Mustafa Miyasoğlu, Sedat Ümran, Ahmet Erhan ve Servet Somuncuoğlu’na…
Ölüm kime, ne zaman, nerede gelir; bilinmez. Ve sadece, Emaneti Alan’ın vardır bir bildiği. Bir de bakmışız, ‘gitmiş’ oluruz, dönülemeyene. Öteki gitmelere benzemeyen bir gidiştir bu. ‘Karanlıktan kaydık’ gibi olur bazen, bazen de aydınlığa geçiş.
“Asude bir bahar ülkesidir” ölüm, ya da peygamberi bile aldığı için güzel…
Gideriz, tamamlanmamış işler, keşfedilmemiş yerler, tadılmamış nimetler, görülmemiş mürüvvetler bırakarak. Ki, daima öyledir.
“Haziran’da ölme”nin zor olduğunu söyledi şair lakin, ağustos daha yakıcı geldi bu yıl; daha ölümcül…
Birbiri ardınca 4 kıymetliyi kucakladı toprak ağustosun hemen başında: ilkin, yazar, fotoğraf sanatçısı, belgeselci dostumuz Servet Somuncuoğlu (49) bir kalp krizi sonucu veda etti dünyaya. Ardından henüz 53’ünde olan şair Ahmet Erhan’ı uğurladık. Hemen birkaç gün sonra, son yarım asır edebiyatımızın en çalışkan, en dolu, en müstesna isimlerinden Mustafa Miyasoğlu (67) ağabeyimiz ve Türk şiirinin yaşayan efsanelerinden Sedat Ümran (87)’ı…
Acılar birbirine ulandı, durdu. Bazen nefes alamadık, bazen şükrettik aldığımız her nefes için. Gidenlere rahmet diledik, gönendik bıraktıklarını hatırlayarak.
“Anadolu’yu Vatan Kılanlar”, “Tarihimize Şan Verenler” ve “Gönül Dünyamızı Aydınlatanlar” isimli senaryolara imza atan, tarih ve gönül coğrafyamızın hizmet eri Somuncuoğlu, binlerce karelik fotoğraf arşiviyle ve ödüllü belgeselleriyle de kültür hafızamızdaki yerini koruyacaktır hiç kuşkusuz.
BABASININ YAŞINI İKİ GEÇTİ, AHMET ERHAN
Bir söyleşide “Babamın yaşı 51’i geçmeye çalışıyorum” diyen, “Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım/ Kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum/ Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum/ Bugün de ölmedim anne…” dizelerinin de şairi olan Ahmet Erhan’ı da, babasının yaşını iki geçe kaybettik.
Şiir seven, okuyan birçok insanın kişisel tarihinde Erhan’ın şu dizelerinin mıhlı olduğunu düşünüyorum:
Dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
En yakın dostlarımın birer birer
Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
Ölümünü gördüm ama kimse
İnandıramaz beni öldüğüne sevgilerin!
Yaşam ki, bir kum saatidir usulca akan
Dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkça
Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
Vereceğimiz tek şey budur dünyaya
BABASININ YAŞINI İKİ GEÇTİ, AHMET ERHAN
Ve, Mustafa Miyasoğlu (1946)… ‘Büyük Doğu’ mektebinin son ‘çılgınlarından, Tarık Buğra üslubunun son yazıcılarından…
Sürekli düşünen, düşündüklerini yazan ve söyleyen beynine giden bir damar ona ihanet ettiğinde henüz 67’sinde idi. Baş ağrısı diyerek geçiştirdiği ancak ağrılar artınca ciddi bir sağlık sorunu olduğunu anladığı rahatsızlığına müdahalede geç kalmasına yanmaya fırsat kalmadan hasta yatağı çekti onu. Sevgili dostum Mürselin Tan, TEDEV Müdür Cemal Aydın’la Bakırköy’de bir hastanede yatarken ziyaretine gittiğimizde, “Beni burada zorla tutuyorlar. Bıraksınlar, söyleyin. Beykoz Belediyesi’nde Ahmet Mithat Efendi Sempozyumu’na gitmem gerek” diyerek doktorlarını şikayet etmişti. Ama, olmadı.
