Gittiniz Taş Atarak Denizlerimize

Mustafa Miyasoğlu, Sedat Ümran, Ahmet Erhan ve Servet Somuncuoğlu’na…

Ölüm kime, ne zaman, nerede gelir; bilinmez. Ve sadece, Emaneti Alan’ın vardır bir bildiği. Bir de bakmışız, ‘gitmiş’ oluruz, dönülemeyene. Öteki gitmelere benzemeyen bir gi­diştir bu. ‘Karanlıktan kaydık’ gibi olur bazen, bazen de aydınlığa geçiş.

“Asude bir bahar ülkesidir” ölüm, ya da peygamberi bile aldığı için güzel…

Gideriz, tamamlanmamış işler, keşfedilmemiş yerler, tadıl­mamış nimetler, görülmemiş mürüvvetler bırakarak. Ki, da­ima öyledir.

“Haziran’da ölme”nin zor olduğunu söyledi şair lakin, ağus­tos daha yakıcı geldi bu yıl; daha ölümcül…

Birbiri ardınca 4 kıymetliyi kucakladı toprak ağustosun he­men başında: ilkin, yazar, fotoğraf sanatçısı, belgeselci dostumuz Servet Somuncuoğlu (49) bir kalp krizi sonu­cu veda etti dünyaya. Ardından henüz 53’ünde olan şair Ahmet Erhan’ı uğurladık. Hemen birkaç gün sonra, son yarım asır edebiyatımızın en çalışkan, en dolu, en müstesna isimlerinden Mustafa Miyasoğlu (67) ağabeyimiz ve Türk şiirinin yaşayan efsanelerinden Sedat Ümran (87)’ı…

Acılar birbirine ulandı, durdu. Bazen nefes alamadık, bazen şükrettik aldığımız her nefes için. Gidenlere rahmet diledik, gönendik bıraktıklarını hatırlayarak.

“Anadolu’yu Vatan Kılanlar”, “Tarihimize Şan Verenler” ve “Gönül Dünyamızı Aydınlatanlar” isimli senaryola­ra imza atan, tarih ve gönül coğrafyamızın hizmet eri Somuncuoğlu, binlerce karelik fotoğraf arşiviyle ve ödüllü belgeselleriyle de kültür hafızamızdaki yerini koruyacaktır hiç kuşkusuz.

BABASININ YAŞINI İKİ GEÇTİ, AHMET ERHAN

Bir söyleşide “Babamın yaşı 51’i geç­meye çalışıyorum” diyen, “Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım/ Kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum/ Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum/ Bugün de öl­medim anne…” dizelerinin de şairi olan Ahmet Erhan’ı da, babasının ya­şını iki geçe kaybettik.

Şiir seven, okuyan birçok insanın ki­şisel tarihinde Erhan’ın şu dizelerinin mıhlı olduğunu düşünüyorum:

Dünyanın ölümünü gördüm, su­yun toprağın

En yakın dostlarımın birer birer

Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların

Ölümünü gördüm ama kimse

İnandıramaz beni öldüğüne sev­gilerin!

Yaşam ki, bir kum saatidir usulca akan

Dolan sevgilerimizdir biz boşal­dıkça

Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır

Vereceğimiz tek şey budur dün­yaya

BABASININ YAŞINI İKİ GEÇTİ, AHMET ERHAN

Ve, Mustafa Miyasoğlu (1946)… ‘Büyük Doğu’ mektebinin son ‘çıl­gınlarından, Tarık Buğra üslubunun son yazıcılarından…

Sürekli düşünen, düşündüklerini ya­zan ve söyleyen beynine giden bir damar ona ihanet ettiğinde henüz 67’sinde idi. Baş ağrısı diyerek geçiştir­diği ancak ağrılar artınca ciddi bir sağ­lık sorunu olduğunu anladığı rahat­sızlığına müdahalede geç kalmasına yanmaya fırsat kalmadan hasta yatağı çekti onu. Sevgili dostum Mürselin Tan, TEDEV Müdür Cemal Aydın’la Bakırköy’de bir hastanede yatarken ziyaretine gittiğimizde, “Beni burada zorla tutuyorlar. Bıraksınlar, söyle­yin. Beykoz Belediyesi’nde Ahmet Mithat Efendi Sempozyumu’na gitmem gerek” diyerek doktorlarını şikayet etmişti. Ama, olmadı.

