Bir Yağmurun Kıyısında

Seviyorum  yağmuru. Gökten damla damla inip şefkatle ellerimizden tutuşunu seviyorum. Bir de patlamayı sabırsızlıkla bekleyen nisan tomurcuklarını… Telaşlı kıpırdayışlarıyla kuru dalları beyaza boyayan, kendi minicik ama  içinde nice dünyalar saklı tomurcukları…
Takvimler baharı gösterince duramaz olurum ya yerimde,  bugün de güneşten önce uyanıyorum. Acele bir kahvaltıdan sonra  sabahı en tazecik yerinden  doya doya içime çekme gayretiyle  erkenden yola çıkıyorum. Oysa daha randevuma saatler var. Hafif hafif yağmur serpiştiriyor. Dokunan her bir damla ellerime, yüzüme tatlı bir serinlik bırakıyor.  Ellerim ceplerimde, yağmur eteklerimde, otobüs durağına doğru yürüyorum. Durağa vardığımda  dudaklarıma dolanan bir şiiri sesli sesli okuduğumu anca  fark ediyorum.
“Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini / Yağarsın;  taşlar bile yemyeşil  filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini  / Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur bir gün kurtulup çağın kundaklarından / Alsam ölümsüzlüğü billur dudaklarından.’’
Utanıp sağa sola bakıyorum. Görenler  deli demiştir belki de. Olsun baharı, yağmuru ve şiiri çok seviyorum. Allah’tan otobüs bekletmeden geldi. Hemen pencere kenarında bir yere oturuyorum.
Evler, ağaçlar, arabalar bir nehir gibi kayıyor gözlerimin önünden. Telaşla koşturan insanlar sanki yaşamı görmezlikten geliyor. Kimsenin kimseye tahammülü yok. İnsanların, arabaların… Herkesin acelesi var, herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyor. Yaşamak dediğin öylesine hızlı, öylesine pür telaş ki insanın kendini arayacak kadar vakti olmuyor. Sevgiler yarınlara erteleniyor, özlemler, hayaller…   En güzel, en yaşanası günlerimiz hiç yaşamadığımız günlerde kalıyor.
Gençlik parkının önünden geçerken gözlerim ağaçlara kayıyor. Bana sürpriz yapmış nisan tomurcukları beyaza bulanmış karşımda raks ediyor. Baharın muştusu bu ilk tomurcukları görmek, beni tarifi imkânsız bir heyecana gark ediyor. Ne bileyim işte umut gibi, sabır gibi, aşk gibi… Aceleyle patlayan mısır taneleri  gibi hele bir patlamaya görsün bir kaç günde  beyaza bürüyor her yeri.  O çırılçıplak, kupkuru dallar alla, morla, yeşille bezeniyor ya,  Ankara’nın soğuk suratsız çehresi bir anda güzelleşiveriyor.
İşte yine  yollardayım. Yeni bir iş görüşmesi, yeni bir umut. Yıllardır yüzüme kapanan kapılara inat rızkı verenin gerçek sahibini düşünüp, “Rabbim, mutlaka ama  mutlaka bana da bir kapı açacak” diye umutlanıyorum. Çıplak dallara çiçek giydiren Rabbim elbet  bir gün benim de gönlümü çiçeklendirecek.
