Mehmet Âkif’in Divan Şiirine Bakışı

Mehmed Âkif Türk Edebiyatı’nın önemli ve hakkında en çok konuşulan şairlerinden biridir. Hakkında söylenenler kimi zaman onu aşırı yüceltmiş; kimi zaman da hak bilmez ithamlara dönüşmüştür. Ancak her iki durumda da söylemler Âkif’in doğru anlaşılmasına engel olmuştur. Mehmed Âkif’e tarafsız bir şekilde yaklaşan ciddi incelemelerde şairin çok farklı yönleri ele alınmıştır. Ancak buna rağmen Âkif’in kapsamlı kişiliği, söylenenlerin onu tamamen anlatabilmesine müsaade etmemiştir. Biz bu yazımızda Âkif’in çok da fazla ele alınmayan münekkit yönüne dikkat çekip özellikle divan edebiyatına bakışını anlatmaya çalışacağız. Âkif’in tenkitlerinin(*) temelinde edebiyatımızda eleştiri kültürünün yerleşmemiş olması da vardır. Şayet, takdir edilebilecek bir eleştiri kültürümüz olsaydı Âkif’in de bu eleştirileri yapmasına gerek kalmayacaktı. Eleştiri kültürünün olmayışını şairimiz şu şekilde ifade etmektedir: “Bizde daha önce intikâdın kendi şöyle dursun, ismi bile yoktu. Nefi’nin Veysi hakkındaki kıtaları, Sururi ile Vehbi arasında geçen ağız dalaşları gibidir; Şeyh Galib tarafından Nabi’nin Hayrabad’ına ait olarak yürütülen düşünceler de intikâddan çok hücumdur.”(1)
Mehmed Âkif yaşadığı devrin genel temayülüne uyup da muasırları gibi gözünü yumup fütursuz bir şekilde geçmişe saldırmamıştır. “İntikâd, küçümseme, kötüleme demek değildir. Bir edebi eseri dikkatle okuyarak iyi yerlerini, fena yerlerini ayırmak demektir.”(2) sözleriyle ve
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ, boğarım!…
– Boğamazsın ki!
– Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
mısralarıyla da bu tavrını ifade etmiştir. Her eleştiri sövmek olmadığı gibi saygı duyulan da her şeyiyle kabul edilemez. Sebilürreşad’da yazmış olduğu bu satırlar tam olarak bu hakikati ifade etmektedir. “Elverişli bulduğumuz her konuyu yazacağız. Hele sosyal dertlerimizi dökmekten, yaralarımızı açıp göstermekten hiç çekinmeyeceğiz. Bundan maksadımız, birtakım zavallıların zannettiği ya da zannettirdiği gibi milleti ele, düşmana karşı maskara etmek değildir. Meramımız kendimizi değil maskaralıklarımızı maskara etmektir. Ta ki alışkanlık sonucu olarak her gün yapmaktan hiç sıkılmadığımız, hiç azap duymadığımız bir sürü fenalığı yavaş yavaş bırakalım da el birliğiyle insanlığa doğru bir adım atalım.”(3)
Böyle bir eleştiri ahlakına sahip olan Âkif, geleneğe her zaman sahip çıkmakla birlikte yeri geldikçe eski şiir kültürümüz olan divan edebiyatını da tenkit etmiştir. Bu görüşlerinden hareketle Âkif, tenkitlerinde haddi aşıp toptancılığa düşmemiştir. Olumlu yönlere hakkını teslim etmiş, olumsuzlukları da yerinde ifadelerle eleştirmiştir.
Öncelikle belirtmemiz gerekiyor ki Mehmed Âkif’in divan şiirinin şekil özellikleriyle ilgili bir sıkıntısı yoktur. Şairin asıl temas ettiği noktalar, divan şiirinin içeriğiyle ilgilidir. Hatta divan şiirinin en belirleyici şekil özelliği olan aruz veznini de bütün şiirlerinde –hem de ustalıkla- kullanmıştır. Hece ölçüsünü bazı şairlerimiz gibi küçümsememiş ancak aruz veznini de terk etmemiştir. Bu ısrarının gerekçesini de şu ifadelerinde görüyoruz: “Şu var ki Acem veznini asırlardan beri işleye işleye bugünkü derecesine kadar getirmişiz. O kadar emek verilen bir çığır kolay kolay bırakılır mı? Zaten aruzu bırakalım deseniz, arkanızdan kimse gelmez. Meğer ki en muktedir şairlerimiz Acem evzânını büsbütün terk etsinler de beriki vezinde bir çok eserler meydana getirsinler. Evet, bu vezindeki noksan ahengi telafi için yazılacak eserler fikir ile, hayal ile, his ile dolu olmalıdır. Yoksa hiçbir kâri bulamazsınız.”(4) Bu cümlelerden hareketle diyebiliriz ki, Âkif’in aruz veznini terk etmemesinin arka planında ithal edilmiş olsa dahi işlene işlene milli kültür ve alışkanlık haline gelmiş bir birikimi bırakıp da geçmişle köprüleri yıkmak istememesi vardır.
