Mustafa Miyasoğlu, edebiyat dünyasına yetmişli yılların başında adım atar. ilk iki şiir kitabı, Rüya Çağrısı (1973) ve Devran (1978); ilk romanı Kaybolmuş Günler (1975), ilk deneme kitabı Edebiyat Geleneği (1975) ve ilk hikâye kitabı Geçmiş Zaman Aynası (1976) yetmişli yıllarda okuyucuyla buluşur. Umut Suları adlı oyununun sahnelenmesi de aynı döneme rastlar (1973).
Yetmişli yıllar, Türkiye’nin en karmaşık dönemlerinden biridir şüphesiz. Son zamanlarda abartılı bir şekilde, biraz da nostaljik bir edayla gündeme getirilen altmış sekiz kuşağının hükümran olduğu yıllardır, bu yıllar. Miyasoğlu da aynı yılları yaşıyor. Ama farklı duyarlıklar taşıyarak, farklı hedefler gözeterek; kolay olana sırtını dönüp zor olana talip olarak.
Zor olana talip olarak, diyorum; çünkü o zamanlar solcu olmak modaydı ve hemen her zaman olduğu gibi o zaman da özellikle edebiyat sahasında, sol kulvarda koşmak demek, sayısız imkâna sahip olmak demekti. Her nasılsa bir sağ cenah edebiyatçısı oluvermiş, yerini içine sindiremeyen, “Solcu olsaydım şöyle tanınırdım, şu kadar kazanırdım…” diye yakınan, Miyasoğlu ile akran nice edebiyatçılar tanıdık. O zaman, altmış sekiz kuşağı resmi ideolojiye muhalif gibi görünüyordu. Oysa geçen zaman, onların tam tersine, resmi ideolojiyle uyum içinde olduklarını gösterdi. Şimdilerde de aynı ideolojinin ritmine uyarak mutlu ve müreffeh bir hayat sürenler onlardır.
Lale Müldür, bir yazısında “Sürükleniyor ve resmi dünyanın dışında dans etmesini öğreniyoruz.” diyor. Bu söz doğrusu
çok hoşuma gidiyor. Düşünüyorum da, Miyasoğlu’nun yetmişli yıllarda aynı kaygıları taşıyan bir avuç aydınla beraber “resmi dünyanın dışında” dans etmeye çalıştığı kanaatine varıyorum. O, bunu yapmakla kalmıyor, sonraki kuşaklara da gösterenlerden biri oluyordu.
Esasında, Umut Suları ve bu oyundan doğan Kaybolmuş Günler romanı bu dans denemesinden başka bir şey değildir. “Resmi dünyanın dışında dans etmek” , bir hesaplaşmayı içerir aynı zamanda. Beşir Güner’in Kedi Günlüğü de bu hesaplaşmayı içeriyor. Bütün o korkuların, tedirginliklerin müsebbibi kimdir? Beşir Güner’in huzur arayışları statükonün içinde gerçekleşebilir mi hiç?
Denebilir ki: Miyasoğlu’nun şiir ve yazıları Hisar’da da yayımlandı. ilk şiir kitabı Rüya Çağrısı, Hisar Yayınları arasında çıktı. Peki Hisarcılar “resmi dünya”nın dışında mıydılar? Değildiler elbette. Ama Miyasoğlu’nun Hisarcılardan kopması uzun sürmüyor. Edebiyat Geleneği, “geleneğe bağlı sanat ve edebiyat değerlerini ön plâna çıkarmaya çalışan yeni ve islâmî bir edebiyat anlayışını savunan denemeler”den oluşuyordu. Miyasoğlu, Ahmet Kabaklı’ya yazdığı bir mektupta, bu kitabının yazılmasıyla Hisarcılarla yollarının ve görüşlerinin ayrıldığını söylüyor (A. Kabaklı, Türk Edebiyatı, cilt: 4, ist. 1991).