Miyasoğlu, Kayseri’de doğdu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Liselerde öğretmenlik, üniversitede okutmanlık yaptı. 1988-92 yılları arasında Pakistan>ın islamabad şehrindeki Yabancı Diller Enstitüsü’nde yardımcı profesör unvanıyla görevlendirildi.
20’li yaşlarda başladığı yazı hayatında deneme, hikaye, şiir, biyografi, roman ve tiyatro türlerinde eserler verdi, izin yıllar boyunca gazetelerde kültür ve sanat yazıları kaleme aldı; siyasi kültür üzerinde geliştirdiği fikirlerini kürsülerde dile getirdi, ilk şiiri Filiz dergisinde çıktı (Kayseri, 1966). Şiir ve yazıları Hisar, Türk Edebiyatı, Edebiyat, Mavera, Millî Gençlik, Yeni Sanat, Sedir dergilerinde yayınladı. Suffe Yayınları’nı kurarak ülkemizin en önemli kültür almanaklarından olan Suffe Kültür Yıllığı>nı yayınlamaya başladı (1982). Şiir, hikâye ve romanlarında millî kimlik arayışına yöneldi, toplumda değer çatışmalarını işledi.
Türkiye Millî Kültür Vakfı özel armağanını kazanan ‘Hicret Destanı’ adlı şiiri Dr. Muhammed Harb tarafından Arapça’ya çevrildi. Ayrıca başka şiir ve hikâyelerinin ingilizce, Arapça ve Urduca çevirileri yurtdışında yayınlandı. Semih Güngör imzasını da kullanan Mustafa Miyasoğlu, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in doğru anlaşılması ve anlatılması konusunda adeta bir cihat seferberliği başlattı ve yüzlerce konferansa katıldı, kitaplar hazırladı. Birçok tartışmada da taraf oldu.
Edebiyat tarihi açısından Miyasoğlu’nu değerli kılan en önemli özelliklerinden biri de hiç şüphesiz, edebiyat bilimi konusunda ‘cimri’ olmamasıydı. Bildiklerini paylaşan, yol gösteren, elinden geldiğince yardım eden ve inandığı bir meseleyi anlatabilmek için saatlerce konuşmaktan usanmayan bir yanı vardı. Bu özelliği bazen eleştiri veya mizah konusu olsa da tebessüm edilerek hatırlanan en önemli alışkanlıklarından biri olarak hafızalarımızdakı yerini korumaktadır.
Ben, Mustafa Miyasoğlu’nu “Rüya Çağrısı” (1993), “Devran” (1978), “Hicret Destanı” (1981), “Bir Gülü Andıkça” (1997) kitaplarının şairi olarak bildim, tanıdım, sevdim.
Hele, “Ucunda korku var gülüşlerimin/ Arka arkaya bıraktım pabuçlarımı/ Bütün ağaçlar seni söyleri Yırtık resimlerin gülüyor bana/ Bütün perdelerin ardında sen” dizeleri benimle birlikte yaşayacak, yaşlanacak.
Şairliğini, çok fazla önde tutmadı. Özellikle son dönemlerinde tiyatro ve biyografi ‘ilmi’yle ilgilendi. Birbirinden yetkin eserlere imza attı.
Mustafa Miyasoğlu’nun, Üstad Necip Fazıl Kısakürek saygısı, önemle ve özellikle üzerinde durulması gereken bir konudur. Onun için “Büyük Doğu teknesinden yetişmiştir” tespitini yapmak yerinde olur, kanaatindeyim. Hatta, Üstad’ın ismiyle özdeş hale geldiğini söylemek de…
Üstad’ın yanlış anlatılması ve anlaşılması konusunda titizlikle düşünce geliştiren ve sonuçlarını sürekli paylaşan -zaman zaman yüksek perdeden tartışmalara da girerek- Miyasoğlu, bu anlamda önemli bir görevi de yerine getirmiş oldu. 1985 yılında kaleme aldığı ve fakat sonraki yıllarda çeşitli yoğunlukta yeniden basılan “Necip Fazıl Kısakürek” biyografi çalışması birtakım tartışmalara da son noktayı koydu. Bu biyografi kitaplarını “Asaf Halet Çelebi” (1986), “Ziya Osman Saba” (1987) ve “Haldun Taner” (1988) çalışmalarıyla tamamladı, ismi geçen kitaplar, biyografi eserleri arasında önemli ve özgün eserler olarak yerini almıştır. Keşke, çok sevdiği ve hakkında onlarca makale kaleme aldığı, konferanslar verdiği Ahmed Mithat Efendi hakkında da çok önemli bir biyografik eser bıraksaydı bizlere…
Mustafa Miyasoğlu’nun 1976’da yayımlanan “Geçmiş Zaman Aynası” isimli hikaye kitabının ayrı bir önemi vardır. (Pancur isimli ilk hikayesi mutlaka yeniden okunmalıdır). Edebiyatın çeşitli alanlarında eser veren yazar, bu eserlerini okuduktan sonra ve bugün de ‘keşke hikaye yazmayı sür- dürseydi’ dedirtir okurlarına…
“Kaybolmuş Günler” (1975), “Dönemeç” (1980), “Güzel Ölüm” (1982) ve “Bir Aşk Serüveni” (1995) romanları ise edebiyat tarihimiz içinde çok önemli bir yeri doldurur.
