Macid Macidi Sinemasında Su – Balık Metaformaları

Macid Macidi filmleri üzerine yazmaya başlamadan önce yazımın hacmini belirtmem,  konu sınırlaması yapmam zaruri görünüyor. Macidi’nin Cennetin Rengi ve Serçelerin Şarkısı filmlerini belli bir çerçeve dâhilinde ele almaya, yorumlamaya çalışacağım. İzleyenler, sevenler ya da bir şekilde izleme fırsatı bulanlar bilirler ki İran filmleri çoğu zaman kendini hemen belli etmeyen, kumaşını ele vermeyen filmlerdir. Çoğu izleyicinin nazarında İran filmleri ilgi çekici bulunmayabilir de. Bu filmlerdeki hayatın doğal akışını ve derinliğini yakalayabilmek ilk anda mümkün olmayabilir. Günümüz izleyici profili daha çok Hollywoodyen, aksiyon, macera, komedi tarzına eğimli olduğu için haliyle durgun ve uzun plan sahnelerin olduğu filmlerden çabuk sıkılabiliyor. Bu durum sadece Macidi filmleri için değil; örneğin Tarkovski, Bergman, Kiewslowki filmleri için de söylenebilir. Aslında bu hayatın bütün alanlarında insanların tercih ettiği bir yöntem olmuş durumda bugün. Bir olayı ya da bir durumu hemen pratiğe dökme, şifrelerini öğrenme, kendisine yarar sağlayıp sağlamayacağını çabucak kavrama isteği modern insanın artık kaçamayacağı bir realitesidir. Tüketen ve bununla birlikte tükenen insani duyarlılıklar, mekanik çarkların içinde öğütülürken bir insanın karşımıza çıkıp ‘‘Biraz dur ve kendine kulak ver’’ demesine ne kadar kulak verebiliriz acaba? Macidi’nin filmlerini anlamaya çalışmak, anlam katmanlarını çözmek için sanırım en önce kendimize kulak vermemiz gerekiyor. Bu iki filmin bütün boyutlarını ele almamız oldukça hacimli bir çalışmayı gerekli kılacağı için şimdilik bu filmlerdeki belli başlı metaforların, kavramların bizde bıraktığı izlenimi anlatmaya çalışacağız. Macidi filmlerinde balık ve su metaforlarının sık kullanılması boşuna değildir elbette. Serçelerin Şarkısı filmi başından sonuna kadar balık filmidir nerdeyse. Çocuklar bir bataklığın içinde rengarenk Japon balıkları topluyorlar, çocukça hayallerini gerçekleştirmek için. Oldukça çok balık toplamayı, balıkları satıp zengin olmayı hayal etmektedirler. Bu zengin hayallerin gerçekleşme ihtimali ise bir bataklığın içinde aranıyor. Fikrimce çocukların çok balık yakalama hırsı, insanın dünyevileşme yönüne işaret. Yönetmen bunu masum çocukların dünyasından sergileyerek manidar bir mesaj vermiş olmalı. Modern dünyanın menfi düşünceyi, insanın maddi mücadelesini ta çocukluğuna kadar dayatması bugünkü trajedimizin boyutlarını gözler önüne sermektedir. Halbûki çocuklar masumca hayaller kurmakta, bunun makul bir durum olduğunu izleyiciye sergilemektedirler. Hatta izleyici çocukların bu hayallerini gerçekleştirmesini içten içe arzulamaktadır. Fakat yönetmenin amacı sadece bu mudur, sadece bu değildir tabi. Her ne kadar çocukların dünyasından verilmiş olsa da hakikatte paranın peşine düşen, gözlerini para hırsı bürümüş insanların akıbetinin bir şekilde ibretle dolu olması kadim bir nasihattir bütün dünya insanlığı için. Yani menfi olan her şeyin, menfi düşüncenin, menfi hareketin, menfi konuşmanın eninde sonunda kirli bir sonuca varması kaçınılmaz bir durumdur. Çocuklar masumca hayallerini kirleten bu menfi düşüncenin cezasını çekeceklerdir. Büyük bir plastik küpün içine doldurdukları balıkları koşa koşa paraya çevirmenin hesaplarını yaparken çocuklardan birinin ayağı takılır, küp ellerinden düşer, bir