Uyarı: Bu hikâyede geçen kişiler, kurumlar ve olaylar tamamen gerçektir; hayâlle hiçbir ilgisi yoktur.
O gün Cağaloğlu’nun sokakları bambaşka bir buluşmaya şahitlik ediyordu. İki denizin kavuşması gibiydi bu.
Genç kadın (hemen hemen her hikâyecinin genç bir kadını olurdu) tarifsiz bir heyecanın kollarındaydı. Koşar adım ilerliyordu, ona bir an önce kavuşmak için. Herkesten ve her şeyden öncesine, kıymetlisine, sevdiğine ulaşmak için… Cağaloğlu’nda, kitapçıların kalbinde bulacaktı onu. Aylar öncesinden sözleştikleri gibi…
Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ve işte, oradaydı. Öylece bekliyordu. Genç kadın tökezledi önce, öylece kalakaldı olduğu yerde. Onu gördüğü vakit dünya durmuştu sanki, bir de kalbi. Durdu, seyretti bir müddet. Sonra geçen her saniyenin asırlık kayıplar olduğunu düşünüp koştu. Gözlerine düşmüş iki güzel he, alev alev yanıyordu işte aşk diye. Koştu, koştu. Ve durdu. Güzel he’leri bir kat daha güzelleştirdi sevdiğinin gözlerinde. Neden sonra hiç düşünmeden, hiç beklemeden, hiç konuşmadan sarıldı ona. Sımsıkı tutuyordu ellerinden. Terleyen günlerin sıcaklığıyla… Avucunun içindeydi işte, bütün güzelliğiyle gülümsüyordu ona. Sımsıkı sarıldı bir kez daha, bir kez daha göğsüne bastırdı yıllardır beklediği bu kutlu sevgiliyi, bir kez daha.
– Çok bekledim seni…
– Geldim işte, senin değil miyim? Er geç gelecektim.
– Yine de korkuyor insan, âşık olunca.
– Belki başka sûrette, başka yollardan belki de… Nasıl, ne zaman bilmiyorum; ama yine gelecektim.
– Hoş geldin öyleyse…
Bir kez daha sarıldıktan sonra, yılların hasretini kozasında bekleten bu genç kadın, tam göğsünde uçuşan sayısız kelebeğin kanat sesine aldırmadan, sevdiğini de yanına alıp pervasızca yürümeye başladı. Adımları nereye? Nasıl? Bilmiyordu. Her an kalbinde taşıdığı; taştığı, taşırdığı; gecesini gündüzüne katıp aşkla yoğurduğu sevdası… Yanı başındaydı. Yürüyorlardı. Başı eğikti kadının, arada gözlerini kapatıp derin derin nefes alıp vermesi olmasa şu koskoca İstanbul, bir kelebeğin daha kanatsız kaldığına kanaat getirebilirdi. Ama uçuyordu işte, yaşıyordu. İlk defa bugün yaşıyordu. Yanındaydı. Ah bir de dönüp bakabilseydi doya doya.
Yürümeye devam etti. Yürüdü, yürüdü. Ve sonunda kendini o kutlu sesin tam da önünde buldu. Ayasofya ve Sultanahmet’in tam ortasında, elif elif yukarı fışkıran ve sonra bir lam kıvrımıyla içeriye akan fıskiyelerin önünde. Genç kadın kalabalığa bakındı uzun uzun. Kendi etrafında tam bir tur attıktan ve o kalabalık dünyanın derin yalnızlığını tek nefeste içine çektikten sonra, fotoğraf makinelerinden sığınacak bir yer aradı telaşlı gözlerle. Neyse ki bir bank tüm sıcaklığıyla kucağını açmış onu bekliyordu. “Gel” diyordu “Gel…” “Şu koskoca şehrin bütün ayn, şın ve kaf’larını bohçana al da gel… Üsküdar’ın aşk dokulu rıhtımını, Sütlüce’nin o küçücük mimarî yapısını, Taksim’in insan kokusunu, Çamlıca’nın yeşilliğini, Gülhâne’nin güllerini, Sultanahmet’in kubbeli huzurunu, Eyüp’ün hüznünü, Fatih’in fetih düşlü ismini, Eminönü’nün kalabalığını, Beyoğlu’nun sokaklarını, Ortaköy’ün köprü altını, Adalar’ın yalnızlığını, Boğaz’ın görkemini, surların-sarayların tarihî havasını, her şeyiyle İstanbul’un bütün yaşanmışlığını ve hatta yaşlanmışlığını… Bir nefeste içine çek de gel…”
Kendisi İstanbul’a nasıl kucak açmışsa bu bank da yüreğinde kocaman bir şehri taşıyan bu kadına öyle kucak açmıştı. Oturdu.