Doğrusu umutsuz olunamayacak kadar güzel hayat. Pes edemeyecek kadar… Tırmanıp tırmanıp geri düşsen de  tekrar tekrar denemek, tekrar tekrar çalmak açılmayan kapıları… Yılmamak; bir yelesinden yakalayıverip hayatı, rüzgârı arkana, yağmuru avuçlarına  alıp dörtnala koşmak…
Gideceğim yerden iki durak önce iniyorum. Daha hayli vakit var. Suyun ve rüzgârın sesini dinlemek, nazlı bir gelin gibi süzülen kuğuları seyretmek arzusuyla Kuğulu Park’a giriyorum. Sabahın erken saatleri olduğu için park neredeyse boş. Hemen havuzun tam da karşısındaki bir banka oturuyorum. Fıskiyenin ritmik hareketlerle göğe doğru süzülüp sonra hızlı hızlı yere düşüşü beni kendine çekiyor. Kabarıp coşan, beyaz beyaz boncuklaşan suyun içinde kayboluyorum.  Sonra üçer beşer güvercinler iniyor yerlere. Onların kanat sesleri beni su damlalarının içinden çekip alıyor. Anlaşılan sabah kahvaltılarını Rabbim benim elimden sunmak istiyor. “Keşke simit alsaydım gelirken” diye hayıflanırken bir kadının sesi geliyor kulaklarıma.   “Kuşlara yem! Kuşlara yem, bir liraya kuşlara yem!” Ben geldiğimde orda mıydı, yoksa tezgâhını yeni mi açtı, bilemiyorum.  Hızlı adımlarla kadının yanına varıp “Günaydın teyzeciğim,” diyorum. “Bir paket yem alabilir miyim?” Hem kadın hem kuşlar rızıklanıyor. Yemleri göğe savurup yavaşça yere düşüşlerini izliyorum.  Onlarca kanat açılıyor birden. Bir anda beyaz ve griye bulanmış bu kanatlar sanki tüm göğü kaplıyor. Bir çırpıda bitirince yemleri  birer birer uzaklaşıyorlar yeniden.
Yem satan kadına el sallayıp parktan ayrılıyorum. Elimde gideceğim şirketin adresi yavaş yavaş yürümeye koyuluyorum. Aceleci adımlarla yine pek çok insan geçiyor sağımdan solumdan. Kimilerinin yüzü makyajlı ama renksiz,  ama soğuk, ama ruhsuz…  Kaşlarında bir çatıklık, yüzlerinde tuhaf bir ciddiyet… Bu insanları üzerinde taşıyan kaldırımlar için üzülüyorum. Bu devirde kimse kimsenin yükünü çekmezken, siz üzerinizde bütün insanların yükünü çekiyorsunuz.  Kederleri, mutsuzlukları, umutsuzlukları; acıları, kırılganlıkları, yalnızlıkları… Kaldırımlara nefes veren üstadın şiiri geliyor hatırıma:
“Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi ; / Kaldırımlar içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi; / Kaldırımlar içimde kıvrılan bir lisandır.’’
Kaç insan selam veriyor tebessümle kaldırımlara? Başımı yere eğip  “Günaydın kaldırımlar!” diyorum seslice.  Görürlerse görsünler, duyarlarsa duysunlar. Bana ne!
Şimdi Ayla kaldırımla konuştuğumu görse ne derdi? “Ay abla, birinin yanında da yapma valla kafayı yemiş derler sana.” Gözlerini yarı şaka yarı ciddi pörtlete pörtlete açıp “Böyle gidersen koca da bulamazsın bak, aha da şuraya yazıyorum,” derdi. Nuran’sa muzipçe ellerini dizine vurup “Senin evde kalman bir şey değil de, seni evlendirmeden annem bizi de kimselere vermez, vah ki vah!” deyince kahkahalara boğulurduk. Biraz çatlaktır bizim kızlar ama severim kendilerini. Hem de öylesine severim ki bir ablanın muhabbetiyle değil, bir annenin şefkatiyle severim.
Nuran hastanede işe yeni başladı, sosyal hizmet uzmanı. Ayla ise öğretmen.  “Abla ne var açsan,” deyip duruyorlar. “İngilizce iktisat okumuşsun, masterin de var. Alanınla ilgili ne varsa deliler gibi okuyorsun, takır takır İngilizce de konuşuyorsun. Sen iş bulamayacaksın da kim bulacak?  Ne var başını açsan günahı onların boynuna.” Ah benim küçük kız kardeşlerim, ah haylazlarım keşke anlasanız beni.
Yıllarca çantamda bir poşetin içinde o aptal peruğu niçin taşıdım? Ben nereye, peruğum oraya… Bana göstermedikleri itibarı başörtümün üzerine geçirdiğim o naylon şeye niçin gösterdiler? Naylon bir peruk kadar da mı yoktu benim değerim? Onu başıma geçiriverince önce yüzüme kapanmış üniversite kapıları açıldı. Sonra hocaların dehşet ve tiksintiyle karışık bakışları yumuşadı birazcık. Sanki onlar için tehlike katsayım düşmüştü! Derslerim çok iyiydi. Üniversiteyi burslu okudum. Dereceyle de bitirdim. Aynı bölümde yüksek lisans yaptım. Yine çantamdaki o naylon peruk sayesinde. Ben değil, peruğum okuyordu sanki. Her ne kadar artık kullanılmaktan uçları çatal çatal olmuş, yer yer dökülmüş,  şekle girmez bir hale gelmişse de kimsenin buna aldırış ettiği yoktu. Ama artık kendim gibi olmak, olduğum gibi kalmak istiyorum.  Ne olur anlayın beni canım kardeşlerim.
