Şairler ve Şiirler

Şiir bakılmak için mi, okunmak için midir? İkisi de değilse nedir? Şiirle arasını düzeltmekten çok şiir üzerine söz üretip şöhreti nasıl yakalayabilirim derdinde olan bazı zevat son zamanlarda “şiir ne değildir” gibi bir söylemle ders verdiklerini söylüyorlar. Buradan şiir olmadığnı bildiğimiz bazı şeylere dikkat çekerek bunların dışında “şiir ne değildir” sorusuna cevap bekleyelim. Meselâ şiir patlıcan değildir, domates, hıyar, lahana, toz, toprak, öykü, hikâye, roman balık, kedi v.s. hiç değildir. Bunlardan başka bir sürü soru sorulabilir; ancak şiirin tam olarak ne olmadığına dair ihtiyacımız olan bilgiyi beklemek de hakkımızdır diye düşünüyorum. Peki şiir nedir sorusuna ise her ağızdan bir cevap çıkacağı endişesiyle vaz geçiyorum. Peki bu soruları sormaya bizi iten sebep nedir? Bu soruları sormaya iten, hattâ bizi mecbur eden bir durumdan söz etmek istiyorum. Şu : Zamanımızın şiir anlayışı, agoraların kalabalığında okunmak üzere hitab ettiği kalabalığın idrâkiyle ilgili bir meselesi olmayan ancak o andaki eğlence veya heyecan duygusunu tatmin etmeyi amaç edinmiş bir yola girmiştir. Bu yazılanların şiir olup olmadıkları önem taşımamaktadır. Genellikle piyasa şartlarına gore cümlelerin alt alta yazılmasıyla meydana getirilmiş söz yığınlarıdır.
Ben şiir üzerine büyük sözler eden zevatın şiirlerinden pek bir şey anladığımı söyleyemem. Kendilerinin de bir şeyler anladığını sanmıyorum. Bu durumun bir çok sebepleri var. Üzerinde düşünülüp konuşulması gerekir. Bu mümkün mü? Şöhret atını alan Üsküdar’ı geçmiş. Ata tâlip olanın da atın sırtına bağlayacağı bir eyerden başka bir derdi yok. Peki ne yapmalı ? Açıkçası ben de bilmiyorum. Uzun zamandır şiir dünyasıyla da pek ilgim yok. Arkadaşların gönderdiği bir iki dergideki şiirlere bakıyorum. Şiire yakın metinler var. Fakat gönülle kaleme alınmış olanları az. Bazılarında ümit var, ama bir bakıyorsunuz dergide her ay adı görünsün diye söz çamuruna bulanıp orada çırpınıyorlar. Galiba yine eskilere döneceğiz. Nitekim açıkçası şimdilerde hikâyede gönlüm dönüp dolaşıp Mustafa Kutlu, Erdal Öz, Adnan Özyalçıner, Ali Haydar Haksal, özellikle tekraren Nureddin Topçu ve TAŞRALI’da karar kılıyor aklım. Şiirde de Kemal (Sayar), Süâvî, Müştehir yardıma geldiler. Bu yazının konusu da yine arada kendini gözlerden ırak tutmakta hayli mâhir bir hoca. Şiirini okuyunca bu kadar lafı da aklımıza getirdi.
Ersin ÖZARSLAN bir hocadan söz ediyorum. Bazı hususlarda Anadolu’da Kaburgası kalın diye tarif ve tavsif edilen ulemâdan. ( ulemâdan tavsifime dikkat isterim). Hoca’nın bildiğim kadarıyla matbu şiir kitabı yok. Şair olduğu ilan edilenin çok ama şiirin olmadığı günümüzde elime geçen epey mikdardaki şiirlerini okuyunca paylaşmak istedim.

ZALİM
Ben de bir Köroğlu’ydum bu dağlarda
Gezer idim tek ü tenha zâlim
Bir ok değdi gözüme gözlerinden
Kör oğlu kör oldum.