Altmışlı yılların sonları ile yetmişli yılların başı, islâmi düşüncenin neşv ü nema bulduğu, yeni bir islâmî edebiyat anlayışının oluşmaya başladığı yıllardır. Gelişen bu düşüncenin öncülüğünü Necip Fazıl ve Sezai Karakoç yapıyordu. Bu düşüncenin mensuplarının edebiyat alanındaki ihtiyaçlarını da onlar karşılıyordu. Bir de edebi değerleri tartışılan bazı romanlar
elden ele dolaşıyordu. İşte Mustafa Miyasoğlu’nun Kaybolmuş Günler’i, hikâye ve denemeleri böyle bir ortamda yayımlandı. Bu bakımdan, bunlar yeni bir islâmî edebiyat oluşturma kaygısıyla yazılmış ilk eserler arasında sayılabilir. Çok hareketli geçen ve gençliğin kitaba fazla alaka gösterdiği bu dönemi eserleriyle bereketlen- direnler arasında başta Edebiyat ve Mavera dergileri çevresinde toplanan kalemler olmak üzere başka isimler de vardır şüphesiz. Miyasoğlu’nun bu noktada özellikle romanıyla yaptığı önemlidir. Kişileri yaşamayan romanların ortalıkta dolaştığı bir dönemde Kaybolmuş Günler gibi bir romanla ortaya çıkmak riskli bile sayılır. Ama Murat Belge’nin de belirttiği gibi bir romanın olmazsa olmaz şartı, roman kişilerinin yaşatılmasıdır. Murat Belge’den: “… Pek çok şeyi amaçlayabilir romancı. Hayat görüşünü, felsefesini sunabilir, toplumu eleştirebilir, yeni bi dünyanın peygamberliğini yapabilir. Ama bütün bu amaçlan gerçekleştirmek için ilkin romanındaki insanları yaşatmalıdır. insanları yaşamayan bir roman, başarısız bir romandır.” ( Edebiyat Üstüne Yazılar, iletişim Yayınları, ist. 1998).
Miyasoğlu, genel manada islâmî akım mensupları arasında anılmaktadır. O da şiir anlayışını ortaya koyarken “inancı yüklenen şiir”i seçtiğini ifade etmektedir. Edebiyat Geleneği’ndeki yazıların “yeni ve islâmî bir edebiyat anlayışı”nı savunduğunu da yine kendisi söylemektedir. Yazı ve konuşmalarından, onun edebiyat dünyamızdaki duruşunu tescil edecek çokça kanıt çıkarılabilir. Ancak bu genel kesişime rağmen onun kendine özgü bir yol bulma gayreti içinde olduğu söylenebilir. Bunda Tanpınar ve Haldun Taner’den de hareketle “bütüncü bir estet tavır”a yönelmenin etkisi vardır. Esasında yoğun kültür birikimi de onu böyle olmaya zorlamaktaydı. Kişiliği icabı çok farklı çevrelerle diyalog içinde olmasına rağmen, hemen hemen bu çevrelerin hepsiyle arasında belirli bir mesafe de bulundu. Bu onun kişiliğiyle alakalı olduğu kadar, benimsediği sanat anlayışıyla da ilgilidir.
Mustafa Miyasoğlu üzerine yazanların neredeyse tümünün vurguladığı noktalar, onun çok yönlü ve velut olduğudur.
Tabiî ki ortadaki eserler ve bunların türleri bu hükmü tartışılmaz kılıyor. Miyasoğlu’nun lise yıllarında okuduğunu söylediği Necip Fazıl ve Üniversite yıllarında tanıdığını belirttiği Tanpınar da böyledirler. Onlar da değişik türlerde eserler verirler ve çok verimlidirler. Bu, belki de “komple sanatçı” olma arzusunun bir tezahürüdür. Ne var ki bu çok yönlülüğü bir dağınıklık olarak algılamamak gerekir. Dikkatli bir bakış Miyasoğlu’nun şiirleri, deneme ve romanları arasında bir bağıntıyı ortaya çıkarır. O, şiir, roman, hikâye gibi edebi türlerde eserler verirken deneme ve incelemeleriyle de bir bakıma yaptığını tartışıyor; kaynaklarını irdeleyerek okuyu- cusuyla paylaşıyordu. Kişilerinin ve onların meselelerinin de peşini bırakmaz Miyasoğlu. Bir oyun, hikâye veya romanda ete kemiğe büründürdüğü kişileri bulundukları yerde hapsetmiyor.
Onlar ya bir denemenin konusu olarak veya oyundan romana, hikâyeden romana biraz da tekâmül ederek geçiyorlar. Umut Suları’ntn Kaybolmuş Günler’e zemin hazırlaması; 1976’da yayımlanan Panjur hikâyesinin kahramanlarının 1995’te yayımlanan Bir Aşk Serüveni’nde gelişerek karşımıza çıkmaları Miyasoğlu’nun bu özelliğini ortaya koyar. Denemeleri için de aynı şey söylenebilir. Bir kitaptaki mesele ve düşünceler zamanla gelişerek yeni kitaplar oluşturmaktadırlar. Örnek: Devlet ve Zihniyet’teki Roman Düşüncesi bölümünü ihtiva eden yazıların başka yazılarla beslenerek Roman Düşüncesi ve Türk Romanı’nı meydana getirmesi. Necip Fazıl Kısakürek adlı kitap için de aynı şey söylenebilir.
