Rüzgâra Karşı Uçar Acemi Kuşlar

İnsan kendi eliyle kazandığından daha bereketli bir rızık yememiştir diyordu oğluna. Allah rızasına uygun emeği zayi etmez. Az olsun ama helal olsun. Azı çok eden de, çok sanılanı yok eden de O…
Oğlan kapının kenarına yaslanmış, iki kolunu göğsünde bağlamış, ayakucuna bakıyor, bıyık altından gülüyordu. Birden hiddetlendi.
“Hep işiniz lafla. Bir şey sahibi olmadan yaşamışınız. Bir de beğenmezsiniz, bak şu dayıma, ne akıllı adam. Zamanında üç kuruşa aldığı araziye kaç apartman dairesi verdiler. Hem kendini kurtardı hem de evlatlarını. Dünyada da, ahrette de sırtı yere gelmez onların. Sizse hala kiradasınız.” derken kapıyı tekmeledi.

Babası anladı ki nasihat fayda etmeyecek. Oğlunun bu tavrına çok üzüldü. Kapıya vurulan o tekme, kendisine vurulmuş kadar yaktı canını. Çok sinirlenmişti ama sakin görünmeye çalıştı. Yine de konuşurken zorlandı, titredi sesi.
“Nasıl alacaktık oğul! Çalsak mıydı? Dolandırsak mıydı? Faiz batağında boğulsak mıydı?
“Zamanında akıllı olmak lazımdı”, dedi ukalaca. “Herkes alırken en azından bir yolunu bulmalıydın, borçlanıp almalıydın. Elinde avucunda ne varsa her isteyene dağıttın. Yok desen ağzın mı eskirdi. Sonra parça parça, parayı pul edip verdiler sana.”

Evladından duyduğu her söz yüreğine saplandı. Ama o geçiştiriyor, gençliğine vermek istiyordu. Başını salladı. Acı bir gülümseme vardı yüzünde. Kendi oğlu bile belki de kendine bağışlanmış en sevdiği huyuyla sorguluyordu onu. Ne hale geldik diye iç geçirdi. Ne hale getirdiler bizi…
“İhtiyaç sahibine yok deme. Kapına geleni boş çevirme. Ben rahmetli annemden böyle öğrendim. Yok diye diye yok edersin. Sen verdikçe Allah alasını verir. Bu kadar peşinci olma” dedi.
Oğlan güldü. “Yine hep aynı sözler. Sen kitaplıkları doldurduğun kitaplarını oku! Tabii istemezsiniz bu saatten sonra, toprak kokar olmuş bedeniniz. Bir beklentiniz kalmamış hayattan.” Bu sözler hepsinden daha acı geldi ona…

Bu çocuğa ders vermenin zamanı gelmiş de geçmiş bile. Bu evin yemini yiyen kuş çoktan uçmuşta başka dallara konmuş bile. Ama baba yüreği; son bir gayretle,
“Tamam, oğul, diyelim ki haklısın. Ben hatalar yaptım. Sen şimdi koca adamsın. Devlet dairesine sırtını dayadın. Çevrenin genişliğinden, arkadaşlarının içtenliğinden hep bahsedersin. Şimdi benim yapamadığımı, çocuklarından bu lafları duymamak için sen yapmalısın. Bakalım, görelim ne kadar kredin var şu hayatta?
Sen bir miktarını bul ben üstünü tamamlayayım. Şehrin dışındaki arsalar hala ucuz sayılır. Sana arazi alalım.”