Bu şiirde şairin sözünü ettiği tek ü tenhâlığı dağlarda aradığını sanmamalıdır okuyucu. Ersin Özarslan’ın büyük şehirdeki hâli de budur: Tek ü tenhâ. Şiirin bir ve ikinci mısraındaki söyleyiş ciddiye alınması gereken bir şiir bilgisini ima etmektedir bize. Bilginin yanında özel bir söylem ahlâkını. Ahlak derken özellikle kast ettiğim şudur: Şairi sıradanlığa düşürecek en tehlikeli yer bir ok değdi gözüme gözlerinden mısraına zalim sözünü eklediği yer olacaktır. Çünkü kadîm şiirin ulgulayageldiği sistem budur: Yâni Zalim bir ok değdi gözlerinden gözlerime. Şâir yararlandığı belli olan kadîm şiirimizin
imkânlarını ikinci mısradaki tek ü tenhâ’dan sonra gelen zâlim tavsifiyle heba etmek istememiştir. Aslında şiirin tamamının üçüncü mısradaki bir ok değdi gözlerime mısraının ism-i târifi olmasına rağmen. İlk bakışta garip gelen buh al şiirde sırdanlığa düşme endişesinden kaynaklanmaktadır. Zalim bir ok değdi gözlerinden gözlerime cümlesi neresinden bakılırsa bakılsın tam bir şiir mısraıdır.. Günümüz hassasiyetine uzak bir söylemdir. Çünkü kadîm irfandan kopup gelmiş gibidir.
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek. Dağdağasını tam burada hatırlamak gerekir. O kadar debdebeli söyleyiş olmasa da bizi götürdüğü kadîm söylem şiirde gönül denilen varlığın gezindiğinden haberdar oluyoruz. Nitekim kıtanın sonunda bizi rahatlatıyor. Yine günümüzün sıradan ortamına koyuyor aklımızı: Bu da Ersin Özarslan’ın şiirini ele alırken mazmunla neşet eden ve beslenen bir şiir olduğu bilgisine varmamıza yarıyor.
Bir ok değdi gözlerime gözlerinden Kör oğlu kör oldum. Kör oğlu kör tabiri günlük dilimizin adetlerindendir.

Çekmedim ağyar elinden gülüm
Senden çektiğim kadar,
Söyletme beni böyle daha
Derûnumda neler var…

Son kıta Ersin Özarslan’ın sözü bağlama yeridir. Ağyâr ve derûn mazmunları şiirin daha insânî ve daha şiir olmalarını sağlayan iki önemli îmâdır. Şiir çünkü her kârî’nin okuduğunda kendine bir gizli îmâ ve ihsas alanı bulduğu bir çeşit mekândır. Günümüz şiirinde pek sıklıkla görülmeyen bir durum bu. Şiirde bir şeyleri îmâ ve ihsas ettirdiği düşünülen İMAJ, İMGE gibi tabirler mazmunu, istiâreyi karşılamaz. İmaj ve imge gibi tabirler, şâirin ve insanın kadim şiirimizin aidiyet sahası olarak dayandığı Allah’la arasını bulmayı amaçlamaz. Bulsa bulsa belki metafizik bir lerze bulur ve orada kalır. Derûnumda neler var diye sözü bağlamak ve şiiri okuyucusuna bu şiirden çıkaracağı düş ve hayâl alanı bırakmak. Şair içinde yaşadığı toplumun düş ve hayâl zenginliğine vukufiyeti nisbetinde derûn’unu tezyîn eder. Bu vukûfiyet o zenginliğe ve hâssiyete hürmet ve güveni de muhtevîdir. Aynı zamanda kendi şiirinin de hâkimi olmasını gerektiren bir hususiyettir.
Meselâ ağyar yerine sözlük karşılığı olarak başkaları kelimesini koyalım. Başkaları kelimesi bize dış dünyada gördüğümüz ben’den başka her kesi ifade eder. Yâni her kes. Burada KES sözü önemlidir. Kes yine BEN’in karşılığı olanı yani benim gibi insanları anlarız. Oysa AĞYÂR ifadesi, sevgili yanında âşığın kendisinden başka her ŞEY’in ifadesidir. Yâni, sevgiliyi çevreleyen hava, üstünde oturduğu minder, üzerinde yürüdüğü toprak, hattâ giydiği elbise, yatağa girmek üzere soyunduğu anda onu sarmalayan karanlık, büütün bunlar ağyârın karşılığıdır. KES değil şeydirler. Kes de olabilir bunların içerisinde: Sevgilinin annesi de ağyârdır, onun saçını tarayan kardeşi de, hatta yıkanırken dökündüğü su bile âşık için AĞYÂR’dır. Başkalarıyla ifade ettiğimiz ile ağyar ile ima ettiğimiz durum arasındaki fark bile kadîm şiirimizin mazmunları ile günümüz şiirindeki imaj, imge v.s. gibi tabirler arasındaki derûnî farkın şiirimizde ne kadar önemli olduğunu anlamamıza yeteceğini sanıyorum. ERSİN ÖZARSLAN’ın şiirini anlamak için bu bilgilerin bize yol göstermesi gerekmektedir. Bu hususiyeti taşıyan bir iki şairden bir başkası da MEHMET AYCI’dır. Bahs-i diğer.
HÜRRIYET HEYKELI adlı şiir tam da bu dediğim hususiyete işaret eden bir metindir. Türkçede istihzâ da denilebilir, ama yabancı olan ironi sözcüğündeki geniş mânâyı karşılamıyor olabilir. Ancak ben milletimizin tuhaflık karşısında yaşadığı şaşkınlığa öfkeden çok acımayla yaklaşmasından kinâye MERHAMETLI IRONI demeyi daha uygun buluyorum. Aşağıda okuyacağınız şiir bu ironiyi şâirin toplumun derinlerindeki irfanın beslediği hassasiyetle ne kadar hem_âheng olarak ifade ettiğini göstermesi bakımından önemli bir örnektir. O şiiri yazının sonuna eklemek istiyorum.