Âkif’in eski şiirimize yönelttiği olumsuz eleştirilerinden en geneli beceriksizce yapılan taklittir. Milletler arasında kültürel etkileşim şüphesiz olacaktır. Bunu çok iyi bilen Âkif, batılılaşma yolunda yapılan hataları söylerken Batı’yla bağları ne tamamen koparmayı ne de göbek bağı yapmayı istemiştir. Aynı şekilde Doğu’dan, etkilenirken de aynı tavrı korumamız gerektiğini çekinmeden ifade etmiştir. Ona göre eski şairlerimizin şiir konusundaki başarısızlığı, diğer kültürlerin olumlu yönlerini değil olumsuz yönlerini almalarıdır. Osmanlı şairlerinin, Batı’nın gerçekçi edebiyat akımını, Arap’ların Kur’an’dan sonra hikmetle harmanlanmış şiirlerini, Endülüs’ün feyizli topraklarında yetişen şairlerin aşk ve şevk duygularını anlatan ince ve nezih şiirlerini görmeyip de İran şairlerinin mazmunculuk vadisinde bitmek üzere olaran şiirlerini taklit etmesine hayıflanmıştır.(5)
“Gazellerimizin hali malum. Kasidelerimiz ya bir takım küçük ekabire dalkavukluk etmekten ya da farhiye adı altında kendi çıkarlarını dinlemekten ibaret.”(6) diyerek caize karşılığı şiir söyleyenleri eleştirmiştir. Ayrıca şairlerimizin, Mütenebbî gibi kasideleriyle ahlak dersi veren, en hissiz yürekleri düşüncelere heveslendiren ve en yüreksiz mahluklara hayatı hor gördürecek kadar yiğitlik veren, Senaî ve Sâdî gibi hakîm ve ilâhî şairler dururken birtakım muammacı sembolistleri üstad edinip avamın ağza almaktan utanacağı çıplak bir yığın rezilliği mazmunlarla, cinaslarla süsleyip söylemelerini eleştirmiştir. Âkif’e göre bu edebi eserlerimiz “insanı ya miskin yapar ya da ahlaksız.”
Yine taklit meyanında, şairlerimizin tasvirdeki başarısızlığından ve gerçekçi tasvirin yokluğundan şikayet eder. Her ne kadar bu başarısızlığın sebeplerinden birini bizde resim sanatının olmamasına bağlasa da ona göre yine asıl sorun Arap edebiyatı ve gerçekçi Batı edebiyatı yerine hayalci İran edebiyatını taklit etmektir.
“Eski şairlerimizin hiç önem vermedikleri adeta şairliğe zıt gördükleri bir meslek varsa o da gözle görüleni anlatan gerçekçi tasvirlerdir. Eğer ilk devirlerde gelen şairlerimiz İran edebiyatıyla uğraştıkları kadar Arap’ın eski şiiriyle uğraşsaydılar yahut orta devire yetişen ediplerimiz Batı’nın edebi eserlerine yabancı kalmasalardı bugün bizim de elimizde tasvire dair güzel güzel eserler bulunurdu. Ne yazık ki divanlarımızdaki tasvirler baştanbaşa hayalîdir. Bahar, hazan, güneşin batışı, doğuşu gibi Allah’ın ezelî gücünü gösteren tablolar bile etraflı bir şekilde tasvir olunmamıştır. Bir Acem şairi baharı nasıl görmek istemişse biz de öyle görmek istemişiz. Gariptir ki “bahariye” tuhaf adı altında gördüğümüz şiirlerde ismi geçen çiçeklerin çoğu İran toprağında yetişir. Burada bulunmaz! Memleketimizde mezarlık dışında servi ağacı pek ender görülürken bahar tasvir eden şairlerimiz her çemenden bir ırmak geçirir; her ırmağın iki tarafını da servi ağaçlarıyla doldurur!
