Durabilsem… Olduğum basamakta kalmak ve düşünmek istiyorum. Öncesini ve sonrasını ancak durduğum yerden müşahede edebilir gibi. Durabilsem… Aslında bu görüş alanı… Bu görüş alanı mı? Burada bulunmuşum bir kez. Kendi ihtiyarım mı? Bilmiyorum. Ama sıkıntımı biliyorum. Olduğum basamak, olacağım yer, olmayacağım yer… Tamamlanması gereken bir ben’in külfeti… Göklerin, yerin, dağların yüklenemediği-yüklenmedlği sorumluluğumu biliyorum. Ara sıra usansam, unutmak istesem de, kurtulmak istemediğim yine de. Bazen, iki yüzüne de bakacaksın dünyanın ve kendine yer bulamayacaksın. Ayağını basacağın bir yer bulamayacaksın, iki yüzüne bakacaksın dünyanın ikisi de bir şey söylemeyecek…
Sen, böyle bir halet-i ruhiye ile her şeyden kaçmak istedin mi? Ceketimi de unutmuşum. Bu arada kendini unutmamışsın daha ne, diyebilirsin?
Ama, ben ceketimi unutmuşum. Mükemmeliyetçi yanım bu yüzden şaşkın. Ama sen dağıt her şeyi. Öyle darmadağınık, karmakarışık et ki, değil ceketimi kendimi bulamayayım.
Öyle karmakarışık et ki, bütün bulma ihtimalleri sussun içimde. Hepsi tek bir ihtimal bile etmesin. Semra bu karmaşaya yalnız, garip, şaşkın, çaresiz bakakalsın.
Yalnız, garip, şaşkın… Dünyaya yalnız o düşmüş gibi. Dünyaya çocukluğundan beri alışmış değil de, dünyayla bebekken tanışmış değil de, şimdi, olgun bir yaşta tanışmış gibi. Hayretine, şaşkınlığına bir nihayet olmasın. Ayırt edemesin tam hatırlayamadığı düş gibi. Düş de ne? Sahi, düş ne?
Karıştırmıştık ya her şeyi. Yeri, göğü; ağacı, kuşu; gerçeği, düş’ü; yolu, yolcuyu, yol arkadaşını; duyguyu, aklı, gönlü; sorumluyu, sorumsuzu; seni, beni…
Dur! Çözümünü arama bu karışıklığın, bu kördüğümün, imkânsıza,”imkân var” diyerek, çıkış yolunu kendine gösterme. Acı ona. Bırak kaçsın, çözmek için uğraşmasın, imkânsız ve zor bulup kaçsın. Boşuna mı “dağıt” dedim, gözü korksun kaçsın diye. Korkut onu ve yıldır. Kendinden kaçsın. Dış dünyaya kaçsın. Artık kendine yüklenmesin.
Hemen, daha sözüm bitmeden… Başa döndü o. Kendine… O halet-i ruhiye içinde kaçmak istese de, kalmak için ayağını koyacak yer bulamasa da, vazgeçememesi yine de… Kendi kalmaktan vazgeçememesi… Özlemiş bile kendini, söyleniyor:
“Hiçbir dahlin olmadan güzelsin. Ne güzel. Kal dünya, biraz dışarıda. Biraz daha dışarıda… Biraz daha dışımda kal.” Ta başa döndü yine. Kendi nehirlerinde akmak için. Gökyüzünde bulutlarla dağılmak için, kuşların kanatlarının altına sinmek için, ağaçların en uç yapraklarında güneşi beklemek için, köklerinde yağmuru içmek için… Hangi şeyle yapmışsa o yolculuğu, o olmuşsa; onu sezinlemek, onu düşünmek, çözmek için…
Üsteki o dağınıklığı ve o karmaşayı mı, diyorsun? Onu da çözmek için…
Korku bilmemesi şu önüne dikilen zamandan… Yolunu kesmeye kalkan bu zamanın ve bu zamanın gerçeğinin pek de hükmü geçmiyordu. Geçseydi keşke. Şöyle, havalanmadan, ayağını kaldırımlara sağlam basabilseydi. Duvarları-dağları öte tarafa geçirmeyen engel olarak görseydi. Perdeleri, perde olarak bilseydi. Ya açamadığı perdeler… Açamadığı perdelerin “aç emri” gelene kadar, perdedarı olarak kalmayı göze alması mı? Belki o ara ayağı değmiş olabilir miydi yere? Ya daha da kendini kaptırmış bir halde ise?
Hakikatin, belki “imkânsız” yüzü varsa da, muhayyilenin yoktu. Düşünememenin-düşünmemenin “imkânsız” yüzü varsa da, düşüncenin “imkânsız” yüzü yoktu.
insan bilmediğinden korkar, diye bir söz mü vardı? Hep öğreniyor olması korkusunu yok mu ediyordu? Yolu üstünde neler yoktu ki? Dış dünya da, içinde değil miydi? Yoksa o mu dış dünyada değildi? Gerçek… Hani dediğiniz… Dış dünyanın gerçeğe mi?
Ayaklarım yere bastı mı, döneceğim. Ama yine de uyandır beni. Ara sıra uyandır beni. De ki: Uyan!
Uyan, rüyalarını gerçekleştirmek için.