Benim kitaplığımda ‘Dönemeç’in ayrı bir yeri vardır: Gerçek Anadolu’yu ve insanını başarılı bir tasvir ve kişilik analiziyle sunan yazar, bu eserindeki başarısından dolayı, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 1980’de yılın romancısı seçilmiş, ödülden hemen sonra geniş kesimlerce eserleri yeniden keşfedilmiştir.
Yeri gelmişken, Miyasoğlu’nun “Çağdaş İslâmî Şiirler Antolojisi” (1988) ile “Edebiyat Geleneği” (1975), “Devlet ve Zihniyet” (1980), “Muhacir” (1981) ve “Roman Düşüncesi ve Türk Romanı” (1998) adlı deneme kitaplarını da anmak isterim.
Bu kısa yazıda Mustafa Miyasoğlu’nun edebiyat hayatımızdaki/ tarihimizdeki yerini eser tahlilleriyle ele alıp anlatmak mümkün olmayacak. Lakin, ben özellikle ve öncelikle birkaç şiirinden tadımlık mısralarla Mustafa Miyasoğlu ustamızı hatırlatmak, hatıralarımızdaki yerini canlı tutmak niyetindeyim:
Tren sesleri kaçırmaz insanı
Bir çığlık getirir bunalan geceye
Nice tünele girer içimden korkunç
Ben bunu düşünür yüz yıllarca
Unutulmuş bir tarihi yaşarım
Ve., bütün ağaçlar seni söyler.
(Bütün Ağaçlar Seni Söyler’den)
Gecenin en uç yerinde bir kadın
Örer saçını köpüklü mermere
Parmakları ucundan tutar karanlığın
Ve ömür uzanır bilinmez yere
O ölüm ötesi kaygılarınla
Bir sevgi kulesidir erişilmez için
Kuru bir dal korkunun uzanışı
Ve ürkek bir tavşan gibi gözlerin
Çıkardım kalbini ay ışığına
Yıkandı acının en derin izi
Belki taş altında kemik ve kül
Bilinmez korkunun karanlık yüzü
(Yosun’dan)
Kâhinler büyücüler girmemiş kanıma
Şeytan büsbütün çelememiş aklımı
Garip bir sezgiyle dolanmışım
Dilimde esrar hazinelerinin anahtarları
Kızıl tüylü deveyle Ukaz Panayırı’nda
Son Peygamber’i mırıldanmışım
Kur’an ininceye kadar Mekke duvarları
Benim şiirlerimle süslenmiş
Yüzlerce yıl serâzâd gezmişim bulvarları
Dünya benimle daha bir sevilmiş
Sesimle genişlemiş şahdamarları
Böylesi kimde görülmüş
Şiirdir beni sana yaklaştıran
Ben ki gün doğarken kuş seslerine
Gün batarken sürülere bağlanmışım
Hercai menekşelerle güllere
Ne oyunlar oynamışım
Şükür yanmamışım
(Şairin Duası’ndan)
BABASININ YAŞINI İKİ GEÇTİ, AHMET ERHAN
Ağustos’un ilk haftası ‘öte’ye uğurladığımız Sedat Umran’ı, ‘Leke’den
tanımıştım. Heyecan verici bir karşılaşmaydı bu. Leke, beni içine alan başka bir şiirin kapısına götürüp bırakmıştı. Nesnelerin, eşyaların, basit figürlerin şiirini yazan, Goethe’yi ezbere bilen, Türk şiirini bütün isimleri ve hareketleriyle tanıyan müthiş insana…
Sedat Umran’a…
Şiir için nelerden vazgeçtiğini ben biliyorum. Neleri kaybettiğini, neleri kazandığını da… Çok eleştirilmesine rağmen kendi ‘doğru şiiri’ni yazma ısrarını anlayabiliyorum.