altın huzmesi gibi rengarenk Japon balıkları ortalığa saçılır, ve çırpınıp can vermeye başlarlar. Bu hazin manzarayı şaşkın ve donuk bakışlarla seyreden çocukların hayalleri de tıpkı can çekişen balıklar gibi oracıkta bir bir suya düşer. Çocukların düştüğü yer bir su kanalına yakındır. Balıkları küpe doldurmak isterler; ancak küp patlamıştır. Balıkları kanaldaki suya bırakmaktan başka çıkar yol yoktur. Balıklar özgürlüğüne kavuşur, çocuklarsa aç gözlülük yaptıklarını zamanla anlayacaklardır. Belki balıklar ait oldukları yerde güzeldir. İnsan, eşya, bitki vs. bütün varlıklar yerinde olunca bir güzellik, bir memnun olma durumu arz etmez mi? Sonraki sahnede bir kamyon kasasında yolculuk eden çocuklardan birinin elinde naylon şeffaf bir poşet ve içinde sadece bir tane balık olduğu görülür. Hayallerine kavuşamayan çocukların yüzlerinde kaybetmiş olmanın hüznü vardır. Çocukların yanına oturan adam ‘‘Yalan Dünya’’ adlı içli bir türkü havalandırmaya başlar. Çocukların yüzünde yavaş yavaş bir balığa kanaat edebilmenin tebessümü belirir. Sonunda çocuklar ellerindeki tek balığı da özgürlüğüne kavuşturup çocukça masumiyetlerine yakışan portreyi çizmiş olurlar. Artık balığın ait olduğu yerde olması gerektiğini anlamışlardır. Balık ait olduğu suya kavuşunca filmdeki simetrinin bütünlüğünü tamamlayan parçalardan biri daha tutturulmuş olur. Yönetmen bir taraftan bu mesajı verirken öte yandan ‘‘Bir bataklığın içinde Japon balığı mı olurmuş’’ diyecek seyirciye; hayatın bu kadar çirkef ve berbat görünen sureti içinde küçücük güzellikleri yakalayabileceğimizi gayet güzel somutlaştırmıştır, diyebiliriz.
Cennetin Rengi filminde ise görme yetisini kaybetmiş bir çocuğun deniz kenarına gittiğine tanık oluyoruz. Çocuk doğanın ve kuşların sesini dinlemekte, parmak uçlarıyla suya-ıslak kuma dokunarak işittiği sesleri taklit etmeye çalışmaktadır. Burada görme yetisini kaybetmiş bir insanın dokunma ve işitme duyularının hassaslaştığını görüyoruz. Yani göremeyen bir insan zamanla işitme ve dokunma duyularıyla görmeye çalışır. Çocuk göremediği doğanın sesini dinlemekte suya-kuma dokunarak bunları taklit etmekte, işittiği dokunduğu şeyleri zihninde, iç dünyasında kendisince anlamlandırmakta ve kuşların sesine eşlik etmektedir. Macidi, sanat doğanın bir taklididir diyen Aristo’nun Poetika’sını okumuş mudur bilinmez ama Aristo bu sahneyi görseydi muhtemeldir ki çok beğenecekti. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ise, Kainattaki her varlık kendi lisanınca Allah’ı zikreder, diyordu. Macidi bu yönüyle Aristo ve Said Nursi’nin fikir iklimine de aşinadır. Çocuğun bir zanaat öğrenmek için yanına gittiği marangoza; her gün parmaklarımın değdiği her şeyde Allah’ı aradım. Ona her şeyi anlattım, içimdeki sırları bile, demesi hayatın dışına itilen insanların, bu ötelenmeyi doğru menzile varmak için aynı zamanda bir fırsata dönüştürebileceklerine de işaret ediliyor. Bu bağlamda çocuğun yaptığı, taklit etmeye çalıştığı şeyin, Allah’a yaklaşmak ve ona yakın olmak gayesiyle bir yol ya da yöntem bulma çabası (Tasavvuf literatüründe Seyrü Sülük) olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Avrupalı görüş de bir filmde dış dünyanın ya da doğanın sesine, Tanrı’nın sesi diyor. Bu minval üzere Macidi hem Avrupalı görüşe bir selam çakmakta hem de mensup olduğu iklimin sinema dilini üst seviyelere taşımaktadır.
