Hacı Ağa’nın Çırası

Çocukluğumun soğukları, geceden rüyalarıma dolmuş, ufkumu çepeçevre sarmış, göz çukurlarım üşümüş, donmuş. Yollar, ihtiyar bir ağacın koca gövdesindeki can damarların kökünden çekilmesi misali, kaskatı kesilmiş, sular kalın bir buz tabakası kesilmiş. Dışarı çıkıyorum, yüzümü ısırıyor soğuk. Kuşlarıma bakıyorum. Ağaçlar teslim alıp saklamış mıdır emanetimi.
Bir çocuk yatağından fırlayıp dışarıya çıkıyor. Bir çocuk annesinin duaya kalkmış ellerine sarılıyor. Bir çocuk bir buz kütlesinin üzerinde ömrünün en soğuk yolculuğunu yapıyor. Çeyrek asırlık bir yolculuk, sopsoğuk… Komşumuz kırk yıllık olmasa da bir hayli yakındır encamımıza; hem mekân olarak, hem de kan bağı münasebetiyle.
Evden çıkıyorum, kendimi çeyrek asırlık bir soğuğun içinde buluyorum. Annem babam, gençler daha; otuzunda varlar, yoklar. Ben çok çocuğum. Kardeşlerim eksik birer özne. Soğuk yoksulluklarla fakirliğimizi yamamaya çalışıyoruz. Hacı Ağa, yine iyilik çırasını yakmış, üzerimizde tutuyor, soğuk ve uzun kış gecelerimizi aydınlatıyor. Hacı Ağa, ellerimden tutuyor, üzülme, diyor. Bu bizim devrimizin buz tutmuş soğuk sabahları. Siz, sabahlarınıza sımsıcak, rengârenk ve capcanlı kışlara uyanacaksınız. Benzemeyecek kışlarınız bizim kışlarımıza. Biz baharlarımızı kara kışlardan devşirdik de öyle uyandık yeni günlere. Soğuktan kabuk bağlamış yaralarımızı katık yaptık ömürlerimize. Deniz feneri belledik açlıktan susuzluktan soğuklardan ovaya inen vahşi hayvanların çaresizliğini. Sizin en çetin kışlarınız bizim en güzel baharlarımıza eşdeğer. Sizin kaşları çatılmış kara kışlarınız, bizim en güzel bahar sabahlarımızdan daha güzel. Biz eski dünyanın müdavimleri, hiç gün yüzü görmemiş sürgünleri. Çehrelerimiz çatlak bu yüzden, soğuktan ve fakirlikten. Bakma sen bize. Yeise düşürmesin seni bu soğuk ve uzun kış gecelerinin yüzünü çıtlatan bu sabahlar.
Desem ki Hacı Ağa, aynı geceden uyandık, yol aldık yeni güne. Hem aynı toprağın hamurunda yoğrulduk, kavrulduk, şekillendik. Elbette birbirimize benzeriz farklı olsa da devirlerimiz.
Sorsam sonra Hacı Ağa’ya, madem öyle, neden menteşesi sökülmüş ahşap bir kapı gibi zangır zangır titriyorum. Sonra benim bu dişlerim ne diye deli deli çarpar, tavanından su damlayan yoksul bir gecekondu misali. Bize anlattığın masalları da unutacak mıyız? Kimin kapısına çalar düşlerimiz. Kim cüret edebilir buna, nerede bu kadar cesaret.
Bilsem ki, bu dünya o dünya değil; inanırım, kanarım, hiç olmadı mı uzaklara giderim yeni bir hayatın biletini almak için. Değil ama çamurlu ayaklarımdan bilirim, sizin soğuk ve uzun kış gecelerinizden geldim. Size benzettik yarınlarımızı, farkında olmadan. Kefen kuşanmış, kâfur bulanmış fosforlu kelimelerle muhayyel ülkeler fethettik, dar dehlizlerden gedikler açtık, zor patikalardan geçitler aradık.
Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık ki, aynı yerde aynı vakitte kendimizle karşılaştık, birbirimizi bulduk. Hayret dolu bir ummana düşmüştük. Bir başkasına söyleyecek sözümüzün olmadığını anladık, geç farkına vardık. Belki de bu yüzden biz de eski devrin insanıyız, sizin devrinize aidiz dedik. Çeyrek asırlık bir soğuklukla yeni güne uyandık, yargıladık, yargılandık. Belki de bu yüzden sevimli bir yol haritamız olmadı. Coğrafi şekillerde kendimize hiç rastlamadık, şeritlerde atladığımız çağlara yenildik, kendi kendini yiyip bitiren fena bir urduk. Bir yerlere gittiğimizi sanıyorduk bizden birileri bizi terk ederken. Bu yüzden mi devrimizi yaşayamadık, işte göz göze devrilen masal devleriydik, külkedileriydik, kum kaleleriydik. Hem çocuk gözlerimizde sabahın ışıltılı arzusu, annemizin gençlik şarkıları, çocuk tarafları, yaşlılık korkuları, babasına özenen aslan yavruları…
Boynumuzda tutulmalar, ayaklarımızda ince sazlar, ellerimizde Fatihalar; özendik size Hacı Ağa, hep özendik. Sizin devrinizi özledik. Bu yüzden kendimizden kaçtık, başkalarına kendimizi anlatamadık. Sizin devrinizin eseriydik, sizin sözünüzün esiriydik. Her bir ömrün mesrur hitamında büyülendik, büyülendik. Uzun ve soğuk kış gecelerimizi aydınlatan çıran, zamana teslim olmuş taş yapılarımız, ahşap yalnızlıklarımız, aşiretçi taksimlerimiz. Biz ne çok yandık, yanıldık, yenildik Hacı Ağa. Ne çok tanımsız, tarifsiz ve sahipsiz kaldık. Öksüz bir ağrıydık görünmez yürek haritalarında, hiç çıkarılmayacak olan, vaktin evvel çürüyen taşlardık.
Mahsullerimiz terk edilmiş, vitaminsiz kalmış. Uyluklarımız karıncalanmış, kundaklara ayrılmış humuslu topraklarda. Küllerimiz savrulmuş uzak dağ avurtlarında. Çiy düşecek kirpiklerimizin ucuna, iklim mavisi sanacağız, kırkikindi yağmurlarına çalınmış. Bir tarih-i kadim yanılgısı avuçlarımızda. Ne gelen olacak ne de giden. Bizi kime bırakıp da gittiniz Hacı Ağam. Bize göre değil bu devir, yangınlar saçılıyor üzerimize. Hep dışarıdayız bu yüzden, üşüyoruz. Kahrediyoruz kendimize, acıyla uyanıyoruz her yeni güne. Kimi zamanları neden bekliyoruz; bilmiyoruz. Soluğu soğuktan kaskatı kesilmiş sokaklarda alıyoruz.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

143. SAYI / MART – NİSAN 2013 / Ay Vakti
Diriliş Düşüncesi Ekseninde Millet Kavramına Bir B... / Mehmet Baş
Temsilciler / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Cezada Elif Şehri / Naz
Tümünü Göster