2013 yılını İki önemli edebiyatçımızın kaybı ile hatırlayacağız. Sedat Ümran ve Mustafa Mlyasoğlu…
Edebiyat tarihimizde Mustafa Miyasoğlu hocamız için bir sayfa ayrıldığında evvela şu anektodların yazılması lazım gelir:
“İslâmî dünya görüşünün edebiyatta sözcülüğünü üstlenmiş bir misyon adamıydı. Büyük Doğu Mektebi’nden yetişmiş ve bu okulun önde gelen isimlerindendi. Üstad Necip Fazıl’ın hâtırasını her zaman ve mekânda yaşatıyordu. Kadirbilir ve vefalıydı. Kısakürek’in son yıllarda gündeme gelmesinde, şiirlerinin ve eserlerinin bu kadar yayılmasında ve okunmasında, Çile şairinin gençler arasında bu denli tanınıp sevilmesinde büyük emekleri, göz nuru ve alın teri vardır. Belki de en büyük pay sahibidir Mustafa Miyasoğlu. Edebiyata bir bütün olarak bakan Miyasoğlu İçin Necip Fazıl’ın farklı bir yeri ve değeri vardı. Onun fikirlerinin ve sanat anlayışının özellikle genç nesiller tarafından anlaşılması, yaygınlaşması ve benimsenmesi yoluna âdeta ömrünü adadı. Bu konuda bir biyografi kitabı ve onlarca makale kaleme almıştır.”
Hatıraya gelince:
Mustafa Miyasoğlu hocamızı Üniversite yıllarımızda Milli Gazetedeki köşesinde takip etmiş ve okumuştum. Onunla tanışmak, 1997 yılının bir kışına rast gelmişti. Halk hikâyeciliğimiz üzerine yapılan bir panelde Fatih Andı Hocamız ve Miyasoğlu hocamız konuşuyorlardı. Program sonunda Fatih Andı hocamızın yanı gidip onun referansıyla Miyasoğlu hocamızla tanışmış ve elini öpmüştüm.
O yıldan sonra hocayı göremedim. Zannedersem yurt dışında öğretmenlik yapıyordu. 2012 yılının bir baharında istanbul Üniversitesinde yapılan bir sempozyumda hocamızla karşılaştım. Selam ve muhabbetten sonra kendisine “Hocam, Hafız yaşıyor mu.” Sualime biraz tebbesüm biraz da gülerek “evet yaşıyor, şimdi Ankara’da ” dedi.
“Gazeteci Hafız” hikayesi Miyasoğlu hocamızın en çok okunan “Devrim Otomobili” kitabında bir hikayenin adı. Burada
Hafız adlı şahıs muhtemelen müstear bir isim. Öğretmenlerin ekonomik olarak kadir kıymeti bilinmediğinden yurt dışına öğretmen olarak gittiği yıllarda Türkiye’den Pakistan’a giden “ufak tefek çelimsiz savaş muhabiri” ile tanışmasını konu alır hikaye.
Biraz da hatıra biraz da deneme çeşnisi ile yazılan hikâyede Miyasoğlu Hocamız, öğretmenliğin yanında Pakistan’ın yanı başında yıllardır sürüp giden Afgan Cihadıyla ilgili bilgiler de öğrenmek ister. Bu nedenledir ki hikâyenin kahramanı Türkiye’den giden çelimsiz bir savaş muhabiriyle dost olur. Fakat dost olduğuna da bin pişman olur hocamız, ilk tanışmalarında savaş muhabiri olan Hafız, biraz Farsça, biraz Urduca ve ingilizce bildiğini İfade ederek hocaya yanaşmaya çalışır.
Hoca, kendisine bir ev bulup ailesini Pakistan’a getirme derdindedir. Hafız ise islamabad’a yerleşip bir büro ev tutma macerasından yola çıkar fakat her ne hikmetse soluğu Miyasoğlu hocamızın kaldığı misafirhanede alır. Bütün yemekleri Hocamız yapar. Hafız’a ise sadece yemek yemek düşer. Sabah akşam hep Miyasoğlu hocamız bu Hafızın derdini çeker. Tam da yemeği ben yaptım sofrayı da sen kur diyecekken bizim Hafız ne yapar dersiniz. Türkiye’den getirdiği Küçük Kur’an-ı Kerim’i açar ve okumaya başlar. Miyasoğlu hocamız da yüce kitabımıza hürmeten sesini çıkarmaz. Sofrayı hazırlar, ekmeği alır, yemeği kurar ve Hafız efendiyi bekler.
Bu ironi, bize islam dünyasında yaşadığımız çelişkileri hassasiyet sahibi insanlara karşı şeytanî müdahalelin nasıl da işlediğinin bir şehadetidir. Günümüzde Hafızlar, gerçekten değer görürler yüce kitabı hıfz ettiği için. Ama bu kabul görüş onların diğer insanî ilişkilerinde hakkaniyet duygusunu zayıflatmamalı.