Miyasoğlu, Kayseri’de doğdu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitir­di. Liselerde öğretmenlik, üniversite­de okutmanlık yaptı. 1988-92 yılları arasında Pakistan>ın islamabad şeh­rindeki Yabancı Diller Enstitüsü’nde yardımcı profesör unvanıyla görevlen­dirildi.

20’li yaşlarda başladığı yazı hayatında deneme, hikaye, şiir, biyografi, roman ve tiyatro türlerinde eserler verdi, izin yıllar boyunca gazetelerde kültür ve sanat yazıları kaleme aldı; siyasi kül­tür üzerinde geliştirdiği fikirlerini kür­sülerde dile getirdi, ilk şiiri Filiz dergi­sinde çıktı (Kayseri, 1966). Şiir ve ya­zıları Hisar, Türk Edebiyatı, Edebiyat, Mavera, Millî Gençlik, Yeni Sanat, Sedir dergilerinde yayınladı. Suffe Yayınları’nı kurarak ülkemizin en önemli kültür almanaklarından olan Suffe Kültür Yıllığı>nı yayınlamaya başladı (1982). Şiir, hikâye ve roman­larında millî kimlik arayışına yöneldi, toplumda değer çatışmalarını işledi.

Türkiye Millî Kültür Vakfı özel arma­ğanını kazanan ‘Hicret Destanı’ adlı şiiri Dr. Muhammed Harb tarafından Arapça’ya çevrildi. Ayrıca başka şiir ve hikâyelerinin ingilizce, Arapça ve Urduca çevirileri yurtdışında yayınlan­dı. Semih Güngör imzasını da kulla­nan Mustafa Miyasoğlu, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in doğru anlaşılması ve anlatılması konusunda adeta bir cihat seferberliği başlattı ve yüzlerce konferansa katıldı, kitaplar hazırladı. Birçok tartışmada da taraf oldu.

Edebiyat tarihi açısından Miyasoğlu’nu değerli kılan en önemli özelliklerinden biri de hiç şüphesiz, edebiyat bilimi konusunda ‘cimri’ olmamasıydı. Bildiklerini paylaşan, yol gösteren, elinden geldiğince yardım eden ve inandığı bir meseleyi anlatabilmek için saatlerce konuş­maktan usanmayan bir yanı vardı. Bu özelliği bazen eleştiri veya mizah konusu olsa da tebessüm edilerek hatırlanan en önemli alışkanlıklarından biri olarak hafızalarımızdakı yerini korumaktadır.

Ben, Mustafa Miyasoğlu’nu “Rüya Çağrısı” (1993), “Devran” (1978), “Hicret Destanı” (1981), “Bir Gülü Andıkça” (1997) kitaplarının şairi olarak bildim, tanıdım, sevdim.

Hele, “Ucunda korku var gülüşlerimin/ Arka arkaya bı­raktım pabuçlarımı/ Bütün ağaçlar seni söyleri Yırtık resimlerin gülüyor bana/ Bütün perdelerin ardında sen” dizeleri benimle birlikte yaşayacak, yaşlanacak.

Şairliğini, çok fazla önde tutmadı. Özellikle son dönemlerin­de tiyatro ve biyografi ‘ilmi’yle ilgilendi. Birbirinden yetkin eserlere imza attı.

Mustafa Miyasoğlu’nun, Üstad Necip Fazıl Kısakürek saygısı, önemle ve özellikle üzerinde durulması gereken bir konudur. Onun için “Büyük Doğu teknesinden yetişmiştir” tespi­tini yapmak yerinde olur, kanaatindeyim. Hatta, Üstad’ın is­miyle özdeş hale geldiğini söylemek de…

Üstad’ın yanlış anlatılması ve anlaşılması konusunda titizlikle düşünce geliştiren ve sonuçlarını sürekli paylaşan -zaman zaman yüksek perdeden tartışmalara da girerek- Miyasoğlu, bu anlamda önemli bir görevi de yerine getirmiş oldu. 1985 yılında kaleme aldığı ve fakat sonraki yıllarda çeşitli yoğun­lukta yeniden basılan “Necip Fazıl Kısakürek” biyografi çalışması birtakım tartışmalara da son noktayı koydu. Bu biyografi kitaplarını “Asaf Halet Çelebi” (1986), “Ziya Osman Saba” (1987) ve “Haldun Taner” (1988) çalışma­larıyla tamamladı, ismi geçen kitaplar, biyografi eserleri ara­sında önemli ve özgün eserler olarak yerini almıştır. Keşke, çok sevdiği ve hakkında onlarca makale kaleme aldığı, kon­feranslar verdiği Ahmed Mithat Efendi hakkında da çok önemli bir biyografik eser bıraksaydı bizlere…