Yıllarca başımdaki örtü yüzünden iş için  gittiğim bütün kapılar suratıma birer birer kapandığında annem hep  kızların safında yer alsa da, babam en büyük destekçim oldu. Saçlarımı usulca okşayıp kaç kez gözyaşımı silmişliği vardır sevgili babacığımın. “ Kızım sen doğru olanı yapıyorsun,” der hep. “İnsan kendinden taviz vermeye görsün, bir elmaya dadanmış kurt gibi içten içe kemirir  insanı verdiği tavizler. Dışarıdan bakanlar elmanın capcanlı rengine aldanadursun ama o, içi kemirilmekten ufalmış, küçücük kalmıştır.”
Ah canım babam! Çocuk yüzlü, muzip gülüşlü babam. Onun yanında insan derdini unutuyor. Ağlayan gözlerimiz bir anda gülücükle doluyor. Tombiş kırmızı yanakları, incecik dudaklarının üzerini kapatan kara  bıyıkları, simsiyah gözleri, uzun kirpikleri, yana taranmış, alnına düşen bembeyaz saçlarıyla dünyalar tatlısı, bir o kadar da yakışıklıdır benim babam.  Ah babacığım! Bir de şu içkin olmasaydı. Dolaptaki şişeleri kaç kere boşaltıp, bir daha ağzına içki vurmayacağına yeminler ettin.  “Bakın bu sefer sözüm söz. Bu şişe bittikten sonra bir daha yenisini almayacağım,” derken içkin  bitmesin diye  gıdım gıdım içip sonrasında ancak birkaç hafta sabredebildin.  Küçük bir çocuk gibi dudaklarını büküp “N’apayım kızım, gençliğimde kötü arkadaşların kurbanı oldum, şimdi de bir türlü kurtulamıyorum,”  deyip durdun. Ama inanıyorum ki, bir gün mutlaka bırakacaksın.
Gideceğim şirkete bir kaç bina kalmışken ansızın ne yönden geldiğini anlayamadığım bir yaşlı teyze beliriyor karşımda. Hayret, nasıl da  fark edemedim.  Çenesinin altından bağladığı eşarbı, kırış kırış ama nurlu, bembeyaz yüzüyle  konuşurken gözlerinin içi gülüyor. “Yavrum bakar mısın? “ diyor. “Buradan Keçiören’e nasıl giderim?”  Ben tarif ederken o da, eliyle sağ elimi tutup minnetle sıkıyor. Müthiş bir sıcaklık kaplıyor içimi. Birine küçücük de olsa bir yardım etmekten mi yoksa teyzenin o nurlu yüzünden mi bilemiyorum,  huzurla doluyor içim. Vedalaşırken ismimi soruyor bana. “Serpil” diyorum. “Adınla, hayırlı uzun ömür yaşa kızım,” diyor. “Rabbim ne muradın varsa versin.”  Aaa, Tüh! Ben teyzenin adını sormayı unuttum. Allah’ım, adını bile bilmediğim bir kulundan hayır dua alarak güne başlamak ne güzel. “Ey Rabbim! Ben seni ve senin yarattığın şu hayatı ne çok seviyorum.”
Dış yüzeyi mavi cam kaplı yüksekçe bir binanın önünde duruyorum. Randevu saatimden on beş dakika önce ordayım. Girişteki güvenlikten şirketin genel müdürünün yerini soruyorum. “ikinci kat, sağdan üçüncü kapı,”diyor. Yukarı çıktığımda sekreter geldiğimi haber veriyor. Biraz bekledikten sonra içeri giriyorum.
