Terzi Çırağı

-Cemal Efendi, biraz konuşsak!..
Dışarda şakır şakır yağmur yağıyordu. Tentenin altında durmasına rağmen yağmur taneleri kadıncağızın üzerine üzerine geliyor, yüzüne çarpan damlalar usulca yanaklarından süzülüyordu. Yoksa ağlıyor muydu?
-İçeri buyursana komşu anne. Yağmurda kalma öyle dışarda.
Kadıncağız göz ucuyla omzumun arka tarafından dükkana kaçamak bir bakış atıp başörtüsüyle kapattığı ağzından boğuk bir sesle;
-Yok sağolasın gelmeyim, dedi. Hemen şuracıkta diyivereyim.
Eh kadın da haklıydı. İçerde bir müşterimin ceketini prova ediyordum. Daracık dükkanda başkalarının önünde konuşmak istemiyordu zahir. Meraklandım. Müşterimden bir iki dakikalığına müsaade isteyip yanına vardım.
Hiç nefes almadan konuşmaya başladı.
-Aman gözünün yağını yiyeyim Cemal Efendi. Şu bizim haylaza bir büyüklük yap. Kaçıncı kez okuldan çağrılıyorum. Her gün başka bi şikayet. Şimdi de bi kıza takmış kafayı. Kızın anası da okulu basıp dövmeye kalkmış bizim oğlanı. ‘Attırıcam, onu bu okuldan attırıcam.’ diye bar bar bağırmış orta yerde. İki de tokat atmış bizimkine. Şimdi de ‘herkese rezil oldum, bi daha o okula gitmiycem,’ diyo başka bişey demiyo. Zaten okumaya da hiç niyeti yok ya. Kurban olayım Cemal Efendi, Kapının önüne paspas olayım al şu oğlanı yanına. Eti de kemiği de senin olsun. Bekir’im hem yetim, hemi de öksüzü. Bari bir zanaat öğrensin. Öğrensin de gözüm açık gitmesin şu dünyadan.
Valla ben rızkımı anca çıkarıyorum ya şu fakiraneden lakin kapıma kadar gelmiş şu gözü yaşlı kadına hayır demek rızkı verene nankörlük olur bilip “Olur,” dedim. “Sen hiç merak etme,” dedim. “Yarın sabah erkenden gelsin başlasın.”
Başladı başlamasına da kerata benim de burnumdan getirdi. Şeytan kaç kez aklımı çeldi ‘ al tut şunu encik gibi kapının önüne koy,’ diye. Aklına esince kaçıp giderdi. Yahu sen daha çıraksın makas tutmak neyine, eline makası alıp kaç kumaşımı kaşla göz arasında rezil etti. Müşterinin kıyafetini teslime gönderdiğimde soluğu internet kafede alır, saatlerce bilgisayarın başında kalır en nihayetinde “Cemal Efendi ,hani gönderiyordun bizim takımı nerde kaldı yahu!” diye bir telefon alınca yine bizim oğlanın bilgisayar illetine yakalandığını anlayıp hışımla basardım internet kafeyi de, kulağından çeke çeke geri getirirdim. Bir değil, iki değil yaptıkları, ama benim adım da Cemalse bu oğlanı mutlaka yola getiririm. Ben de az değilim canım, keçi inadı vardır bende.
Yola getirdim de. Ancak teğel atmayı, ütü yapmayı, makas tutmayı öğretinceye kadar akla karayı seçtim. Yine şeytan da boş bırakmadı tabii. ‘Gönder gitsin şu hergeleyi, dükkanı kurutucak,’ diye. Dinlemedim tabii ki. Şeytanı kim dinleyip de felaha ermiş. ‘Ha gayret, ha sabır Cemal Efendi,’ deyip durdum kendi kendime. ‘Şu gözü yaşlı nenesi için sabret şu oğlana.’
