Saklı Mektuplar -78

şafakta
yol ortasında durduğumda Şirâze
bir tek nişan bekledim bana doğru yaklaşan
erke mi, ses mi, bir fenomen, bir kıvılcım belki
oysa her şeye kör karanlıktaydım o an

“zamanla alışırım” dediğim ne varsa çullanırken üzerime
ben adımlarımdan kaçmanın imkânsızlığında durakaldım
her akşam çöküşünde aynı cümlelerle baktım batan güneşe
ve o an saygıyla dinledim ben başıma üşüşen tüm safsataları
yaraları derinde olanların acılarını kimse fark etmiyor diye
dedim çoğu zaman kendime:

“eğer dönemiyorsa insan yürümekten bahsetmeli;
hep ileri, doğu’nun uç bölgelerine
uçurumların önünü kestiği düzlüklere”

yıldızlar beni duymuyorsa doğru değildi her gece onlara seslenmek
giden geri gelmiyorsa, doğru değildi günün her saati adını işlemek
doğru değildi fenaya, fânîye gönül vermek;
asl olandan yüz çevirmek, hakkı bâtıla değişmek
veraya ulaşmak için sera’dan başlamak, yolu Narın’dan geçirmek gerekiyordu
vecd ile
sekt ile
sehv ile

sabretmenin boyutlarını Kuşeyrî’den tedrîs etmeliydim sabahtan akşama
epistemolojinin dört temel sorununa takılamayacak kadar gelenekçiydim
tüm varlık dünyasını yöneten ilkeleri açıklamaya yetecek kadar felsefeye hâkim olmak
çabaladıklarım arasında değildi
cevaplarım kısa, kesin ve tek gerçeğe çıkacak kadar net
ve isteklerim olağan dışı olamayacak kadar basitti

zâhitlerin sadeliğine imrenerek medreselerin tarih kokan,
yosunlanmış, küflü duvarlarında ellerimi gezdirdim
biyografisini okur gibi gelip geçenlerin, konup göçenlerin
ne kadar aşağıdan bakıyordum o yukarıdakilere
ne kadar dipteydim böyle Şirâze

her âlimin makam dili, her dertlinin çile mertebesi,
her dervişin tennûresi başkaydı
hangi basamağa denk düştüğümü yıllar geçse de belirleyemedim
jargon farkıydı aramızdaki; şifreleri, işaretleri, özel isimleri olan
biraz tuhaf, biraz cezbedici, biraz da gönül çelici…
kapılar açılmıyordu mâdem önümde

ben o kapıları tek tek bulup tek tek çalmalıydım açılana dek
ya da açtırmanın bir yolunu bulmalıydım
daha olmadı kendi kapımı kendim yapmalıydım
kapıya ben kilit olmalıydım belki; bir de o kapının gizi, gizemi…
kapıların açılma vaktini de bir ömür beklemeyi bilmeliydim belki Giza gibi
vakti dolmayan gün yüzüne çıkmıyor, gözler önüne serilmiyordu çünkü
vakti dolmayan çağrılmıyordu huzura
vakti dolmayan vaktin dolacağını vakit dolmadan göremiyordu

eski olanı seçtim hep
ben eski olanı yakın buldum kendime
incinmiş olanda bir derinlik, kırılmışta bir incelik sezdim hep
bu yüzden hüznü hoş saydım, hoş baktım kedere hep
garîb kalmayı insanlar arasında, garîpsenmeyi çokça,
garîplerle anılmayı sevdim
sevdim ben aksayarak yürümeyi, belimi bükmeyi, boynumu eğmeyi
sesimi kesmeyi, bakışlarımı yerde gezdirmeyi, hiç görülmemeyi, bilinmemeyi
gülümsemekle yetinip, gözyaşımla yıkamayı gecelerimi
ve dertlerimi sevebilmeyi sevdim
taşıyamam sandığımı “verilmezdi” diyerek bir adım daha götürebilmeyi
en hasta hâlimde annemden uzak kalmanın acısını hissedebilmeyi sevdim
portakal bahçelerinde kalan çocukluğumu özlemeyi
babamın hâyâlini her gittiğim yere götürmeyi
her sıkıştığımda o hâyâl ile söyleşmeyi
bir kalem bir kâğıt ile sözü görülür kılma yeteneğimi sevdim
sorgusuz inanmayı, suyu bulandırmamayı,
soruların kaosundan uzak durmayı seçtim
umutsuzca değil, umutla sevmeyi Şirâze, güle değil dikenine vurulmayı,
yaralanmayı, yaralarımı sıkça kanatmayı
ve kendimi anlatamamayı sevdim

şimdi
Sevilla Katedrali’nin ahşap sıralarından birinde oturuyorum tarihi koklayarak
yaldızlı kapılar kapanırken kendimi hapsedilmiş hissediyorum içeriye
ve seviniyorum sanki
bulunduğum yerden çıkamayacağım diye

gönül yazım
ışığım, canım ve sol yanım
nûn hakkı için söyle
uzakları yakın eylemenin şartı
Dimeşk’ten mi geçirmek zamanı

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

145. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2013 / Ay Vakti
Gezi Parkı ve Hatırlattıkları / Ay Vakti
Saklı Mektuplar -78 / Şiraze
Edebiyatçı Olmanın Sorumluluğu / Recep Garip
Şiirin Öncülüğünde Bişkek’teyiz / Şeref Akbaba
Tümünü Göster