– Unuttun beni?
– Olur mu hiç? İstanbul’a kapıldım bir an.
– Aramıza İstanbul girdi öyle mi?
– Hayır hayır… O bir şehir sonuçta. Ama ben… Ne bileyim. İstanbul’a âşık oldum galiba.
– Belli belli.. Bakıyorum da varlığımı bile unuttun.
– Ondan değil.. Seni görünce inan kendimi bile unuttum ben.
– Beni bu kadar çok beklediğini bilseydim daha erken gelirdim; ancak elimde değildi. Biliyorsun…
– Bilmez miyim? Gel yanıma, otur hadi.
Genç kadın mahcup gözlerini yanına oturan sevdiğinden alıp ötelere uzattı. Huzur… İnsanları seyrederek ezan sesini dinledi. Cuma… Hem de Sultanahmet’te Cuma… Telaşla camiye koşan insanlar… “Hayye alal-felâh…” Ezan daha önce hiç bu kadar derinden inmemişti kalbine. Arada başını kaldırıp gözlerini gökyüzünde gezdiriyor, ordan da yavaş yavaş yeryüzüne indiriyor ve turistlerin meraklı bakışlarına, kestane kokularına, Aralık ayının o tatlı soğuğuna aldırmadan dünyayı dinliyordu. Öyle dalmıştı ki… Yanındaki ses yeniden bölüverdi bu dinginliği.
-Böyle oturacak mıyız?
-Ahh özür dilerim.
-Tuhaf bir hâlin var. Beni çok bekledin, çok özledin ama şimdi dokunamıyorsun bile bana. Seninim işte…
-Çok özlemişim… Hâlâ şoktayım. Hani böyle yıllarca gökyüzünde bir yıldızı izlersin de o yıldız aniden gelip senin avuçlarına konar ya, öyle işte… Sana bir gün böyle kavuşacağımı hiç hayâl etmemiştim. Bu zamanda, hem de İstanbul’da… Sultanahmet Meydanı’nda hem de… Rüyâ gibi…
Uzun uzun baktı ona, ne kadar da özlemişti. Hasretle beklemiş, zaman kalburunda gün elemişti gelmesi için. Ve şimdi yanındaydı. Yıllardır özlemini suladığı bu aşk, işte şimdi avuçlarındaydı. Tatlı tatlı gülümsüyor ve konuşmaya devam ediyordu:
– Seninim ben, dedi genç kadının gözlerinin taa içine bakıp…
– Sen bana emanetsin aslında. Benim değilsin.
– Doğru. Haklısın, nasıl da unuttum? Ben sana O’nun emanetiyim.
– Ama bir gün ben de unutursam şayet, hatırlat bana.
– Hatırlatırım, zaten bu aralar çok unutkansın.
– Heyecandan… Çok bekledim seni. Hasret kaldım inan ki. Sımsıkı sarılmak istiyorum; ama koskoca meydan işte, görenler ne der?