Ara sıra bizim hanım yemeğe çağırır keratayı, ‘sevaptır öksüzü doyurmak,’ der. Tamam haylaz mı haylaz anladık da çenesi de pek düşük bişey. Hayriye Hanım –bizim hanım olur kendileri- Dükkanda ne olup ne bitti hepsini çorap söküğü gibi alır Bekir’in ağzından.
-Cemal Efendi yine hayrına takımlar dikmişsin sağa sola. Maaşallah terzi dükkanı değil de kimse yok mu derneği gibi çalışıyorsun.
Meassabirin çeke çeke bir hal olur,dişlerimi sıka sıka Bekir’in suratına bakıp ben sana sorarım gibilerden imalı imalı kafamı sallarım. İşte o an boğazındaki lokma takılıp, morarıp öksürmeye başlayınca Hayriye yengesi oğlanın sırtını sıvazlar, saçını okşar, bıraktığı kaşığı eline tutuşturur.
-Korkma çocuğum sen, der. Hadi yemeğini ye.
Valla bu kadın bu çocuğu istihbarat toplamak için yemeğe çağırmıyorsa ben ne olayım?
Hemen kendimi savunmaya geçerim.
-Hani oğlanların sünnetinde mevlit okuyan iki delikanlı vardır ya… Bu sene Kuran Kursu’ndan mezun oluyorlar. Maşallah hafız olmuşlar. Anaları babaları köyde bir avuç toprakla anca karınlarını doyuruyorlar. Gariban çocuklar… İnsan içine çıkacaklar. Şöyle eli yüzü düzgün bişey giysinler dedim.
-Bir mevlide bir takım elbise ha! Ayol ne var çocuklar bir saatçikte okuyup gittiler. Üç-beş kuruş gönderseydin yetmez miydi? Öyle kolay mı dikiliyor bir takım canım? Allah bilir en iyi kumaşları seçmişsindir.
(Yahu bu kadın milletinin hepiciği mi böyledir? Adamı iğneleye iğneleye delik deşik ederler alimallah. Yani bizim de olmasın mı bir hayır hesenatımız?)
-Hayır yapacaksam en adi kumaştan mı yapayım ha?
Sonra bizim şom ağızlıya döndüm;
-Bana bak çırak, bir daha Hayriye yengene dükkanda olup biteni yumurtlarsan senin o dilini yerinden söker, sonra da sana zorla yuttururum.
-Hık mık…Tamam usta.
Bizimkisi yine çocuğu pışpışlamaya başladı.
-Korkma yavrum hiç bişey yapamaz. Hele bana bi anlatma da olup biteni ben o zaman sorarım sana! Bir daha rüyanda görürsün kadayıf dolmasını. Tamam mı çocuğum?
-Hık mık… Tamam yenge.
?!!..
Bu çocuk dermansız dertlere saracak beni.
****
Aha bak, yine yaptı yapacağını. Cebine parayı koyup kumaş alması için iki sokak aşağıdaki toptancıya gönderdim. Bu ilk değil canım, kumaş almaya kaç kere gitmişliği var. En geç bir saatte dönerdi. Öğlen ezanı okunuyor daha yok ortalıklarda. Artık internet kafeden ayağı kesildi, güvenimi de kazanmaya başladı kerata da eee şimdi bu da neyin nesi? Toptancı Kazım abiyi arayıp sordum. “Cemal Efendi senin oğlan bugün hiç uğramadı buralara,” diyor. O an sanki kafamda bir top çıra tutuşturulmuş da kafam alev alev yanıyor. Şimdi yüzümü bir gören olsa yangın var diye bağıracak. Dükkanın kapısını çektiğim gibi çıkıyorum. Baktığım hiçbir yerde bulamayınca kızgınlığım artıyor. ‘Aldı parayı kayıplara karıştı herhal,’ diyorum. Para da para olsa hani. Üç kuruş parayla nereye kaçacak. Bir iki serseriyle bir yerlerde yiyecek içecek, sonra kuyruğunu sıkıştırıp geri dönecek. İşte o zaman ben sana sorarım.