İçeri girdiğimde kırk-kırk beş yaşlarında esmer, zayıfça bir adam oturduğu büyük, ahşap masanın ardından bir anlık şaşkınlıktan sonra oturmak için bana  yer gösteriyor. Adamın gösterdiği koltuğun ancak ucuna kalbimde susturamadığım bir  çarpıntıyla oturuyorum. Oturduğum koltuğun hemen karşısında bir başka adam daha var. O da  gülümseyerek başıyla beni selamlıyor. Diğerine göre çok daha içten, güler yüzlü bulduğum bu beyin de şirkette yetkili bir kişi olduğunu düşünüp  “Herhalde ikisi beraber karar verecekler” diyorum.  Şirket müdürü,  önünde açık duran bilgisayardan  daha önce gönderdiğim  özgeçmişimi  sanki ilk defa görüyormuş gibi  mırıl mırıl okumaya başlıyor. “Boğaziçi Üniversitesi, İngilizce İktisat mezunu, okul birincisi, uluslararası  …”  gerisini okumadan birden gözlüklerini çıkarıp yavaşça masaya bırakıyor;  ne diyeceğini bilemez bir halde önce  dudaklarını ısırıp sonra konuşmaya başlıyor.
“Bakın Serpil Hanım, açık konuşayım sizinle. Aslında şöyle cv’nize  bakınca özellikleriniz  itibariyle tam da bizim aradığımız gibi  bir elemansınız. Yalnız  şu başınızdaki örtünüz…” derken işaret parmağını birazcık kaldırarak  başımı; yok yok, aslında tam da onun üzerindeki  örtüyü işaret ediyor.  “Şirketimiz için başörtülü bir eleman çalıştırmayı doğru bulmuyoruz. Cv’inize başörtülü olduğunuzu yazsaydınız sizi buralara kadar yormazdık bile.  Ha açarım derseniz, ne ala. Takdir edersiniz ki  yurt içi ve yurt dışı pazarda şirket olarak artık kanıksanmış bir imajımız var. Kadın ve erkek tüm elemanlarımız şirketimizin çağdaş yüzünü temsil ediyor.  Başörtülü bir eleman çalıştırmamız şirketimiz hakkındaki itibarın zedelenmesine yol açabilir. Yanlış anlamayın lütfen, benim annem de kapalı ama ticaret hayatının bazı hassas dengeleri var işte. Beni anlıyorsunuzdur umarım.”
Bir an gözlerim karşımda oturan adama ilişiyor. Beyaza durmuş saçları ve  iyice kar beyaz olmuş top sakalıyla mütebessim bir çehreyle bana bakıyor. Ben de ona gülümsüyorum.  Gülümsemek ne de çok  yakışıyor insanoğluna. Sanki kalpteki kiri pası alıp gidiyor. Önündeki tavşankanı çaydan bir yudum alıp konuşmaya başlıyor:
“Bak Metin’ciğim,” diyor.  “Hiç de yabana atılacak gibi görülmüyor. Boğaziçi iktisat mezunu, okul birincisi, uluslararası ticaret konusunda master yapmış. Girişken de bir kıza benziyor. Sırf başörtüsü var diye iyi bir eleman geri çevrilir mi hiç?  Söylesene bana daha ne zamana kadar birbirimizin dış görünüşüne göre puan vereceğiz? Bizden-sizden ayrımını ne zamana kadar daha yapacağız? Ne  zaman dış görünüşümüz değil de  yaptığımız işin kalitesi ilk kriterimiz olacak?”
Sonra aniden bana dönüyor:
“Gel kızım, benim şirkette işe başla. Senden iyisini mi bulacağım.”
 İyice artıyor yağmur. Arkamda kalan pencereden damlaları göremesem de şıp şıp sesi geliyor kulaklarıma. Rahmet yağıyor yeryüzüne. Kim bilir kaç tane daha tomurcuk patlamaya hazırlanıyor.
Bu kez karşımdaki adam,  şirket müdürüne muzipçe sağ elinin işaret parmağını sallayarak:
“Metin’ciğim, sonra darılıp gücenme yok. Hakkı abi, pişman oldum senin elamanı işe almadım diye arama beni. Sakın haa! ”
Gülümsüyorum.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

147. SAYI / KASIM – ARALIK 2013 / Ay Vakti
Tasavvuf Edebiyatımız / Bilal Kemikli
Sevgi ve Aşk / Selami Yalçın
Ay Vakti’nden Beklenen… / Ay Vakti
Sanatçı Ruhu / Semra Saraç
Tümünü Göster