Cezada Elif Şehri

şehri bir kere görenler, unutamadılar bir daha
kapısından girenlerin çabası, hep orada yaşamak içindi
masal şehrin masalı oldular onlar
gelmiş geçmiş herkes gibi

Günleri saymaktan vazgeçeli çok olmuştu da, her konakladıkları kervansarayda sağdan soldan duymuştu hangi günde olduklarını Daye. Hoş ne önemi vardı ki hangi günde olduklarının, hangi ayın kaç gün sonra sonlanacağının ya da hangi yılı bitirmiş olduklarının. Onun kendisi için en azından şu ömür var ki süren bağımlılığından sebep bir plan yapmışlığı yoktu zaten. Varacakları yeri bilmeden, zaman dün olmuş, bugün olmuş ne yazardı, kaç para ederdi! Soru sormadan yaptı yapacaklarını; soru sormadan, karşı çıkmadan boyun eğdi yine. Beklemek zor olsa da, beklemekti tek çare. Bekledi Daye. Her şeyi uzaktan dikkatle izleyerek bekledi.

yedi tepeli dedikleri yer
şehir
kimi zaman kucakladı merhametle
ve yutuldular birer ikişer kimi zaman

Sonunda yolun yorduğu, toza toprağa buladığı bu büyük kervan; muhteşem bir şehrin girişine gelip dayandı. Ayşemin artık yattığı yerde fazlaca kımıldanıyor, ara ara gözlerini açıyor, her açışında birkaç lokma yiyerek biraz su içebiliyordu. Konuşmasa da hiç, bu uyanışlar iyiye işaretti en azından. Henüz vazgeçmediğinin işareti; henüz gitmekle kalmak arasında bir yerde, a’raf ta, kararsızlıkla mücadele ettiğinin bir göstergesi. O uyumaktan yorulmuştu belli, Daye de sürekli ve bitimsiz beklemekten. O da uyusa, vazgeçse her şeyden Ayşşemin gibi. Ölüm çok oyalanmaz gelirdi almaya onu yattığı yerden. Kimsesi olmayanın hastalanmaya bile hakkı yoktu belki, ölüm uykusuna yatmaya, yolunu dilediği yöne doğru çizmeye, istemeye, hırçınlaşmaya, gürül gürül ağlamaya, şımarmaya, katıla katıla gülmeye…

Kervan şehre dayandığında işte, soluklanmak için ya da bu yeni hayata adım atmadan önce son bir kez daha durup düşünmek için ya da bunca yolu kazasız belasız aşabilmiş olmaya bir şükürde bulunmak, secdeye kapanmak için ya da ilk adımı “Yâ Allah, bismillâh” diyerek dualar eşliğinde atmak için az biraz duraladı. Kervanda gözle görülür bir hareketlilik, bir sevinç, bir heyecan, bir kaynama vardı. Vardı da o bile son demde halsiz kıpırdanışlardan ibaretti. Sonunda gelmişlerdi işte nasıl gülmezdi ki yüzler. Öyle de, Daye sevinemedi. Ayşemin’e baktı yine, bir türlü içindeki korkuyu söküp atamadı. Yüzüne düşen kederi bıraktığı topraklarda terkedip gelemedi. Yüreğinin hep bir yerinde sinmiş olan o kimsesizliğin diline verdiği garip tutukluğu geçtikleri tozlu yolların birinde savurup kurtaramadı kendisini. Orada da yabancıydı, burada daha bir yabancı olduğunu kendi kendine tekrarlamaktan vazgeçemedi. Suçlayıp, biraz olsun rahatlamak için, suçlayacak tek bir can olsun bulamadı. Ondan işte bu kervana takılmışlığının hangi sebebe bağlandığını çözememişliğinden kadere hiç tereddütsüz teslim olmaktan öte elinden başka hiçbir şey gelmedi. “Aşk olsun!” diye mırıldandı. “Aşk olsun şehir!”Baktı, bekledi, hâlâ mı ne bir ümîd kırıntısının varlığını sezdi ve bıraktı yine akışına suyun tüm varlığını. O da açtı avuçlarını, “Yâ Rabbî!” diyerek döktü içini, dualarına kattı acılarını. Başını önüne eğmiş, kim bilir kaç saattir böyle dua dua yalvarırken duydu onun hışırtılı, yorgun, titrek sesini: “Daye! Neredesin?”

Daha sesin nereden geldiğini çözemeden gayr-i ihtiyârî “buradayım” dedi. Derken de usulca kaldırdı başını sesin geldiği tarafa doğru. “Ayşemin!” adı dökülürken dilinden nasıl bir tebessüm yerleşivermişti yüzüne bilemezdi ki. Sanki sahipsizliği gidivermişti, sanki kimsesi oluvermişti, sanki düştüğü yerden doğruluvermişti, sanki tüm yabancılık silinivermişti. Tamamen açmıştı gözlerini de, aylardır ilk kez bilerek bir kelime çıkmıştı ağzından: “Daye!” demişti. Demek uykusunda onu unutmamıştı! Oturduğu yerden onu kucaklayıverdi Daye. İncecik kalmıştı, kolları neredeyse iki kere dolayacaktı bedenini. Şâhbanu kıpırdamaktan korkar gibi, bir heykel gibi, orada yokmuş gibi oturuyordu. Kızını ve dadısını seyretti tek söz demeden. Aklından, yüreğinden geçenleri bir Allah bilirdi elbet. Bir annenin neler yapabileceğini de bir Allah bilirdi. Kervan yeniden harekete geçtiğinde farketmediler bile. Nasılsa son durağa yaklaşmışlardı ve vakit geldiğinde onlara bir haber veren olacaktı. Şimdi bir dönüşün ortak sevincinde hemhâl olmanın tadına varıyorlardı iki yakın dost.

