Yunus Emre: Aşkın Sesi

Medeniyetimizin kalbine nakşolmuş abide şahsiyetleri filme çekmek her zaman “zor” olagelmiştir. Kurgu ve belgesellik arasında sıkışıp kalma ihtimali belirir çoğu kez. Sinema dilini, benliklerde kazınmış gerçek bir hikâyenin üzerine sağlamca oturtmak gerekiyor bu tür teşebbüslerde.
Aslına bakarsanız “nasıl bir film” kaygısı her seyir öncesi rahatsız eder beni. Yabancısı değilim. Kürşat Kızbaz’ın 10 Ocak 2014’de vizyona giren “Yunus Emre: Aşkın Sesi” filmine giderken siyah ve beyaz tüm ihtimali düşünmeden edemedim. Bu sefer biraz daha fazla işkillendiğimi itiraf etmeliyim. Korku ve umut… Böylesi zamanlarda arâfta kalmak zor olmuyor.
Filmin yönetmenini, daha önce izlediğimiz “Çanakkale Destanı:1915” ve “Mevlana Celaleddin Rumî: Aşkın Dansı” adlı belgesel çalışmaları ile tanıyoruz. Hakkını teslim etmeliyiz. Yönetmenin bu ülkeyi bu ülke yapan değerleri anlatma heyecanı var.
I-YOL SABIRDIR, YÜRÜYÜŞE DEVAM
Filmin hikâyesine gelince…
Film 13. yüzyıl Anadolu coğrafyasında geçiyor. Bir yönüyle savaşların, istilaların, yıkımların asrı. Öte yandan Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana Celaleddin Rumî, Yunus Emre gibi gönül erenlerinin yüzyılı. Kısacası Anadolu’nun mayalandığı zamanlar…
Yunus Emre’nin yaz kış demeden “yane yane” kat edeceği yolculuğun başından başlıyor film. İlk durak Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı. Açlık ve kıtlığın çepeçevre sardığı köyünden Hacı Bektaş’ın yanına buğday istemeye gelen bir garip köylüdür Yunus.
Hacı Bektaş-ı Veli ise ona “istersen buğday yerine sana nefs verelim” der. İlk gönül yangınıdır bu! Yunus idrak eder. Köyü de unutur, buğdayı da. Hacı Bektaş-ı Veli yol gösterir, “biz senin anahtarını Tabtuk Emre’ye verdik” der. Yunsu Emre, Tabtuk Emre’nin Dergâhında gelir, hizmet eder, odun taşır. Eğri odunların bile dergâhta olmasını istemez. Yunus, doğruluk yolundadır. Ne hikmettir bilinmez, Allah aşkı ile gönlünü dolduran Yunus Emre, Tabtuk Emre’nin sarışın kızı Balım’a da âşık olur.
Mevla’ya giden yolda Leyla geçilesi bir duraktır. Yunus Emre de öyle yapar, izin ister. Önce Mevlana Celaleddin Rumî’ye gider. Feyiz alır. Yolda kırmızı elbisesi ile Hallac’la karşılaşır. Hallac’ın tavsiyesi üzerine Barak Baba’ya gider. Ardından Sarı Saltuk Hazretlerine uğrar. Yunus Emre Allah “deyu deyu” dolaşa dursun, Tabtuk Emre Dergâhında, Balım’a karşı olan sevgisine karşılık bulamayan Molla Kasım önce Balım’ı sonra kendisini öldürür.
Dervişlerin tavsiyesini dinler Yunus Emre, “aşk” yolculuğunda tekraren başa döner ve Tabtuk Emre’nin yanına gelir. Tabtuk Emre, Yunus’u Anadolu’da insanları “aşk” yoluna davet için görevlendirir. Yunus Emre tekraren yola koyulur…