Leke dedik, devam edelim:
Takılıp kalmış bir noktada Gölgesini içine düşürerek; Leke sabrın gücüyle büyür Tek başına
Uzanır güneşe dek, Arınır kirinden;
Yürüyen ak lekeleri olur göğün, Mavi gök-uykusunun düş lekeleri.
Leke aşmaz sınırını, Kendini bilir,
Durur bütün oturmuşluğuyla; Dağıtmaz, yaymaz gücünü Siz dokunmayınca.
Leke lekelenmekten korkmaz, Kurtulmuş geleceğin ürküntüsünden.
Alabildiğine özgür; Sevincimin kumaşında parlayan Sonra tanıştık. 1925 (bazı kaynaklara göre 1926) doğumlu olan şairin küçük yaşta öksüz kaldığını, iktisat fakültesinde başladığı eğitimini
Alman dili ve edebiyatı bölümünde tamamladığını, kütüphane memurluğu, çevirmenlik görevlerinde bulunduğunu, 1974’te emekliye ayrıldıktan sonra kendini tamamen şiire ve Almanca çevirilere adadığını öğrendim.
Yeni Devir, Tercüman ve Türkiye gazetelerinde, 1943’te Yedigün’de başlayan şiir serüvenini Hisar, Beş Sanat, Varlık, Soyut, Büyük Doğu, Diriliş, Türk Edebiyatı, Sözcükler, Gösteri, Gergedan, Mavera, Aylık Dergi, Milli Kültür vb. gibi farklı sanat ve dünya görüşüne sahip dergilerde sürdürdüğünü öğrendikten sonra tanışmayı derinleştirme ihtiyacı hissettim. ‘Leke’nin, hayatını değiştirdiğini söylüyordu. 1949’da yayımlanan ilk kitabı “Meşaleler” olsa da 1970’te çıkan ‘Leke’, kendi tabiriyle onu ‘uçurmuştu’. Eşyanın şairi olarak anılmaktan şikayetçi değildi. Çünkü herhangi bir eşyanın (makas, yastık, soba, çengel, paspas, cetvel, sabun, astar, ampul, pul, ayna, çiçek dürbünü, asansör, tebeşir, İğne, matara, baston, kapı, kilit., her ne ise) şiirini yazmanın müşkül bir şey olduğunun farkındaydı.
1994’te Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “İnsan Gelişiminin Devridaimi” çevirisiyle ödül alan Sedat Ümran ‘ın adını zikrettiğim kitapları dışında “Gittin Taş Atarak Denizlerime” (1990), “Kara Işıldak” (1993), “Parmak Uçlarımdaki Yangın” (1995), “Sedat Umran’dan Seçmeler” (1995),
Aynada Gün Doğumu” (1995), “Akşam Şiirleri” (1998), “Altın Eşik” (1999), “Kırık Ayna” (aşk şiirlerinden seçmeler, 2000), “Sonsuzluk Atı” (toplu şiirleri, 2000) isimli şiir kitapları da geniş bir okur kitlesine ulaştı.
“Epigramlar” (Angelüs Silesius, 1972), “Hinduizm” (1978), “Büyük Kurtuluş- Suzuki /Zen Budizme Giriş” (1980), “Zen Yolu/ Yayla Ok Atma Sanatında Zen” (Eugen Herriel, 1980), “Nihilananda” (1980), “Yeni Sınıf” (Milovan Djilas, 1982), “Roman Kuramı” (Lukacs, 1985), “Hint Felsefesi” (Heintich Zimmer, 1988), “Edebiyat ve İhtilâl” (Jürgen Rühle, 1989), “Felsefenin Arka Merdiveni” (Wilhelm Weischeder, 1994), “Felsefenin Küçük Okulu” (Karl Jaspers, 1995), “İnsan Gelişiminin Devridaimi” (Sri Aurobindo, 1996), “20. Yüzyıl Alman Şairleri Antolojisi” (1995), “Büyük Alman Şâirleri” (1996), “Diyaloglar” (Giardona Bruno, 1997), “Aforizmalar” (Nietsche’den, 1999) isimli çevirileri, Türkiye’de çeviri pratiği ve kuramı açısından da yol gösterici nitelikte.