Çocuğun attan düşmesi, azgın sulara kapılması, iç burkan çırpınışları ve babanın kurtarıp kurtarmama arasındaki kararsızlığı-tedirginliği görülmeye değer bir sahnedir. Baba gizli bir cinayete sebep olmakta, buna göz yummaktadır.  Bir babanın hiçbir şeyi düşünmeden suya atlaması beklenirken, filmdeki baba hemen atlamayacaktır. Çünkü çocuğuna bakmanın usançlığı içindedir. Uzun bir kararsızlıktan sonra vicdanıyla yüzleşecek, kendisini gözetleyen birinin olduğu korkusuna düşecek ve mecburen  atlamak zorunda kalacaktır.  Bu sahne oldukça orijinal bir sahnedir. Oyuncunun bu olayı gözetleyen Allah’ı hatıra getirmesi ve korkmasının yanında bir nevi kameraya bakan gözlerden de ürktüğü, çekindiği görülür. Macidi, bu sahnede kurgu ve realiteyi oldukça etkili bir şekilde harmanlamış, kurgunun ötesine geçmiştir. Baba, o güne kadar görme engelli olan çocuğunu sırtında ağır bir yük olarak görmüştür. Onu bir kambur gibi taşımak istememekte ve onun sürekli  bakım evinde kalması ya da kendinden uzak durması  için çabalamaktadır. Macidi,  bu defa Avrupalı görüşe sıkı bir çalım atacaktır. Baba gizli, menfi, kirli düşüncelerine ne zaman dalacak olsa arka planda adeta vahşi bir kuşun sesini işitmekte ve korkuya düşmektedir. Kafasındaki iç hesapların korkunçluğu adeta dış dünyadaki seslere bürünmekte ve onu tedirgin etmektedir. Özellikle annesinin sözünü dinlemediği, onu incittiği zaman bu ses o kadar yoğunlaşır ki adam sesin korkutuculuğuna donuk-çarpık bir yüzle kulak kabartıp vicdanıyla yüzleşmeyi göze alacaktır kimi zaman. Doğadaki her ses Allah’tandır ancak her sesin hüviyetini anlayabilmek de Doğu Medeniyeti ve Avrupa Medeniyeti’nin telakki açılarını göstermesi bakımından oldukça mühimdir. Bu çerçeveden bakılınca Allah’ın boyasıyla boyanma fikri Macidi sinemasının temel açılarından biridir.
Baba, yetim çocuğunu ve annesini ihmal ederek evlenmek ister. Fakat başarılı olamayacaktır. Daha öncelikli ve önemli sorumluluklarını ihmal ettiği için cezalandırılacaktır. İlkin annesini kaybeder. Çocuğunu da kaybetmek üzereyken vicdanı zoruyla mücadele etmeyi göze alacak ve suya atlayacaktır. Azgın bir nehrin içinde baba oğul uzun bir süre hayatta kalma mücadelesinden sonra bedenleri sahile vurur. O azgın sular çocuğun masumiyetine nazaran ne kadar hırçın gözükse de babanın insani kisvesini bulması ve arınması yönünden oldukça önemli bir kırılma noktasıdır. Burada suyun sadece insanın dış kirlerini değil iç dünyasındaki kirli düşünceleri ve hisleri de arındırdığına tanık olmaktayız. Su artık bir imge-metafor halini alacak ve bir dua-yakarış-tövbe ritüeline dönüşecektir. Ki Macidi bunu bir çok filminde yapıyor. Berrak su sesi ve insanın parmaklarıyla suya dokunuşlarını, gürül gürül akan suların altında ellerini kafasını yıkayan insanları defalarca vererek izleyicinin o genişliği tatmasını ve kalbi hoşnutluğa ortak olabilmesini amaçlamaktadır. Filmdeki baba ve çocuk için azgın sular ilkin her ne kadar büyük bir bela gibi gözükse de sonuca binaen hayırlı bir şey olduğunu anlıyoruz. Bazen şerlerde hayır vardır diyen büyüklerimizin öğütleri boş olmamalı zannımca. Baba gözlerini açtığında ölümden uyanır gibidir. Azgın bir sudan kurtulmuş olmanın arınmışlığıyla bakar etrafına. Büyük bir pişmanlık ve çaresizlikle çocuğunun cesedine gider. Onu ilk defa hakiki bir baba gibi sevgiyle, merhametle, pişmanlıkla kucaklayarak ağlamaya başlar. Kamera genel konuma geçip bu sahneyi gösterdiğinde biz, toprağı-suyu-havayı-güneşi görürüz. Yani İlim Erbabı’nın Tasavvuf Ehli’nin dediği