Mustafa Miyasoğlu’nun 1976’da yayımlanan “Geçmiş Zaman Aynası” isimli hikaye kitabının ayrı bir önemi var­dır. (Pancur isimli ilk hikayesi mutlaka yeniden okunmalıdır). Edebiyatın çeşitli alanlarında eser veren yazar, bu eserlerini okuduktan sonra ve bugün de ‘keşke hikaye yazmayı sür- dürseydi’ dedirtir okurlarına…

“Kaybolmuş Günler” (1975), “Dönemeç” (1980), “Güzel Ölüm” (1982) ve “Bir Aşk Serüveni” (1995) romanları ise edebiyat tarihimiz içinde çok önemli bir yeri doldurur.

Benim kitaplığımda ‘Dönemeç’in ayrı bir yeri vardır: Gerçek Anadolu’yu ve insanını başarılı bir tasvir ve kişilik analiziy­le sunan yazar, bu eserindeki başarısından dolayı, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 1980’de yılın romancısı seçilmiş, ödülden hemen sonra geniş kesimlerce eserleri yeniden keş­fedilmiştir.

Yeri gelmişken, Miyasoğlu’nun “Çağdaş İslâmî Şiirler Antolojisi” (1988) ile “Edebiyat Geleneği” (1975), “Devlet ve Zihniyet” (1980), “Muhacir” (1981) ve “Roman Düşüncesi ve Türk Romanı” (1998) adlı deneme kitaplarını da anmak isterim.

Bu kısa yazıda Mustafa Miyasoğlu’nun edebiyat hayatımız­daki/ tarihimizdeki yerini eser tahlilleriyle ele alıp anlatmak mümkün olmayacak. Lakin, ben özellikle ve öncelikle birkaç şiirinden tadımlık mısralarla Mustafa Miyasoğlu ustamızı ha­tırlatmak, hatıralarımızdaki yerini canlı tutmak niyetindeyim:

Tren sesleri kaçırmaz insanı

Bir çığlık getirir bunalan geceye

Nice tünele girer içimden korkunç

Ben bunu düşünür yüz yıllarca

Unutulmuş bir tarihi yaşarım

Ve., bütün ağaçlar seni söyler.

(Bütün Ağaçlar Seni Söyler’den)

Gecenin en uç yerinde bir kadın

Örer saçını köpüklü mermere

Parmakları ucundan tutar karan­lığın

Ve ömür uzanır bilinmez yere

O ölüm ötesi kaygılarınla

Bir sevgi kulesidir erişilmez için

Kuru bir dal korkunun uzanışı

Ve ürkek bir tavşan gibi gözlerin

Çıkardım kalbini ay ışığına

Yıkandı acının en derin izi

Belki taş altında kemik ve kül

Bilinmez korkunun karanlık yüzü

(Yosun’dan)

Kâhinler büyücüler girmemiş ka­nıma

Şeytan büsbütün çelememiş aklımı

Garip bir sezgiyle dolanmışım

Dilimde esrar hazinelerinin anah­tarları

Kızıl tüylü deveyle Ukaz Panayırı’nda

Son Peygamber’i mırıldanmışım

Kur’an ininceye kadar Mekke duvarları

Benim şiirlerimle süslenmiş

Yüzlerce yıl serâzâd gezmişim bulvarları

Dünya benimle daha bir sevilmiş

Sesimle genişlemiş şahdamarları

Böylesi kimde görülmüş

Şiirdir beni sana yaklaştıran

Ben ki gün doğarken kuş sesle­rine

Gün batarken sürülere bağlan­mışım

Hercai menekşelerle güllere

Ne oyunlar oynamışım

Şükür yanmamışım

(Şairin Duası’ndan)

BABASININ YAŞINI İKİ GEÇTİ, AHMET ERHAN

Ağustos’un ilk haftası ‘öte’ye uğur­ladığımız Sedat Umran’ı, ‘Leke’den

tanımıştım. Heyecan verici bir karşılaş­maydı bu. Leke, beni içine alan başka bir şiirin kapısına götürüp bırakmıştı. Nesnelerin, eşyaların, basit figürlerin şiirini yazan, Goethe’yi ezbere bilen, Türk şiirini bütün isimleri ve hareket­leriyle tanıyan müthiş insana…

Sedat Umran’a…

Şiir için nelerden vazgeçtiğini ben biliyorum. Neleri kaybettiğini, neleri kazandığını da… Çok eleştirilmesine rağmen kendi ‘doğru şiiri’ni yazma ısrarını anlayabiliyorum.