II-BU YUNUS BİZİM YUNUS DEĞİL
İtiraf etmeliyim, ben bu filmi belki izlemezdim. Ya da daha onuncu dakikasında sinema salonundan çıkar giderdim. Tahammül edemezdim. Eğer bendeki Yunus Emre sevgisi olmasaydı! Mesele Yunus Emre ise duyarsız kalamazsınız. Kalmamalıyız! Filmin sonunda yaşayacağımız hüsranı bile bile sabretmeliyiz…
Her şeyden önce “Yunus Emre: Aşkın Sesi” ne olacağına karar veremeyen bir film. Belgesel mi kurgu mu? Kurgu niyetiyle belgesel gözüyle film çekince biraz böyle oluyor.
Sinema sanatının belkemiği “atmosfer” oluşturmaktır. Başaramazsanız çıkmaz sokakta kalırsınız. Bu film de öylece kalmış. Ne Moğol İstilası, ne tekke hayatı ne de Yunus Emre’nin o irfanî yolculuğu… Kestirip atmayı sevmem ama hikâyenin bir ucundan tutmayı başaramıyor film. Tabtuk Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Mevlana’nın Sarı Saltuk’un aynı replikleri söyleyip durmasına ne demeli? “Aşk” kelimesini tekrar etmekle “aşk” anlatılmış olunamaz. Dahası bizim bildiğimiz Yunus Emre Allah aşkıyla yanardı. Leyla aşkıyla yandığını bilen var mı? Velev ki öyleydi, filmin uzunca bir kısmına buna ayırmanın gereği neydi?
Bugünün gözüyle,  geçmişe bakınca anlayamıyoruz. “Yunus Emre: Aşkın Sesi” filmi de anlayamamış. Ne tekkeler ve dervişler 13. yüzyıl dünyasına ait, Ne Tabtuk Emre’nin kızı Balım o dönemin kadını ne de Hacı Bektaş Dergâhında semâh edenler o dönemin erenleri… Anakronik hatalar karşımıza çıkıyor çoğu kez.
Kabul edelim zihin dünyamız çok karmaşık. Olayları kendi mecrasında idrak edemiyoruz. Manevi bir hikâyeyi ele alan filmin maddi unsurlara olan temayülü de bundan dolayı. Mevlevilik sadece semâdan, Bektaşilik sadece semâhtan ibaret değil…
Filmin anlatı dili kadar sinema tekniklerini kullanması da başarısız. Hiç anlam veremediğim ağırlaştırılmış kamera hareketlerini neden bu kadar önemser yönetmen? Bilmiyorum. Bildiğim şudur, aşırı derecede müziği kullanmakla filmdeki hataların üstü örtülmüyor. Sahiciliğini yitiren filmlerin sorgusuz kullandığı teknikler bunlar.
Gerçekçiliği tabu edinmemeliyiz. Ancak filmin gerçek olmakla ilgili sorunlarını da görmezden gelmemeliyiz. Burada temel sorun filmin bir türlü bütünlüğü sağlayamaması. Nitekim sahne ve diyalog kopuklukları seyri zor bir film ortaya koyuyor.
III-BİZE YUNUS GEREK
“Yunus Emre: Aşkın Sesi” beklentilerin çok uzağında kaldı. En azından benim beklentilerimin uzağında. Üzülerek sinema salonlarını terk ettiğimiz filmler arasında yer aldı. İyi niyetinden zerre şüphe duymadığımız bu filmin hem sinema dili hem de sinema tekniği açısından çok daha iyi bir zemine oturmasını dilerdik. En azından 2008 yapımı Jacques Deschamps imzalı, pek çok açıdan eleştiriye açık “Dinle Neyden” kadar olsaydı. Olmadı…
Sözlerimiz ümitsizliğe yol açmasın. Bu tür filmlerde titizlenmek durumundayız. Nitelikli sinema filmlerine ihtiyacımız var. Bugün gerçekleşmemiş olabilir.
Unutmayınız, yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

149. Sayı / Mart – Nisan 2014 / Ay Vakti
Bilmediğini Bilmek ya da Nahşep Kuyusu / Ay Vakti
Şiirde Hasbilik / Recep Garip
Bugün Neyi Arıyorsan / Semra Saraç
Misk / Semra Saraç
Tümünü Göster