Hele birçok şitaiyelerimiz var ki insan onların temmuz ayında yazıldığına hükmeder! Şairlerimiz bahar oldu mu, bütün kâinata yeşil bir elbise giydirirler. Kış geldi mi yeryüzünün omuzlarına bir beyaz örtü geçirirler, olur biter. Varsın şu iki renkli elbiseler örttüğü vücutlara göre sonsuz çeşitlilikler göstersin, onları ne görürler, ne gösterirler.”(7)
Âkif’in buraya kadarki eleştirilerinde şiirde gerçekçilik olan parnasizmin etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüşler daha çok bireyseldir. Şairin poetikasıyla alakalıdır. Hepimizin malumu Mehmed Âkif şiirle ilgili bu görüşünü şu mısralarında da ifade etmiştir ve ona göre şiir şöyle olmalıdır:
“Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim
İnan ki, her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek”
Mehmed Âkif Türk Edebiyatında manzum hikayeleriyle de önemli bir yere sahiptir. Edebiyatımızda batılı anlamda hikayecilik, Âkif’in yaşadığı döneminde güçlü eserlerini vermektedir. Üslup sahibi yazarlar, biçimsel unsurlar açısından başarılı eserler vermektedir. Âkif de Türk Edebiyatının bu gelişiminden faydalanıp manzum hikayelerinde başarılı bir üslup kullanmıştır. Bu yüzden olsa gerek divan şiirine baktığı zaman bir plansızlık gözüne çarpmıştır.
“Eski şairlerimiz böyle düzenli plân içinde hareket etmeyi hatıra getirmiş olmadıklarından başka; bizim eski tarz şiirimiz de doğrusu pek öyle plân dinler takımından değildi.”(8)
“Mesela Fuzûlî elbette pek büyük bir şairdir; Leylânâme’sinde elbette pek yüksek şiirler vardır. Fakat hazret efsanesini nazma kalkışmadan önce eserine nasıl başlayacağını, nelerden bahsedeceğini, nasıl bir sonuç vereceğini düşünmemiş; yani hiçbir plân, hiçbir taslak yapmadan düşüncesinin enginliğine, hayalinin zenginliğine, duygusunun cömertliğine güvenerek işe başlayıvermiş, onun için bu kadar emeği heder olmuş gitmiş!
Fuzûlî’nin Leylaname’ni için, haşa, edebi kıymetten mahrumdur demek istemiyoruz; demek istiyoruz ki Fuzûlî daha az şair, fakat daha çok sanatkâr olsaydı, o eseri vücuda getiren edebi parçalardan daha az kıymetli maddelerle daha güzel yepyeni bir eser yazabilirdi.
Fuzûlî için söylenen bu sözler Nâbî’ler, Yahya’lar, Şeyh Gâlib’ler için de geçerlidir.”(9)
Âkif’in düz yazılarındaki eleştirileri kadar şiirlerindeki eleştiriler de önemlidir. Ancak genel olarak bakıldığı zaman -yine hak yememe göze çarpmakla birlikte- şiirlerindeki eleştiriler biraz daha keskin ve ağırdır. Safahat’ta divan edebiyatı eleştirisi, en belirgin olarak yine eski edebiyatımızdaki Fars şiiri etkisinedir. Bu satirik mısralarda, şiirde cinsel içerikli malzemenin kullanımı; özellikle eşcinselliğin şiire konu edilmesi; meyhane, şarap gibi unsurların sık sık kullanılması ve bunlar eleştirilince de hepsine birer tasavvufi kılıf uydurulmasına yönelik eleştiriler bulunmaktadır.
Üdebâ doğrusu pek çok kimi görsen: Şâir.
Yalınız, şi’rine mevzû iki şeyden biridir:
Koca millet! Edebiyyâtı ya oğlan, ya karı…
Nefs-i emmâre hizâsında henüz duyguları!
Sonra tenkîde giriş: Hepsi tasavvufla dolu:
Var mı sofiyyede bilmem ki ibâhiyye kolu?
İçilir, türlü şenâ’atler olur, bî pervâ;
Hâfız’ın ortada Dîvân’ı kitâbü’l fetva!
“Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!”
Urefâ mesleği; a’lâ, hem ucuz, hem de şeker!(10)

Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, Îran malı der; köhne alır, hurda satar!
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şi’r-i şebab?
Serserî: Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!(11)
Tüm bunların da yanında şairlerin caize karşılığı devlet adamlarını övmelerine de olumsuz bakan Âkif şairlerin bu tavırlarını iyi gün dostu olmak, yardakçılık ve dalkavukluk olarak nitelendirmekten çekinmemiştir. Edepsiz şiirler söyleyip bunları da teville hakikat olarak sunmalarına öfkelenmektedir.
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
“Şu’arâ” dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.
Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri…
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri
Bu sıkılmazlara “medh et!” diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!
Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı!
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak bir de şarab;
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git o “dîvan “mı, ne karın ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu!”(12)
şiirin devamında Peygamberin de şiiri sevdiğini ifade edenlere “öyle şiir vardır ki hikmettir, öyle beyan vardır ki sihirdir.” Hadis-i şerifini hatırlatarak onun sevdiği şiirin kesinlikle bu tarz şiirler olmadığını, olsa olsa Attar ve Sadi gibi şairlerin hikmet dolu şiirlerinin olabileceğini belirtmektedir.
Tüm bu eleştirilerinin devamında Eşref Edib’in Âkif’in yazılarından özetlediği edebiyat hakkındaki düsturlarını vererek yazımızı sonlandıralım:
– “Şiir için, edebiyat için süs, çerez diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiçbir şey söylemez.
– Hele “sanat sanat içindir” gibi yüksek nazariyeler bizim idrakimizin pek fevkindedir.
– Bir edebiyatın vatanı olduğuna iman edenlerdeniz. O sebepten hiçbir milletin edebiyatını kendimize mal etmek istemeyiz.
– Bir edebiyattan ahlaki, içtimai bir faide bekleriz. Bizim içtihadımıza göre, edepsizlik başladığı yerde edebiyat biter.
– Bizim için halka söyleyecek eserler lazım. Altı yüz bu kadar seneden beri yalnız havassı düşüne düşüne avam olmuş gitmişiz.
– Sade yazmak bizim için asıldır. Ne zaman bu asıldan ayrı düşmüşsek, mutlaka muztar kalmışız.
– Hele dilimizin şivesini hiçbir ecnebi ayağa çiğnetmeyeceğiz. Zira şu hakikate iyice inanmışız ki dilsiz millet gibi şivesiz dil de yaşayamaz. Her dil kendi fıtri şivesi dairesinde telakki eder. Lisanın şivesine uymayan eserler mahdut bir halk arasında bir müddet yaşar, lakin sonradan ölür.”(13)

(*) Aslında Mehmed Âkif yazılarında tenkit kelimesini kullanmamış ve bu kelimenin yanlış olduğunu ifade etmiştir. Bu kelime yerine eleştiri anlamında intikâd kelimesini kullanmıştır. Ancak günümüzde tenkit kelimesi yerleşmiş olduğu için biz yazımızda bu kelimeyi tercih ettik.

1- Düzyazılar, Makaleler-Tefsirler-Vaazlar, Mehmed Âkif, (Haz. A. Vahap Akbaş), Beyan Yay., 2010, s. 111-112.
2- Age. s.110.
3- Age. s.108-109.
4- II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Divan Edebiyatı Tartışmaları, Mehmed Özdemir, Timaş Yay., 2010, s. 149.
5- Düzyazılar, Makaleler-Tefsirler-Vaazlar, Mehmed Âkif, (Haz. A. Vahap Akbaş), Beyan Yay., 2010, s. 33-34.
6- Age. s.35.
7- Age. s.123-124.
8- Age. s.132.
9- Age. s.137.
10- Safahat, Mehmed Âkif Ersoy, (Haz. Ertuğrul Düzdağ), Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 2009, s. 152.
11- Age. s.167.
12- Age. s.323.
13- Mehmed Âkif Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, Eşref Edib, (Haz. Fahrettin Gün), Beyan Yay., 2010, s.75-76.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

143. SAYI / MART – NİSAN 2013 / Ay Vakti
Diriliş Düşüncesi Ekseninde Millet Kavramına Bir B... / Mehmet Baş
Temsilciler / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Cezada Elif Şehri / Naz
Tümünü Göster