Leke dedik, devam edelim:

Takılıp kalmış bir noktada Gölgesini içine düşürerek; Leke sabrın gücüyle büyür Tek başına

Uzanır güneşe dek, Arınır kirinden;

Yürüyen ak lekeleri olur göğün, Mavi gök-uykusunun düş lekeleri.

Leke aşmaz sınırını, Kendini bilir,

Durur bütün oturmuşluğuyla; Dağıtmaz, yaymaz gücünü Siz dokunmayınca.

Leke lekelenmekten korkmaz, Kurtulmuş geleceğin ürküntüsün­den.

Alabildiğine özgür; Sevincimin kumaşında parlayan Sonra tanıştık. 1925 (bazı kaynaklara göre 1926) doğumlu olan şairin küçük yaşta öksüz kaldığını, iktisat fakültesinde başladığı eğitimini

Alman dili ve edebiyatı bölümünde ta­mamladığını, kütüphane memurluğu, çevirmenlik görev­lerinde bulunduğunu, 1974’te emekliye ayrıldıktan sonra kendini tamamen şiire ve Almanca çevirilere adadığını öğ­rendim.

Yeni Devir, Tercüman ve Türkiye gazetelerinde, 1943’te Yedigün’de başlayan şiir serüvenini Hisar, Beş Sanat, Varlık, Soyut, Büyük Doğu, Diriliş, Türk Edebiyatı, Sözcükler, Gösteri, Gergedan, Mavera, Aylık Dergi, Milli Kültür vb. gibi farklı sanat ve dünya görüşüne sahip dergilerde sürdürdüğünü öğrendikten sonra tanışmayı derinleştirme ihtiyacı hissettim. ‘Leke’nin, hayatını değiştirdiğini söylüyordu. 1949’da yayım­lanan ilk kitabı “Meşaleler” olsa da 1970’te çıkan ‘Leke’, kendi tabiriyle onu ‘uçurmuştu’. Eşyanın şairi olarak anıl­maktan şikayetçi değildi. Çünkü herhangi bir eşyanın (ma­kas, yastık, soba, çengel, paspas, cetvel, sabun, astar, am­pul, pul, ayna, çiçek dürbünü, asansör, tebeşir, İğne, matara, baston, kapı, kilit., her ne ise) şiirini yazmanın müşkül bir şey olduğunun farkındaydı.

1994’te Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “İnsan Gelişiminin Devridaimi” çevirisiyle ödül alan Sedat Ümran ‘ın adını zik­rettiğim kitapları dışında “Gittin Taş Atarak Denizlerime” (1990), “Kara Işıldak” (1993), “Parmak Uçlarımdaki Yangın” (1995), “Sedat Umran’dan Seçmeler” (1995),

Aynada Gün Doğumu” (1995), “Akşam Şiirleri” (1998), “Altın Eşik” (1999), “Kırık Ayna” (aşk şiirlerinden seçme­ler, 2000), “Sonsuzluk Atı” (toplu şiirleri, 2000) isimli şiir kitapları da geniş bir okur kitlesine ulaştı.

“Epigramlar” (Angelüs Silesius, 1972), “Hinduizm” (1978), “Büyük Kurtuluş- Suzuki /Zen Budizme Giriş” (1980), “Zen Yolu/ Yayla Ok Atma Sanatında Zen” (Eugen Herriel, 1980), “Nihilananda” (1980), “Yeni Sınıf” (Milovan Djilas, 1982), “Roman Kuramı” (Lukacs, 1985), “Hint Felsefesi” (Heintich Zimmer, 1988), “Edebiyat ve İhtilâl” (Jürgen Rühle, 1989), “Felsefenin Arka Merdiveni” (Wilhelm Weischeder, 1994), “Felsefenin Küçük Okulu” (Karl Jaspers, 1995), “İnsan Gelişiminin Devridaimi” (Sri Aurobindo, 1996), “20. Yüzyıl Alman Şairleri Antolojisi” (1995), “Büyük Alman Şâirleri” (1996), “Diyaloglar” (Giardona Bruno, 1997), “Aforizmalar” (Nietsche’den, 1999) isimli çevirileri, Türkiye’de çeviri pratiği ve kuramı açı­sından da yol gösterici nitelikte.