Sedat Umran, ideolojiler üstü olmayı başardı. Sadece eseriyle önde durdu. Bu özelliği ile farklı görüşlerden dergilerde yer bulmayı başardı. Bu onun kafasının karışıklığından kaynaklanmıyordu hiç kuşkusuz. Durduğu yeri çok iyi bilen ve hayata bakışını kesinleştirmiş/keskinleştirmiş insanın rahatlığıyla üretiyordu. Ömrünün son yıllarında girdiği bunalım, üst üste yaşadığı trajik olaylar, aslında kişiliğinin de bir aynası idi. “Kendine ve dünyaya yük olmamak” olarak tarif ediyordu bu durumu. Kalabalıklar içinde bir yalnızdı. Sosyal olarak da… Bir huzurevinde geçti son yılları. Ailesi vardı ama yoktu. Tek bir kardeşi ilgileniyordu onunla ama yetersizdi. Cenazesinde ortaya çıkan akrabalarından hiç söz etmedi. Kimdi, kimleri vardı, biz bilmezdik.
Bir hüzün deryası idi. “Şiirde Metafizik Gerçekler” kitabını okuduğumda, ürpertici bir hüzün sarmalının içinde olduğunu anlamış ve sormuştum nedenini. Cevabını Ahmet Haşim’le vermişti. Onun etkisinde başladığı şiir yolculuğunu, eşyanın metafiziğini kavramaya başladığında kendi mecrasına çekmişti. Hayatın trajik yanlarına dokunmayı seviyordu. Eşyanın şairi olarak tanınmasına rağmen, aşk, tabiat, insanın iç sesi, ruhun gizemi, gündelik hayatla ilgili (zaman zaman eleştirilen ithaf şiirlerini de hatırlatmak isteriz) şah şiirler de kaleme almıştır. Ses ve kelime onun iki önemli payandasıdır. Hayatını adadığı şiiri, ses ve kelimelerin büyüsüyle geliştirmiştir.
Sedat Umran’ın en büyük özelliği ise deha seviyesinde bir hafızaya sahip olmasıdır. Hiçbir suretin, hiçbir ismin, hiçbir olayın yok olmadığı beyninin kıvrımlarında Nietzche’den, Goethe’den, yakın dostu Behçet Necatigil’den, Ziya Osman Saba’dan binlerce dizeyi de muhafaza ediyordu.
ilhan Berk’in “Ham bir dili kullanıyor Sedat Ümran. Ben buna şiir dışı bir dil bile diyebilirim. Bu dil, şiirinin yapısına da uzanıyor, bir tür anti şiir ortaya koyuyor. Başkalarını bilmem bu beni müthiş ilgilendiriyor. Sedat Umran’da beni en çok ilgilendiren nokta dünyaya, hayata ve eşyaya değişik bakışıdır” sözleri, büyük şairin şiiriyle ilgili kısa bir özettir aslında.
“Çözümlenen bir şey şiir değildir. Biz onun anlamına nüfuz eder gibi oluruz ama tam kavrayamayız. Şiir, duygu ekranında yakalanır. Bu yüzden sırf mantıkla ne şiir yazılır ne de anlaşılır der, Montaigne’nin “Büyük şiirler, aklın sınırını aşan, bizi alt üst eden şiirlerdir” sözünü önemsediğini biliyorum.