Yenikapı’ya geldiklerinde durdular, durdu onları taşıyan. Şâhbanu, kapıdaki tıklamayla iniverdi aşağıya. Fısıldaşmalar, koşturmacalar duydu Daye, ama ilgilenmedi. Onun işi Ayşemin’di. Şu zemin üzerinde onun her şeyi Ayşemin’di. Beklediler. Öylece beklediler. Zaman gelip de çıktığında açık havaya Daye nerede olduklarına bile bakmayı akıl edemedi. Gözü Ayşemin’den başkasını göremeyecek kadar kapalıydı etrafa. Gözü kapalı yaşamak dünyaya… Onu yine taşımalığa koydular yavaşça, itinayla, hassasiyetle ve taşıdılar bir binanın içine. Karanlık koridorlardan geçtiler önce. Gıcırdayan ahşap merdivenlerden çıktılar. Sonra sıra sıra dizilmiş odalardan kaçıncısı olduğuna dikkat edemeden birine girdiler. Şimdilik kalacakları yer ismini henüz bilmedikleri Panagia Pege Kilisesi’nin dar, basık hücrelerinden birisiydi. Üç hanım odada başbaşa kaldıklarında bir süre birbirlerine bakmaktan başka bir şey yapamadılar. Arada gözlerini kaçırıp odayı inceliyorlardı. İşlemeler, süslemeler, yazılar, resimler, eşyalar… ne varsa tek tek taradılar. Yolculuğun verdiği ağırlık, yorgunluk, sersemlik üzerlerinden akıp gitmedikçe hayata odaklanamayacaklardı. Vakit lâzımdı tüm fazlalıkları atabilmek için. Vakit lâzımdı bulanıklığı netleştirebilmek için. Vakit lâzımdı alışabilmek, anlayabilmek, kavrayabilmek, tutunabilmek için. Biraz da Şâh’tan uzaklaşabilmiş olmanın verdiği şaşkınlık mıydı üzerlerine çöreklenen? Mümkün değil gibi görüneni yaşıyorken bulmak kendilerini, hani gerçekliğinden hep şüphe duyulanların yaşandığı anda sevinç yerine donukluk vermesi gibi… Korku eşliğinde biraz, inanmak yaşananlara, yaşanmış olanlara. İnanmak birşeylerin değişebileceğine herkese, her şeye rağmen. İnanmak Allah’ın kudretine şeksiz, Şâh’ın da kullardan bir kul olduğuna sadece.

Daye Ayşemin’in yanında oturmuşken Şâhbanu odadan çıkıverdi tek kelâm etmeden. Bu anı hiç planlamamış mıydı kafasında acaba? Ne diyeceğini bilememekten miydi bu ketûmluk? Gözlerini açık gördüğü kızına sarılmaktan duyduğu tereddüt, bu geri duruş bir annenin içinde yaşadığı azabın alevlenmesi miydi? Öfke şimdi anne ve kızından kaçırılan yılların hesabını sormak mı isteyecekti? Ona uyurken söylediklerini şimdi yeniden nasıl baştan geçecekti teker teker Şâhbanu? Üstelik Ayşemin henüz onun varlığını bile farketmiş değildi. Birden ortaya çıkıveren bir anne, onun bütün yaralarını sarmaya güç yetirebilecek miydi?

vakit ver kendine,
seninle yaşamak isteyen
her şeye,
hakkı olan mühleti ver

“Bu şehre Konstantiniyye derler” diye fısıldadı ses Ayşemin’e.
“Neden buradayım?”
“Kader!” diye fısıldadı ses.“Artık kaçmana gerek yok, aç gözlerini tamamen.”
“Açamam!”
“Hep korkarak yaşayamazsın, kaçmaya çalıştıkça daha çok düğümleneceksin kaçmak istediğine. Onunla barışmayı dene.”
“Yapamam!”
“Denemeden bilemezsin.”
“Bilmek istemiyorum!”
“Başka bir yerdesin, yeniden başla.”
“Başlayamam!”
Tam karanlığın içine doğru süzülecekken yine ses o sakin, yumuşak tavrını değiştiriverdi, kükredi âdeta: “Annen burada!”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

143. SAYI / MART – NİSAN 2013 / Ay Vakti
Diriliş Düşüncesi Ekseninde Millet Kavramına Bir B... / Mehmet Baş
Temsilciler / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Cezada Elif Şehri / Naz
Tümünü Göster