Yine günümüzde aileden biri hafız, hacı, müftü ya da müderris oldu mu artık bütün sülale yedi ceddiy- le onun sırtından falanca torunuyum diye geçinmeye, kendine paye edinmeye başlar. Nitekim Miyasoğlu Hocamızın “Bir Ev Bir Araba” hikâyesinde bu konu sıkça işlenir. Evi kiralamaya giden Hocamız namaz kılmak için müderris torunu adamın faiz hesaplamasını bitirmesini bekler. Hacı sülalesinden annesi ile müderris torunu evin gelini zar zor bulduğu seccade ve sonrasında kıblenin nerede olduğunu bilememeleri ne kadar da acıklı bir durumdur. Sonra da bunlar, insanlarımız dinini hakkıyla yaşamaya çalıştıklarında nasıl da şiddete başvurular. Hoca, bu faiz hesaplamalarından midesi bulanır bir fırsatını bulup ellerinden kurtulur ve müderris torunu faizcinin evlerini almaz.
Gazeteci Hafız hikâyesine dönersek şu anektodları gözden kaçırmıyalım. Miyasoğlu Hocamız, hikâyesindeki bu kahramanına “Hafız” ismini vermesinin bir sebebi daha vardı: Hikayede aslında “Allah seni korusun” anlamına gelen “Hûda Hafız” deyimini bir yerden bizim Hafız öğrenmiş olacak ki islamabad çarşısında girdiği dükkanlara selam ile çıkar iken de “hafız” diyordu. Hocamız Miyasoğlu daha sonraları bizim Hafız’ın yüksek bir sesle biraz da Farsça biliyorum dediği sadece bu kelimeden ibaretti. Çünkü beş gündür Miyasoğlu hocamız ailesinin de geleceğini düşünerek nihayet bir ev bulmuş, emlakçı ve ev sahibiyle mukavele yapacağı gün bizim Hafız bir miting bahanesiyle ortada kaybolduğuna çok üzülür. Çünkü yazışmalar ingilizce yapılıyordu ve oradaki esnafın bizim ülkemizdeki esnaf gibi pek de bir ingilizcesi yoktu. İş, yarı diplomat yarı gazeteci Hafızın işiydi ama Hafız ingilizce de bilmediğini bilmesinler diye kayboluyordu.
Hikaye bu minvalde uzayıp gider, Hafız Kuran-ı Kerim okumaları yapar ama her türlü hilebazlığını yapmaktan, arkadaşını yarı yoldan bırakmaktan çekinmez. Hikayenin sonunda Miyasoğlu hocamızın şu önerileri var: Peki de yurt dışında muhabir çalıştırabilecek durumda olmayan bu gazetenin Hafız’ı besleyememesi trajedisini o yaşamıştı, iyi haberler çıkarabilirse para alabilen bu gazeteci hafız, haberler olmadığı zaman aç aç oradan buradan otlanacaktı. Günümüzde de bunları yaşıyoruz zannedersem. Miyasoğlu hocamız yıllar sonra bu Gazeteci Hafız’ın Afganistan, Keşmir ve hatta hiç anlamadığı edebiyat ve hukuk konularında kulaktan dolma bilgilerle kitaplar yayınladığını, derlemeler hazırladığını gördüğünde çok şaşırmıştı. Yine bunda kusur, dikkatsiz bir çocuğun telif istemeden kitaplarını bastırdığı yayın evleri de suçluydu.
Hikayeci Hüzeyme Yeşim Koça, bir yazısında Miyasoğlu Hocamızın bu hikayesinin de içinde bulunduğu “Devrim Otomobili” kitabından hareketle “Manevî nakışlarla süslü, okuyucuyla bir gönül köprüsü kurarak, işlevsellik kazanan hikâyeler” demişti.
Evet Kitapta ince espriler ve ustalıklı iğnelemeler, yer yer yumuşak tonlu bir mizahla, keskin fikirlere geçiş yapılıyor. Hatta merhum hocamızla Edebiyat Fakültesinin kütüphanesinde son görüşmemizde bu kitap hakkında konuştukça espriler havada uçuşuyor, hocanın yüzündeki gülücükleri hiç unutmuyorum. Sanki kendisiyle kırk yıllık dostmuşuz gibi sohbet ediyordu.
Evet, bu ülkede ve islam coğrafyasında geri kalmışlığımızın tarihini anlatmanın çeşitli yolları var. işte Mustafa Miyasoğlu Hocamızın bu hikayesi bir hatıra-deneme tadında okuyucuların gönlünü ve dimağlarını okşuyordu.
Merhum Erdem Beyazıt Hocamız galiba ” Onlar gittiler / Giderken bir muştu gibiydiler.” dizeleri kendisi gibi Büyük Doğu’nun ekolünden gelen arkadaşı için söylemişti. Biz de önden gidenlere selam olsun diyoruz.