İçinde Olmadan

Güçlükle yokuş yukarı çıkıp biraz soluklandıktan sonra koşar adım yokuştan aşağı inince, hemen, gözüne ilk çarpan büyükçe bir taşın üstüne oturdu. Tepeden dolayı kuytuda gizlenen evleri seyretti. Gizleyen yalnız tepe değildi. Küçücük, eski ve tek katlı evlerin hemen yanı başında iri gövdeli, dört beş kat yüksekliğindeki ağaçlar dallarının çokluğundan aradaki mesafeyi kapatıp evlerin üstünü örtmüşlerdi. Bulunduğu yerden manzara oldukça güzeldi. Ama yaklaşsa muhakkak bu güzellik büyüsünden bir şeyler yitirecekti. Belki sandığından daha eski püskü evler, yolları yapılmamış toz toprak içinde kaldırımsız sokaklar onu karşılayacaktı.
Hayır, bilmiyordu. Sokakları bilmiyordu. Yer yer yama yapılmış asfaltı ya da kırık dökük kaldırımları var mı, yok mu, bilmiyordu. Toz toprak içinde yolları ya da süpürülmüş tertemiz kapı önleri var mı, yok mu, bilmiyordu. Yolun kenarından oldukça uzakta kalan evleri arada bir arabayla geçerken görmüştü de, her görüşünde daha bir yakından görmek istemişti. Bugün de, bu isteğini gerçekleştirebilmek için kalkıp buraya kadar gelmişti işte. Şimdi geçip giden bir arabanın penceresinden alelacele görülmüş bir manzara değildi gördüğü. Hemencecik değişen bir manzara değildi. Ama hala tepenin eteğinde oturuyor, hala uzaktan bakıyordu.
Şu aradaki yolu geçse, sonra yürüyüp gitse oraya kadar, göreceği neydi? Uzaktan, sanki de bir kartpostalda yaşadıklarını düşlediği fakir ama mutlu insanlarla mı karşılaşacaktı? Modası geçmiş elbisesini ya da hayır, eski yamalı elbisesini ve eski ayakkabısını bile sorun etmeyen insanlarla mı karşılaşacaktı? Biraz sırtını dönmüş de dünyaya, ama olabildiğince dünyanın huzuruna gömülmüş insanlara mı rastlayacaktı? Her gün biraz daha ihtiyaçları arttırılıp, her gün bir şeylere biraz daha bağımlı hale getirilen doyumsuzlara karşın, daha az şeye ihtiyacı olanların cömertçe birbirini kucaklayan kolları mıydı ağaçlar ve dallar? Birbirine sırt çeviren, birbirine elini uzatmayan, birbirlerini yalnızlığa itenlere karşın kucaklaşan dallar…
Baktıkça, bir şeylerin sıcaklığını duydu içinde. Güneşin altında durduğundan değil, günü saçlarından yakaladığından değil. Aynı güneşin altında ya da güneş isimli aynı sobanın etrafında ısınanlar arasında olduğundan. İşte bunu hatırladığından; aynı güneşle ısındığını ve herkesin o bir tek güneşle ısındığını hatırladığından. Oralı bir ben’in yakın duruşu yok muydu kendine? Ve onun sıcaklığı yok muydu? Akıp gidiyordu içinden bir şeyler, kayıp kayıp gidiyordu. Dünyanın bilmem neresindeki buzullar eridi. İçinde bir şeyler eridi. Sıcacık eller uzandı ellerine, candan kucakladı kollar ve aydınlık yüzler gülümsetti onu. Ağaçlara asılı düşlerinin arasından baktı bir zaman. Memnun ve mesrur baktı.