Yok bu sinirle iş miş yapamam ben. Camiiye de yetişemedik. En iyisi eve gidip soluklanmalı. Hayriye bi güzel karnımı doyurur. Evde kılarım namazı.
Varır varmaz Hayriye Hanım bombardımanı başlıyor. Maazallah peşpeşe bunca soru… Hani kendimden geçtim nefessiz kalacak diye korkuyorum. Gözlerini patlata patlata üstüme üstüme yürüyür. Ne oldu Cemal Efendi? Sen bu saatte gelmezdin. Hayırdır bişey mi oldu, canın mı sıkıldı, biriyle mi kavga ettin, aaa yoksa hasta mısın? Ateşin mi var öyle kıpkırmızı olmuşsun. Anam yanıyosun sen. Gel hele gel, uzan şöyle bi çorba kaynatayım.
Hayriye, üzerimi örtmeye battaniye üstüne battaniye taşırken ben kendi kendime mırıldanıp duruyorum.
-Ha bunun rahmetli babası da bi baltaya sap olamamıştı zaten. Hangi işe girdiyse iki hafta sonra kapının önüne koydular. Armut dibine düşermiş. Aha bu armutu yıllardır yanımda tutuyorsam yetimdir öksüzdür diye. Ama o napıyo?… Cebindeki üç kuruş parayla kayıplara karışıyo…
Ben söylenip dururken Hayriye çakmıştı köfteyi.
Dur canım hele bi sinirlenme. Bi sakin ol.
Sakin ol demesi kolaydı da hele bi de kendi sakin olabilseydi.
-Kaç para verdin, saat kaçta gitti, nereye gitti , nasıl, neden, niçin?…
-Ay sus be kadın, bayılacam artık.
Hayriye beni sakinleştirmeye çalışadursun ben Bekir’i elime geçirdiğimde onu hangi teknikle döveceğimin planlarını yapıyorum. Hadi bakayım. Hele bir kapıya gelsin. Yo yoo! Sana açtırmam kapıyı Hayriye. Sen yine onu pışpışlayıp elimden alırsın. O hergelenin yüzüne ben açmalıyım kapıyı. Açar açmaz şöyle okkalı bir tokat… Okkalı bir tokat da yetmez şöyle Hakan Şükür’ün kafa golü gibi çevik bir kafa hareketiyle suratını dağıtmalıyım.
Ben onu parçalama planları yaparken Hayriye krallara layık bir sofra kuruyor önüme. Kepçeyi daldırıp tabağıma tarhana çorbasını boşaltırken kokusu bi hoş ediyor adamı. Allah için bizim hanımın yemek ve çene bakımından eline kimse su dökemez. Ooo! Bi de izmir köfte yapmış, yanında domatesli bulgur pilavı. Yanında da cacık. Be hatun bana onca laf yetiştirirken hangi arada döşedin bunları? Karnım doydukça karın güneş altında eriyişi gibişi eriyor, yamuluveriyorum. Gevşiyor sinirlerim. Az önceki kızgınlığım geçmeye başlıyor. Üzerine su dökülmüş kor bir alev gibi ‘coz’ diye kalıveriyorum. Ama hararetim tam geçmemiş daha. Şimdi de bu ziyafetin üstüne bol köpüklü bir Türk kahvesinin kokusu tüm bedenimi işgal edince Bekir’in o muzip çocuksu hali tüm masumiyetiyle karşımda beliriveriyor. ‘Ustam’ diye seslenince gülen gözleri düşüyor önüme. Seviyorum be yaa ben bu çocuğu. Kahvemi yudumlarken onun için endişelenmeye başlıyorum.
-Ya, Hayriye ? Yoksa bu oğlanın başına bişey mi geldi, hiç böyle yapmazdı, diyorum.
