın bir çul bulup tıkıyor duvardaki koca deliği. “Bu deliği bir türlü kapatamadın be Yılmaz. Tıpkı hayatına açılan koca bir yarık gibi. Zaman geçtikçe giderek büyüyen oyuk bu…’’ Çocukluğu cebinde bozukluk. Ne açlığını doyurabiliyor, ne de gözünü… “Yıldın be Yılmaz, yıldın. Deprem seni yıldırdı hayattan… Ne bıraktı ki sana? Ne yuva, ne iş ne de yaşama sevinci. Sadece dededen kalma eski bir barakayı layık gördü sana felek… Şimdi de üç kuruşa yağmur çamur demeden ayakkabı boya…’’
Nemli boyasız yer yer çatlak duvarlar. Tek pencereli, perdesiz. Bir kanadı muşamba kaplı. Yerde, kırık döşemeyi kaplayan eski bir Kürt kilimi. Kırçıl saçları kıvranıyor, parmakları acıyor. Teneke sobaya birkaç ağaç dalı atıyor. Tutuşturuyor kȃğıdı gazı dibe vurmuş çakmakla. Mavi kıvrak dumandan buğulanıyor gözleri, yaşarıyor. Yaşından daha ileri bir görünüme sahip yüzünü buruşturuyor. Gözünü koluyla siliyor sinirli sinirli. Geçen yılki soğuk, sobasız günlerini anımsıyor birden. Öfkesi dağılıveriyor. Bir ses duyuyor. “Çocuk sesi mi ne?” Yanıldığını düşünüp oturuyor yer minderine. Çıplak pencereye çeviriyor bakışlarını. “Bu akşam çok soğuk.” Tekrar aynı sesi duyuyor. Sokak kapısını açıyor. Sancıdan kıvranan ağaçlara, etrafa bakıyor. Kimse yok. Dinlemeye devam ediyor, kısa bir süre. Tam içeri çekerken başını tekrar aynı sesi duyuyor. Sesin geldiği yöne dikkat kesiliyor. İlerde çöpün dibinde bir hareketlenme. “Evet biri var orada, kedi olmasın. Yok yok. İnsan bu.” Paltosunun önünü ilikliyor. Şapkasını geçiriyor başına. Sesin geldiği yöne doğru koşuyor.
Doğaya yağmurun meydan okuyuşu bu. Her zaman başına buyruk, her zaman naif. Ağlayan küçük bir kız çocuğu. Gözleri şiş, bir kedi yavrusu kadar ürkek. Yanında bavul, baygın ağabeyi. Çocuğun nabzını tuttu ihtiyar. Bayılmış. Eve taşıyor. Islak, ağır.
“Kimin kimsen yok mu?”
“Yok, sadece bir kardeşim kaldı.” Çocukluğuna çarpılmış yabanıl o kapıyı aralıyor ruhu, ardında insanların öldüğü gerçeğini ayrımsıyor acı duyarak. Yüreği sıkışıyor, öfkeleniyor. Hayallerini kâbusa dönüştüren ilk korkuyu, ellerinden akıp giden hayata geri dönüyor yeniden. “Babam… iki abim… bir ablam savaşta öldü. Türkiye’ye sığındık. Annem, kız kardeşim, iki ablamla… Büyük ablamı Diyarbakır’da bir kuma üzerine verdik.  Diğer ablamı ev sahibi istedi. Annem hastalandı… Öldü sonra…” Harun birden bire ağlamaya başlıyor. Ne diyeceğini bilemiyor. İçi yanıyor Yılmaz’ın. Fermuarı bozuk, üç çengelli iğneyle tutturulmuş kırmızı bavula baktıkça duygulanıyor. Utanıyor hayıflandığı hayattan. Eprimiş duygularını canlandırıp başını okşamak “Üzülme… Gidene kadar burada kalın’’ demek istiyor. Boğazı düğümleniyor.
İki kardeş birbirlerine sarılmış yatıyor. Duvarda tik tak seslerine yanıt veren koca bir boşluk zaman. İhtiyar adamda gittikçe derinleşen kuşkular, sonu gelmez kamburluk. “Abi ne zaman döneceğiz?” Gözleri ıslak mavi, huzme. Ayağında terlik, çıplak. Dudağında sokağın tanıdık dokunuşu; titrek, renksiz.
“Çok yakında.”
“Bebek alacak mısın bana?”
“Alacağım… Çok yakında…”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

149. Sayı / Mart – Nisan 2014 / Ay Vakti
Bilmediğini Bilmek ya da Nahşep Kuyusu / Ay Vakti
Şiirde Hasbilik / Recep Garip
Bugün Neyi Arıyorsan / Semra Saraç
Misk / Semra Saraç
Tümünü Göster