– Bak geldim işte. Ben seninim. İlkinim… İlkler bir başka oluyor. Unutulmuyor. Hem ben de seni çok özledim. En çok da parmaklarını özledim biliyor musun? Parmakların olmasa ben de olmazdım. Beni ben yapan o parmaklarınla bir kere daha sarılsan bana…
Genç kadın bir kere daha sarıldı ona. Parmaklarını gezdirdi üzerinde. Dokunsa alev alacak gibi, korkarak gezdiriyordu gözlerini. Ve sonra bir kere daha sarıldı, bir kere daha… Oturduğu bankın önünden gelip geçenlerin bakışlarına aldırmıyordu bile. Kalabalık oluk oluk akarken önlerinden, kadın kimseye aldırmadan onu okşamaya devam ediyordu.
– Bugün hiç bitmese, hep böyle kalsak seninle…
– Ama olur mu? Vaktimiz kısıtlı… Gitmek zorundayım birkaç günden.
– Biliyorum.
– Ama yine geleceğim. Hem de bambaşka bir aşkla… Olgunlaşıp da geleceğim. Parmaklarının arasında bir kez daha pişireceksin beni.
– O günü düşlemek öyle güzel ki…
– Yakındır, güven bana.
Sevdiğinin bu sözlerinden sonra gülümsedi genç kadın. Başını gökyüzüne kaldırıp göğü yaratana şükretti. Bir dua gibi gökyüzüne uzanan minareleri seyretti sonra. Çizgi çizgi… İnsanoğlu da minarelerce uzanıyordu gökyüzüne, elif gibi… Acaba bunca insan arasında kaç tane elif vardır diye düşünmeden edemedi. Zira aşkı yüreğinde taşıyan elif olabilirdi ancak, gerisi boş bir çizgiydi bu sayfada.
– Daldın yine?
– Aaaa evet… Düşünüyordum öyle… Seni bana kavuşturana şükrediyordum. Biliyor musun, bu dünyada her şey aşkla yaratılmış. Her şeyin bir aşkı varmış meğer, harflerin bile.
– Harflerin aşkı ha? Ne güzel… Gidelim mi?
– Dur. Birazdan amcamın kızı gelecek, seni çok merak ediyor. Tanıştıracağım sizi…
– Pek kimseye bahsetmemiştin benden. Hani bir anda pat diye duyuracaklardı adımı?
– Bilmem.. Kalp ne ile doluysa dudaklardan o dökülürmüş.
– Edebiyatçılığını belli ettin yine…
– Sen beni bırak da üşümüyor musun Allah aşkına?
– Üşüyorum… Kapağım olsa iyi olurdu ama, böyle çıplak hissediyorum kendimi…
– Sabret, yakında o da olacak. Sabretmeden olmuyor sevdiğim…
Dudağından dökülen bu sözlerden sonra başını öne eğdi genç kadın. Siyah, uzun saçları dökülüyordu sevdiğinin üzerine. Avucunda tutuyor, kucağına götürüyor, sımsıkı sarılıyordu ona. Gözleriyle etrafı süzerken karşıdan gelen genç kıza baktı, amcasının kızına… Heyecanlı adımlarla yürüyordu. Telaşla gelip bankta oturan genç kadının önünde duruverdi.
– Abla!.. Kusura bakma geç kaldım, İstanbul trafiği işte… Nasıl geçti görüşmen?
– Harika… Bak konuşamıyorum bile…
– Basacaklar mı yani? Kesinleşti mi?
– Evet, çok az kaldı.
– İnanmıyorum, çok sevindim…
– İlk umudum, ilk sevgilim, ilk kitabım bu benim. Mizanpajı yapılmış. Ben de düzeltmeler için aldım. Sadece kapağı eksik şu an…
– Çok heyecanlı…
– Bana sor bir de… Sen gelene kadar dokundum, sevdim, okşadım. Sonra dertleştim onunla..
– Kitapla konuştun? Tahmin edebiliyorum o hâlini.
– O benim ilk kitabım, o benim… Ama dur… Bu benim değil. Bu O’nun… Her harfi O’nun. Kalemle yazmayı öğretenin..
– Ahhh abla… Bugün durulmazsın artık. Yol uzun, gidelim mi?
– Hadi…