Acaba evler mi daha yaşlıydı, ağaçlar mı daha yaşlı? Düşündü. Bu hususta bir karara varamadı. Belki de aynı yaştaydılar. Babası olsaydı yanında, ağaçların isimlerini söyleyebilirdi, belki tahmini olarak yaşlarını da. Ama bu kadar mesafeden tanıyabilir miydi, bilmiyordu. O, bir kavak ağacını bilirdi, bir de çam ağacını, bir de akasyalar açınca akasya ağacını tanırdı. Bir de salkım saçak şemsiye ya da yeşil fıskiyeli havuzu andıran bir ağaç vardı, söğüt ağacı mıydı o?
Nedense tanıma zahmetine katlanmamıştı hiç. Bütün ağaçlar, ağaçtı işte; bütün kuşlar da, kuş. “Bu ne vurdumduymazlık,’’ diye kızdı şimdi kendine. Belki de her şey detaydı. Her şey tek tek görülmeli, tek tek ele alınmalıydı. Bütün güzellere ayna tutulmalı, bütün çirkinlerin ruhu okunmalıydı. Bütün bavullar ve valizler yolcu değildi, kalanla giden ayrılmalıydı. Dönüp dönüp arkasına bakarak gidenle, ardına bakmadan gidenin duyguları ayrı kefelerde tartılmalıydı. Yağmursuz, şemsiyesiz, güzel bir yaz gününde yaşayanla; karda, kışta yaşayandan aynı iş, aynı nitelikte beklenmemeliydi. Yokuş yukarı çıkanla, yokuştan aşağı inenin yorgunluklarını ve adımlarını denkleştirmek gereksizdi. Mahcup bir yüzden, bir şey istenildiğinde düşünülmeliydi: Kim, neyi, ne kadar yapar? Ama arsız bütün çamları devirebilirdi.
Evet, her şey detaydı. Yüzüne biri ayna tuttukça görüyordu. İnsanların gözlerine ayna diye baktıkça görüyordu. Neyi mercek altına alsa görüyordu. Tilkiye yakıştıramıyor ve tilkiden beklemiyordu kürk giymesini ama, tilkiyi kürküyle görüyordu. Yoksa sürünün içindeki koyunlar gibi, sürü muamelesine tabi tutmak ve tutulmakla, gözden çok şey kaçırılabilirdi.
Eğer burayı görmemiş yani farkına varmamış olsaydı, onun için, hiç olmamış gibi olacaktı burası da. İyi ki görmüştü. İyi ki görmüştü de, kendisi yolun bu tarafında, hala tepenin eteğinde de olsa, oturduğu yerden sıcacık duygularla bakarak bunları düşünebiliyordu. Buradan bakınca orası kol kola sarmaş dolaştı. Dalların arasında, kolların arasındaydı. Oralarda gezinen hayali siluetini seyrediyordu. Ardına düşecek miydi? Hayır hayır, düşmeyecekti. Gitmeyecekti. Orası hakkında düşlediklerinin ve düşündüklerinin bozulmaması için gitmeyecekti. Nasılsa şimdi, olduğu yerden her şey oldukça güzeldi. Güzel şeyler düşünebiliyordu. İçinde saklı kalan bir hasreti dindirebiliyordu. Yıllardır biriktirdiği sonbahar yapraklarını bu yaz güneşinde yakmayı düşünebiliyordu. Sahi, bunu düşünebiliyordu. Ama yakmak için yaprakları teker teker çıkarmaya başladığında üşümeye başladı. Hayali siluetinin içinde gezindiği sıcaklık yetmiyordu. Böyle karşıdan ve uzaktan… İçinde olmadan… Yetmiyordu.
Huzuru bozuldu, bütün neşesi kaçtı birden. Bu aydınlık güne yakışır her şeyden uzaklaştı.
Yıllardır biriktirdiği sonbahar yapraklarına yenileri eklendi.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

143. SAYI / MART – NİSAN 2013 / Ay Vakti
Diriliş Düşüncesi Ekseninde Millet Kavramına Bir B... / Mehmet Baş
Temsilciler / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Cezada Elif Şehri / Naz
Tümünü Göster