gibi hayatın, Anasır-ı Erbaa 4 ana unsur;  toprak-su-hava-ateş(güneş) arasında idame edildiğini, estetik bir sinema diliyle sergilendiğine tanık oluruz. Bir tablo gibi duran bu manzaranın önünde babanın hatalarını kabul ederek, derin bir pişmanlık içinde, hayat ve ölüm arasında gidip gelmesi doğrudan ya da dolaylı bütün insanlığın ortak kaderi değil midir? Biz izleyici olarak, babanın sonuna kadar cezasını çekmesini temenni ederken, Allah onun pişmanlığını karşılıksız bırakmayacaktır. Birazdan güneş açacak, babasının kucağında cansız bedeniyle kolu sarkan çocuğun eline güneşin canlı ışınları düşecektir. Bu sarımsı aydınlık adeta ona ruh üfürecek ve filmin son karelerinde çocuk elini çok hafif bir şekilde kıpırdatmaya başlayacaktır. Bu sahne Allah’ın yarattığı mahlukata ruh üfürmesine apaçık bir göndermedir. ‘‘Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz! (Secde 32/9) Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için hayat ve ölümü yaratan O’dur. (Mülk, 67/2)’’ ayetleri ışığında bu sahnenin alt metnini okursak Macidi’nin nerelerden beslendiğini rahatlıkla görebiliriz. Ayrıca bu sahne bana başka bir filmdeki sahne ile doku benzerliği olduğunu anımsattı. Kieslowski’nin Dekalog  serisinde bir çocuk karakter, halasına ‘‘Tanrı nedir’’ diye sorar? Halası ‘‘gel bana sımsıkı sarıl’’ der. Çocuk halasına sımsıkı sarılır. Hala ‘‘peki şimdi ne hissediyorsun’’ diye sorar? ‘‘seni çok sevdiğimi hissediyorum’’ der çocuk. Halası ‘‘işte Tanrı budur’’ diyerek sinema tarihine geçen bu cevabı vermişti. Macidi’nin sahnesi estetik yönden bu sahneden çok daha güzeldir. Çünkü Dekalog’taki sahnenin geçtiği yer kupkuru ve sıkıcı bir evin içiydi. Oysa Macidi filmindeki sahneye bütün dünyayı, Allah’ın genişliğini ve sonsuzluğunu sığdırabilmiştir. Yahudi bir yönetmen Tanrı konusunda doğrudan somutlamaya giderken Müslüman bir yönetmen dolaylı olarak Tanrı’yı hissettirmeyi amaçlamıştır. Kieslowski, Egzistansiyalist-Varoluşçu bir fikrin kışkırtıcılığı ile yıllarca Tanrı’sını aramış sonunda onu kendisi var etmiş ve ona iman etmiştir. Yukarıda ise Macidi’nin çok basit ancak fark edilemeyen küçücük şeyleri-nesneleri oldukça dikkat çekici bir fotoğraflama-somutlaştırma yoluyla bunların soyut-manevi alandaki çağrışımlarını başarılı bir dille estetize ettiğini görmüştük. Böylece Yahudilik ile Müslümanlığın dünya ve ahiret konusundaki duruşlarının nasıl olduğu konusunda fikir de yürütebiliriz. Bu iki sahnenin tarzı farklı olsa da bırakmak istedikleri etkinin benzer olduğunu düşünebiliriz belki. Etkileyebilmek sanatkar ruhun yegâne amacına ve doyum noktasına işaret eder. Etkinin baktığı-çağrıştırdığı istikamet elbette önemlidir. Ancak bu etkinin hakikati çağrıştırma-anımsatma rolü daha çok önem arz eder. Nitekim Tarkovsky, filmlerinde bunu çok ustaca sergilemiştir. Bazı yönetmenler bu yönüyle izleyici üstü bir yerde dururlar. Yani başka yönetmenler için film yapan, ilham veren bir konumdadırlar. Macidi böyle bir yönetmen olmakla beraber nitelikli izleyicinin nazarında da oldukça rağbet gören filmler yapmaktadır. Son sözü, Film Arası dergisinin Macid Macidi ile yaptığı bir röportajda, Macidi’nin sinema tarihine geçecek bir tespiti ile bitirelim:
”Eğer bugün peygamberlik devam etseydi, peygamberler tebliğini sinema ile de yaparlardı.”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

148. Sayı / Ocak – Şubat 2014 / Ay Vakti
Söyleyelim… / Ay Vakti
Paradoks / Şeref Akbaba
Hiçlik / Semra Saraç
Platon’dan Plotin’e Sanat -II- / Necmettin Evci
Tümünü Göster