Kış Treni
Önceleri trenler vardı.
Ergenliğimden önceki zamanların çocukluğunda, benim de bir trenim vardı.
Sahiden var mıydı?
Mavi miydi? Mavi vagonları kırmızılı siyahlı desenlerle mi süslenmişti?
Kapatıyorum gözlerimi; evet, işte orada trenim!
Açıyorum gözlerimi; olamaz! Hayır, yok!
Terliyorum… Titriyorum… Bunalıyorum…
Balkona çıkıp nefesleniyorum biraz…
Vakit gece; dalıp gidiyorum… Gidip açıyorum kapısını gecenin; derûnuna çekiyor beni gece. Geceyle bir olup kapatıyoruz gözlerimizi. Trenim işte yine orada! Trenim, mavi trenim, mavi piramidi düşlerimin…
İşte böyle söyleyip yürüyoruz trene doğru geceyle birlikte. Ama birden, binlerce kapı çıkıyor karşımıza; iç içe geçmiş rengârenk binlerce kapı… Geçiyoruz hepsinden kapıların. Zor da olsa geçiyoruz. Vardığımız yer bir istasyon. Ne kadar çok insan var diyorum ben. Öyle, diyor dostum gece, kalabalığı işaret ederek, nerede bir istasyon varsa, orada insanlar vardır ellerinde çiçekleriyle ve mendilleriyle; gözlerinde de yaşlar ve ayrılığın tarifsiz acısı…
Tam da o sırada, nereden geldiğini anlayamadığımız hüzünlü ve insanın içini yakan bir ses, o bildik türküyü terennüm etmeye başlıyor: “Kara tren gelmez m’ola / Düdüğünü çalmaz m’ola / Gelen geçen yolculara / Nazlı yâri sormaz m’ola…
Önceleri tren vardı.
Mevsim kış kıyametti; dışarıda diz boyu kar.
Eski kerpiçten evimizin oturma odasında, odanın tam ortasında, masmavi bir kış treniydi.
Bütün ev halkı büyülenmiş gözlerle bakıyorduk.
Ben küçük bir çocuktum, henüz okullu bile olmamıştım.
Dönüyor dönüyor dönüyordu trenim.
Alıp bizi götürüyordu dağların arka yüzüne.
Mendiller sallanıyordu ardımız sıra, sular dökülüyordu su gibi akıp gidelim diye…
Herkes oradaydı işte. Evimizin tam ortasından geçiyordu tren yolu ya da çok yıllar sonra bir dostu görmeye gittiğimde, şehrin ortasından ve kıldığımız namazın içinden geçiyordu mavi tren; sonra da şiirimin içinden, öyle, çığlıklar atarak ve kopararak tellerini içimin…
Önceleri tren vardı.
Dilimizde “Monna Rosa”, yüreğimizde “muhacir kızı”, hep “Geyve”ye doğruydu o delikanlı yolculuklarımız; giderdik mütemadiyen ve fakat ulaşamazdık bir türlü düşlerimizin o esrarlı şehrine. Ne heves!
Yollar uzun, yollar tozlu, yollar çamurluydu hep; biz mi yollarda, yollar mı bizdeydi?
Yoksa köpüren kanımız mıydı içimizde gürültüyle ve kıvrılarak akan, kalbimizin ırmakları mı, sonu gelmeyen yollar mıydı? Ne heves!
Bir bakmışsınız kıyılarda martılarla ve balıkçı tekneleriyle söyleşirken ağlıyorduk; yine bir bakmışsınız, Orhan Gencebaylı plâklarda ve Kadir İnanırlı filmlerde ‘aşk’ın yedi rengine yeni renkler eklerken buluyorduk kendimizi…
Ve bir de “Askerin Türküsü” vardı; unutmak ne mümkün!
Şunun şurasında kaç kişiydik zaten? Ve hepimiz taş taşıyan taşralılar mıydık o zaman?
Dağlara çıkan çobanlar mıydık, kekik toplayan çocuklar, keklik avlayan avcılar mıydık?
Ne heves!
Sahi, var mıydı o mavi tren, yok muydu?
Vardıysa, şimdi nerede?
Yoktuysa, bunca taşı ne diye taşıdıydık yıllarca taşlı yollarında taşranın.. Ve bu kadar çok acıyı…
Yoksa “trenler yalnız masallardan mı geçer”di?
Yoksa hayat, bir rüyadan mı ibaretti?
Yoksa “Monna Roza”? Yoksa “muhacir kızı”?
Öyleyse biz gidip bir ‘çay’ içelim ve ‘pingpong’ oynayalım en iyisi şimdi.
“Pingpong masası varla yok arası” çünkü.
Burası kış kapısı, şurası da istasyon kapısı…