Sedat Umran, ideolojiler üstü olmayı başardı. Sadece eseriy­le önde durdu. Bu özelliği ile farklı görüşlerden dergilerde yer bulmayı başardı. Bu onun kafasının karışıklığından kay­naklanmıyordu hiç kuşkusuz. Durduğu yeri çok iyi bilen ve hayata bakışını kesinleştirmiş/keskinleştirmiş insanın rahat­lığıyla üretiyordu. Ömrünün son yıllarında girdiği bunalım, üst üste yaşadığı trajik olaylar, aslında kişiliğinin de bir ay­nası idi. “Kendine ve dünyaya yük olmamak” olarak tarif ediyordu bu durumu. Kalabalıklar içinde bir yalnızdı. Sosyal olarak da… Bir huzurevinde geçti son yılları. Ailesi vardı ama yoktu. Tek bir kardeşi ilgileniyordu onunla ama yetersizdi. Cenazesinde ortaya çıkan akrabalarından hiç söz etmedi. Kimdi, kimleri vardı, biz bilmezdik.

Bir hüzün deryası idi. “Şiirde Metafizik Gerçekler” kita­bını okuduğumda, ürpertici bir hüzün sarmalının içinde ol­duğunu anlamış ve sormuştum nedenini. Cevabını Ahmet Haşim’le vermişti. Onun etkisinde başladığı şiir yolculuğunu, eşyanın metafiziğini kavramaya başladığında kendi mecrası­na çekmişti. Hayatın trajik yanlarına dokunmayı seviyordu. Eşyanın şairi olarak tanınmasına rağmen, aşk, tabiat, insanın iç sesi, ruhun gizemi, gündelik hayatla ilgili (zaman zaman eleştirilen ithaf şiirlerini de hatırlatmak isteriz) şah şiirler de kaleme almıştır. Ses ve kelime onun iki önemli payandasıdır. Hayatını adadığı şiiri, ses ve kelimelerin büyüsüyle geliştir­miştir.

Sedat Umran’ın en büyük özelliği ise deha seviyesinde bir hafızaya sahip olmasıdır. Hiçbir suretin, hiçbir ismin, hiçbir olayın yok olmadığı beyninin kıvrım­larında Nietzche’den, Goethe’den, yakın dostu Behçet Necatigil’den, Ziya Osman Saba’dan binlerce dize­yi de muhafaza ediyordu.

ilhan Berk’in “Ham bir dili kulla­nıyor Sedat Ümran. Ben buna şiir dışı bir dil bile diyebilirim. Bu dil, şiirinin yapısına da uzanıyor, bir tür anti şiir ortaya koyuyor. Başkalarını bilmem bu beni müt­hiş ilgilendiriyor. Sedat Umran’da beni en çok ilgilendiren nokta dünyaya, hayata ve eşyaya değişik bakışıdır” sözleri, büyük şairin şiiriyle ilgili kısa bir özettir aslında.

“Çözümlenen bir şey şiir değildir. Biz onun anlamına nüfuz eder gibi oluruz ama tam kavrayamayız. Şiir, duygu ekranında yakalanır. Bu yüzden sırf mantıkla ne şiir yazılır ne de anlaşılır der, Montaigne’nin “Büyük şiirler, aklın sınırını aşan, bizi alt üst eden şiirlerdir” sözünü önemsediğini bili­yorum.

Ancak kendi şiir kodlarıyla ilgili şu sözlerini dikkatinize sunmak isterim:

“Bende eşya şiiri yanında, yük­sek bir ferdiyetçi şairin zengin iç dünyası da var… Bende, eşya şiiri yanında hayvan şiirleri de önemli­dir. 44 şiir var böyle… Hindi, bit ve kibritten hamamböceklerine, kar­ga, fil, anlar, kuğular var. Bunlar da nesnel şiirler… Örneğin 5 kedi şiirim var. Bunlarda beni değil, an­cak kediyi bulursunuz. Burada, ya­pılan ustalıkta sadece ben varım. İçerikte yokum… Ama burada da benim dünyam var. Bu, tamamıyla 19.yüzyıl şiirinden ayrılan bir şiir. Modem şiir. Eskiden buzdolabı var mıydı? Hayvan şiiri var mıydı? Şair, her kelimeyi kullanabilmeli şiirde. Gücü orada anlaşılır zaten. Yeni bir dil yaratır. “Bakışımız kısa dev­re/Kıvılcımlar saçılır” gibi… Lağım şiiri yazdım. Şiire girer mi? Girer… Bayağılık da insan hayatının b’ır parçası. Güzel, doğru ve iyi aynı kökten kavramlar olarak düşü­nülmüştür 19.yüzyıl estetiğinde… 20.yüzyılda ise bu düşünce aşılmış, şiir ve estetiğe çirkin de girmiştir. Hatta Rosenkranz, sırf bu konu için Çirkinin Estetiği adlı kitabı yazmıştır.”

Şiirde zekanın önemli olduğuna vur­gu yapıyordu her seferinde. Kuru zekanın şiiri bulamayacağına inanı­yordu.

Küçük gibi görünen ama büyük şiirle­rin şairiydi Sedat llmran: “Şair, kalıcı olduğuna inanmazsa, enerjisini bir noktada yoğunlaştıramaz. En büyük şiiri ben yazıyorum demezse, tabir caizse yalnızlığının en gizli köşelerine giremez, ruh labirentlerini aydınla- tamaz. Her şiir bir keşiftir, insanın keşfidir…”

Sedat Umran, son yarım asrın en önemli şairlerinden biri idi; edebi­yat tarihimize de adını altın harfler­le yazdıracak eserlere imza atmıştı. Umran’ın da şiirlerinden tadım­lık birkaç dize ile kendinden bir­kaç gün önce giden Ahmet Erhan, Servet Somuncuoğlu ve Mustafa Miyasoğlu’na da rahmet dileyerek sözü hitama erdirmek istiyorum:

Makas düşünüyordu ne çetindi görevi

kesmek, ufaltmak, kırpmak her şeyi,

unutmuştu acımaktan gülümse­meyi

taş kesilmiş yüreğin çelikleşen çığlığı.

Ben de isterdim kendimde dene­meyi

bölebilmek içimdeki uzunluğu, sonsuzu,

varlıkların en serti, en korkusuzu

doğramak ne varsa kötü ve iyi.

Makas olaydım

bölerdim uzayan can sıkıntısını,

umutlarımı, ürkekliğimi, yalnızlığımı da,

ölümümü kendime göre keser, biçerdim.

(Makas)

Gittin, dağ gibi büyüdü yalnızlık

Issızlığın iki ucunda şimdi sen varsın

Tam ortasında: yokluğun yokluğun yokluğun

O konuşsa konuşur, sussa susarsın

Gittin, taş atarak denizlerime

Halka halka genişleyen anıların kaldı

Girdin çıkmamak üzere dehlizlerime

Birden yaşamanın hızı azaldı

Gittin, boşandı içimde sevincin yayı

Kim öğretecek bana ah, sensiz yaşamayı

(Gittin)

Kimse onaramaz aşkın yıpranmış kumaşını

tıpatıp biçmiş içimize o usta makastar

eğirip ipek ipliğini göğün mavi ipeğinden

geçirmiş acılarımızın paslanmaz iğnesine

hiç benzemez o umutlarımızın çürük ipliğiyle

teyelliyerek diktiğimiz günlük giysimize

aşk ruhlarımıza giydirilen bayramlık giysi

ışıldar üstünde sevincin elmas düğmeleri

oyulmuş iki yürekten dökülmüş bir toka

tam bir oturmuşlukla geçer uçları birbirine

Aşktır hor kullanılmadan taşınacak giysi

Çünkü bir kez delindi miydi yamanması güç

onu kurnazlığımızla yeniden astarlasak

ters- yüz etsek kusurları hemen sırıtacak

ölümsüzlük ırmağında yıkanmış bu kumaş

gecenin altın mekikli gök- tezgahında dokuduğu

umar yok kirlendi miydi çıkarıp atmaktan başka

aşkı özenle saklamalı ve ender giymeli

(Bayramlık Giysi)

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

146. SAYI / EYLÜL – EKİM 2013 / Ay Vakti
Babil / Sertaç Gereç
Kalbimi Götürdün Çocuk / Adem Özbay
Neredesiniz? Neredeyiz? / Ay Vakti
Rüyalarım İçin Uyandır / Semra Saraç
Tümünü Göster