Ancak kendi şiir kodlarıyla ilgili şu sözlerini dikkatinize sunmak isterim:
“Bende eşya şiiri yanında, yüksek bir ferdiyetçi şairin zengin iç dünyası da var… Bende, eşya şiiri yanında hayvan şiirleri de önemlidir. 44 şiir var böyle… Hindi, bit ve kibritten hamamböceklerine, karga, fil, anlar, kuğular var. Bunlar da nesnel şiirler… Örneğin 5 kedi şiirim var. Bunlarda beni değil, ancak kediyi bulursunuz. Burada, yapılan ustalıkta sadece ben varım. İçerikte yokum… Ama burada da benim dünyam var. Bu, tamamıyla 19.yüzyıl şiirinden ayrılan bir şiir. Modem şiir. Eskiden buzdolabı var mıydı? Hayvan şiiri var mıydı? Şair, her kelimeyi kullanabilmeli şiirde. Gücü orada anlaşılır zaten. Yeni bir dil yaratır. “Bakışımız kısa devre/Kıvılcımlar saçılır” gibi… Lağım şiiri yazdım. Şiire girer mi? Girer… Bayağılık da insan hayatının b’ır parçası. Güzel, doğru ve iyi aynı kökten kavramlar olarak düşünülmüştür 19.yüzyıl estetiğinde… 20.yüzyılda ise bu düşünce aşılmış, şiir ve estetiğe çirkin de girmiştir. Hatta Rosenkranz, sırf bu konu için Çirkinin Estetiği adlı kitabı yazmıştır.”
Şiirde zekanın önemli olduğuna vurgu yapıyordu her seferinde. Kuru zekanın şiiri bulamayacağına inanıyordu.
Küçük gibi görünen ama büyük şiirlerin şairiydi Sedat llmran: “Şair, kalıcı olduğuna inanmazsa, enerjisini bir noktada yoğunlaştıramaz. En büyük şiiri ben yazıyorum demezse, tabir caizse yalnızlığının en gizli köşelerine giremez, ruh labirentlerini aydınla- tamaz. Her şiir bir keşiftir, insanın keşfidir…”
Sedat Umran, son yarım asrın en önemli şairlerinden biri idi; edebiyat tarihimize de adını altın harflerle yazdıracak eserlere imza atmıştı. Umran’ın da şiirlerinden tadımlık birkaç dize ile kendinden birkaç gün önce giden Ahmet Erhan, Servet Somuncuoğlu ve Mustafa Miyasoğlu’na da rahmet dileyerek sözü hitama erdirmek istiyorum:
Makas düşünüyordu ne çetindi görevi
kesmek, ufaltmak, kırpmak her şeyi,
unutmuştu acımaktan gülümsemeyi
taş kesilmiş yüreğin çelikleşen çığlığı.
Ben de isterdim kendimde denemeyi
bölebilmek içimdeki uzunluğu, sonsuzu,
varlıkların en serti, en korkusuzu
doğramak ne varsa kötü ve iyi.
Makas olaydım
bölerdim uzayan can sıkıntısını,
umutlarımı, ürkekliğimi, yalnızlığımı da,
ölümümü kendime göre keser, biçerdim.
(Makas)
Gittin, dağ gibi büyüdü yalnızlık
Issızlığın iki ucunda şimdi sen varsın
Tam ortasında: yokluğun yokluğun yokluğun
O konuşsa konuşur, sussa susarsın
Gittin, taş atarak denizlerime
Halka halka genişleyen anıların kaldı
Girdin çıkmamak üzere dehlizlerime
Birden yaşamanın hızı azaldı
Gittin, boşandı içimde sevincin yayı
Kim öğretecek bana ah, sensiz yaşamayı
(Gittin)
Kimse onaramaz aşkın yıpranmış kumaşını
tıpatıp biçmiş içimize o usta makastar
eğirip ipek ipliğini göğün mavi ipeğinden
geçirmiş acılarımızın paslanmaz iğnesine
hiç benzemez o umutlarımızın çürük ipliğiyle
teyelliyerek diktiğimiz günlük giysimize
aşk ruhlarımıza giydirilen bayramlık giysi
ışıldar üstünde sevincin elmas düğmeleri
oyulmuş iki yürekten dökülmüş bir toka
tam bir oturmuşlukla geçer uçları birbirine
Aşktır hor kullanılmadan taşınacak giysi
Çünkü bir kez delindi miydi yamanması güç
onu kurnazlığımızla yeniden astarlasak
ters- yüz etsek kusurları hemen sırıtacak
ölümsüzlük ırmağında yıkanmış bu kumaş
gecenin altın mekikli gök- tezgahında dokuduğu
umar yok kirlendi miydi çıkarıp atmaktan başka
aşkı özenle saklamalı ve ender giymeli