-Allah için şimdi bak ‘ Yiğidi öldür, hakkını yeme,’ demişler. Bekir dört yıldır yanımda daha dükkandan bi kuruşun dahi kaybolduğunu görmedim. Müşteriler ben yokken ona veriyor parayı. Gelir gelmez zınk diye teslim ediyor elime. Bahşişleri bile gözümün içine baka baka ‘hadi al, o senin hakkındır,’ demeden almıyor. Hiç ummazdım ama eli de pek yatkın çıktı terziliğe. Beni epey uğraştırdı ama işi de iyice kaptı. Eli de pek hızlı maaaşallah. Bazen iş yetişmeyince geç saatlere kadar dükkanda kalıyor.
Kahvemden bir yudum daha alıp gülümsüyorum.
-Bi görsen dili de pek kibar keratanın. Müşterinin karşısında ağzından bal damlıyor. Doğrusu ben öyle dükkana fazla müşteri çekmek için dolambaçlı laflar falan edemem. İşimi temiz yaparım, dürüst yaparım ama gelen gelir gelmeyenin canı sağolsun. Yok ama bu oğlan şam şeytanı. Adamın ağzından girip burnundan çıkıyor. Bazen bir takım diktirmeye gelen bi bakıyorum ikincisini daha diktiriyor. Hangi müşteriye ne laf edeceğini de çok iyi biliyor Bekardan işe yeni başlamış bir müşterime ‘Valla filinta gibi oldun abi, kızlar arkanda kuyruğa durcak,’ diyor. Göbekli bir müşterime son provasında ‘ valla bir gram yağ belli olmadı,’ demez mi. Yetmişine merdiven dayamış kuyumcu Hasan amcaya da ‘yirmi yaş genç gösterdi bu takım,’ diyince adam çıkarıp elli kağıt bahşiş verdi. Kerata nabza göre şerbet veriyor. Millet saftoroz mu bu kadar mübalağaya inar mı canım diyorum ama valla da inanıyorlar. Ama tatlı diliyle nasıl da sevdiriyor kendini. Dükkana giren önce Bekir’i soruyor.
Eski okul arkadaşlarına uyup bir yerlere mi gitti, yoksa Allah muhafaza bir araba mı çarptı, başına bir iş mi geldi, yoksa parayı mı düşürdü de korkudan gelemiyor, diye bir sürü senaryo üretiyorum. Yok, yok gelir canım. Beni dükkanda bulamayınca mutlaka eve gelir.
Akşam ezanı okunurken kapı çalınıyor. Hayriye’ye sesleniyorum.
-Sakın sen açma kapıyı, ben inicem aşağı.
Kızgınlığım ve kırmızılığım geçsede suratı yumuşatmamak lazım. Neme lazım şımarmasın, bir daha tekrarlamasın. Biraz bağırıp çağırmalı. Şöyle kulağını iyice bükmeli.
Ah severim kendisini aslında. Evladım gibi severim. Hem bizim oğlanların terzilikte hiç gözü yok. Ondan başka kime emanet edicem dükkanı. Ben yaşlanınca dükkanı yürütür gider.
Kapı zır zır çalmaya devam ediyor. Çalanın Bekir olduğundan adım gibi emin, kapıya doğru bağırıyorum.
-Çatlama boyu devrilesice, çatlama! Geliyorum. Kaç tane basamak var. Çocuk muyum ben ki seke zıplaya kapı açayım.
Nefes nefese kaldım. Bu göbeği eritmedikçe nefes nefese kalırsın tabii. Oh! Nihayet açıyorum kapıyı. (Hala içimden ‘yumuşama Celal, sert görün şu haylaza, azıcık korksun’ diye telkinler veriyorum.)
Aaa! Bu bizim oğlan değil ki!
Karakoldan İhsan. Polis memuru.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

145. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2013 / Ay Vakti
Gezi Parkı ve Hatırlattıkları / Ay Vakti
Saklı Mektuplar -78 / Şiraze
Edebiyatçı Olmanın Sorumluluğu / Recep Garip
Şiirin Öncülüğünde Bişkek’teyiz / Şeref Akbaba
Tümünü Göster