Miyasoğlu, belki birçok yazarda var olan bu özelliğinin farkındadır. Roman Dünyaları adlı yazısında (Roman Düşüncesi ve Türk Romanı, Ötüken Yayınları, ist. 1998) Asaf Halet’in şu sözlerini nakleder: “Aslında her şairin bir tek şiiri vardır ve yazdığı her şiir o büyük şiirin bir mısraı gibidir. Şair de kendisine nasib olan bu şiiri tamamlamaya memur…”
Miyasoğlu, Asaf Halet’in görüşlerini romana da teşmil ediyor. Türk ve Dünya edebiyatından nehir roman örnekleri veriyor ve kendi romanları arasındaki yakınlıktan bahsederek “…Ben hep aynı romanı mı yazıyorum?” diye soruyor. “Tek ve aynı şiir dolanıyor bende.” diyen başka şairler tanıyorum. Bu belki de Mallarme’nin “Dünya bir kitapta bitmek için var” sözüyle alakalı bir şey. Lale Müldür, bu tek kitaba Kur’an, diyor.
Miyasoğlu’nun en bariz vasıflarından biri çalışkanlığıdır. Onu tanıyanlar, bu yoğun çalışma temposuna şaşırırlardı. Çok seri düşünür, sürekli projeler üretir ve bu projeleri hemen hayata geçirmeye çalışırdı. Yukarıda temas ettiğimiz çok yönlülük ve verimliliği de daha çok bu özelliğinden kaynaklanıyordu. Tanıştığımızda, bir dergi çıkarma hazırlığı içindeydi. Dergi çıktı çıkacak derken, birden bir yıllık çıkarma projesi çıktı ortaya. Suffe yayınları’nın kuruluşu ve beş ciltlik Suffe Yıllığı bu projenin hayata geçirilişinin ürünleridir. Şiir, roman ve denemenin dışında, biyografiler yazması (Asaf Halet, Ziya Osman Saba, Haldun Taner), Antolojiler hazırlaması (Çağdaş islâmî Şiirler Antolojisi, Gül Şiirleri Antolojisi), sadeleştirmeler yapması (Çengi Sümbül ve Daniş Çelebi) onun bu karakter özelliğinden kaynaklanıyor. Tabiî kültür ve sanatımıza sahip çıkma şuurunun, kültüel alanda görülen her boşluğu doldurma cehdinin de bunda payı vardır. Hatta bu yoğun ve çeşitli çalışmaların onun sağlığını ve davranışlarını derinden etkilediğini düşündüm hep. Gerçekte dervişmeşrep olan Miyasoğlu belki de ülkenin kesif kültür sanat problemlerini kendine dert edinmekten ve birçok derde bir başına deva bulmaya çalışmaktan zaman zaman sertçe bir kişiliğe bürünmekteydi. Bu sertçe davranışları da daha çok sorumluluklarını idrak edemeyen aydınlara / kültür ortamında aydın diye gezinenlere karşı gösteriyordu. Onu zor geçinilir bulanların bu noktalara dikkat etmesinde yarar vardır.
Tanışmadan önce bir yerde (gazetede ya da bir kitabının kapağında) fotoğrafını görmüş, onu ibnülemin Mahmut Kemal’e benzetmiştim. Aynı benzetmeyi bir ortak dostumuz da yapmıştı. Ru be ru görüştüğümüzde, Miyasoğlu’nun, fotoğraflardan tanıdığımız Mahmut Kemal’i gerçekten andırdığını gördük. Gerçi tanıyanlar, ibnülemin’in kimseye benzemediğini söylüyorlar:
Hezâr tahsin o devr-i kadim efendisine;
Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine.
(Bu beytin birinci mısraı Yahya Kemal’e, ikinci mısraı Süleyman Nazif’e aittir.)
Ben yine de Miyasoğlu ile ibnülemin Mahmut Kemal’in mizaç olarak da benzer tarafları bulunduğunu düşünüyorum. ibnülemin, dil ve anlatımı ile zevk ve estetiği ile, güçlü ilmi ile, bu alandaki cehdi ile, keskin ama ilkeli tavırları ile “bir devr-i kadim efendisi” idi. Miyasoğlu da benzer özellikleriyle kendi devrinin efendisidir şüphesiz.