Sanat, özellikle şiir okuyanın veya dinleyenin derûnunda bir yara açmıyorsa, kapanmış bir yarayı deşmiyorsa ve bunların sonunda bir yaraya merhem olmuyorsa neye yarar? Bu soruyu kendime hep sormuşumdur. Bir şiir şöleninde şirimi okurken arkada fonda çalınan yabancı müzik parçasına itiraz etmiş ve kapattırmıştım. Tükr müziği dışında müzik dinlerim, ama çok şoven bir söylem olur bilmiyorum: Dünyanın en büyük müzisyeninin en büyük eserini Muharrem Ertaş’ın bir tezenesine, Kilis’li bir Barak’ın çığlığına bir zeybek havasının bir kılına, bile değişmem. O akşam biraz ters bir itiraz dile getirmişim ki, takdim eden arkadaş Batı Müziğini müdafaa zımnında müziğin evrensel olduğuna dair bir iki laf etti. Cevap hakkımı kullanamadım. Anca sonra bazı gençlerle konuşurken; sanat dediğimiz şeyin yukarıda saydığım şahsî vasıflarından başka muhatap olduğumuz anda bize bizi besleyen toprağın melâlinden ufak da olsa bir haber vermesi gerektiği üzerine bir şeyler söyledikten sonra şunu sordum: Bu müziği dinlerken aklınıza meselâ, sılanız, anneniz, memkette bıraktığınız yavuklunuz geliyor mu? Size bir görbet duygusu veriyor mu? Diye sormuştum. Cevap bekleyen bir soru değildi. Bu soru her zaman geçerlidir. Çünkü bizim sanatımız gurbet sanatıdır. Bu his sıla, sevgili, ana, baba hasreti de olsa bizi hakiki gurbet duygusuna götüren bir derûniliği, yâni , her ölüm haberini aldığımızda söylediğimiz „ Allah’a aitiz O’na döneceğiz“ hakikati yâni Allah’ın gurbetinde olduğumuz hakikatidir. Hayatın ve sanatın bütün şubelerinde yüz yıldır bize unutturulmaya çalışılan bu gurbet hissidir. Şiirimiz de bu gurbet hissinden mahrum bırakılmıştır. HÜZÜN ÇOCUKLARI adlı şiirin son bölümünde cıvıldaşan çocuk sesleri arasında son bölümünde bize hatırlatılan bilgidir. En çok muhtaç olduğumuz bilgi:Hesaba çekilen ömürlerin.

Ersin ÖZARSLAN sanki türkü söylüyor. Türkünün müziğini duymasanız bile içindeki Muhammedî melâli hissediyorsunuz. Kendi taşımızdan toprağımızdan, anamızdan, kardeşilizden, babamızdan ve en sıradanı bile olsa sabahın erken saatlerinde kümesine elimizi uzatıp yumurtasını aldığımızda, ellerimizi gagalıyan tavuktan haber veriyor bu şiir. Ersin Özarslan’ın şiiri şiir ve sanatın insanın ihtiyacı olan eylemlerinin hepsini yerine getiriyor. Benim hem yaralarımı deşti, hem de bir sürü merhem çaldı yaralarıma. Aşağıda bir iki şiirini veriyorum. Bazen ağlama sınırına gelin, bazen cezbelenip bağırın.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

145. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2013 / Ay Vakti
Gezi Parkı ve Hatırlattıkları / Ay Vakti
Saklı Mektuplar -78 / Şiraze
Edebiyatçı Olmanın Sorumluluğu / Recep Garip
Şiirin Öncülüğünde Bişkek’teyiz / Şeref Akbaba
Tümünü Göster