Bu fikir oğlanın çok hoşuna gitmişti. Koltuğu kabardı. Hem gerçekten de öyle üçün beşin aranmadığı çok geniş bir çevresi vardı. Birkaç arkadaşından biner lira alsa bir yıla kalmaz borcunu kapatırdı.
“İyi fikir baba” dedi. Kavilleştiler.
Ertesi sabah beraber çalıştıkları, birbirlerini kardeş saydıkları Süleyman’ın kapısını çaldı. Oturdular. Halleştiler. Laf lafı açtı, ağzından zor olsa da baklayı çıkardı.
“Birkaç aylığına bin lira…” Daha lafını bitirmemişti ki Süleyman lafa girdi. Mütebessim bir yüz ve yumuşak bir sesle:
“Ey kardeşim senin yanında bin liranın kıymetimi olur. Bir istedin, ben beş verirdim, lakin daha dün akrabadan bir isteyene verdim.
Süleyman’ın yüzüne bakarken dondu kaldı. Söyleyecek söz bulamadı. Afalladı. İstemenin, “Yok” denilmenin zorluğunu yüreğinde hissetti. Kelimeler bir bıçak oldu saplandı içine.
Toparlandı. Uygun bir vakitte Mevlit beyin kapısına vardı. Allah var, güler yüzle karşılandı. Kahveler yapıldı. Kadim dostluklardan, eski adamlardan konuşuldu. Laf tam yerine geldi, “Bir aylığına bin lira lazım.” dedi.
Mevlit beyin biraz önce kahkahalar atan suratı asıldı, dramatik bir görünüm aldı. Toparlandı, sonra lafa ustaca başladı:
“ Benim halimi biliyorsun sanıyordum, piyasa çok kötü. Kriz var. Para dönmüyor… Mevlit bey uzun uzun anlatırken, o sadece kutuplardan esen bir rüzgârın uğultusunu duyuyordu. İçinde ne olduğunu anlamlandırmaya çalışıyordu. Akıl terazisinin bir o kefesine koyuyor, bir bu kefesine koyuyordu ama dengelenmiyordu. Terazi bozulmuştu bir kere.
Öylesine, bir eyvallah la çıktı oradan. Önce Ercan sonra Ramazan derken Muhsin… Diğerlerinden haberi almış olmalılar ki, daha kendisi söze başlamadan ağlayıp sızlandılar. Onlara söyleyemedi bile. Söylemekte istemedi. Arkadaşları kalbinde kalsın istedi.
Haydi, gel de çık işin içinden. Kelin merhemi olsa kendi başına sürermiş, diyerek arkadaşlarını temize çıkarttı, kendini avuttu. Yine de fazla duramadı, yağmura rağmen oradan ayrıldı.

Yağmurla kirinden arınan şehir lavanta kokulu bir sabunla yıkanmış gibi kokuyordu. Yağmur az önce durmuş olsa da, ağaçların yapraklarından kocaman damlalar seyrek saçlarına düşüyordu. Susan ürkek kuşların cıvıltısı yeniden kaplamıştı her yanı. Ama o duymuyordu. Seyit Burhaneddin hazretlerinin türbesine kadar nasıl geldiğinin farkında bile olmadı. Sırılsıklamdı. Eski mezar taşlarıyla bezeli kabristanda bir müddet dolaştı. Sonra kabirleri karşıdan gören bir kanepeye bıraktı kendini.
Bunca şey bunun için mi?
Çabalar, kavgalar, başkalarını yok sayışlar… Hepsi bunun içindi!
Yapacak onca şey varken, belki de hayatın en tatlı yerinde gelip uzanmak şu soğuk yere.
Başını kaldırdı, şöyle bir baktı. Kalksalar ve konuşsalar kim bilir neler anlatırlar. Ne pişmanlıklar içinde eyvah edip yanmaktalar!
İki eliyle yüzünü kapattı. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Önce arkadaşlarım diyordu. “Arkadaşlarım…” Sonra ne olduysa birden ‘babammm’ dedi, arkasına yaslandı. Bir gören olsa bayıldığını sanacaktı. Hıçkırarak “Babam” diyordu, bir türlü devamını getiremiyordu.
Ümitle çaldığı kapıların bir bir yüzüne kapanması ruhuna öylesine dokunmuştu ki, gururunun incinmesi arkadaşlarının samimiyetsizliği yanında hiçbir şeydi.
Derin bir uykudan uyandı sanki.
“İhtiyaç sahibini kapıdan boş çevirmek, varken yok demek… Biri tarafından, istemek için münasip ve yakın görülmek ne güzel bir şeydi. İstemekse ne kadar zor ve acı… Allah kimseye istetmesin” dedi.
Yerinden kalktı, önündeki mezara yaklaştı. Soğuk taşa yaslandı. ‘Hüve-l Bâki’ yazısının altındaki tarihe baktı. Öldüğünde kendi yaşlarında gencecik bir adam…
Toparlandı, gözyaşlarını kuruladı. Karşısındakinin kendini duyduğundan hiç şüphe etmeden, “Acemi kuşlar rüzgâra karşı kanat çırparmış.
Vakit ikindiyi çoktan geçmişti. Akşam kaçağı kırlangıçlar kaybedilmiş bir günün ağıtını yakmaktaydı.
Akşam eve başı yerde girdi. Babası kitaplarıyla iç içeydi. Rahmet şuaları onu öylesine sarmıştı ki, burnunun ucundan kayarak düşen gözlüğünü ve kapının eşiğinde oturup kendini seyreden çocuğunu sonradan fark etti.
Babasının dizinin dibine çöküp elini öptü. Helallik istedi. “Anladım şimdi” dedi.
Babasının yüzünde acı bir gülümseme:
Hazanı görmemişsen her mevsimi bahar sanırsın. Şükür ki sen hazanı ilkbaharında gördün. Hayalilerden değil, hayalindekileri gerçek sahibinden iste.
Bir dirhem çekirdekten binlerce hurma alırsın. Sen sabret. Elindeki çekirdeği toprağa ek.
Her halin başka bir lezzeti var. Bizim yokluk sandığımız belki de ebedi varlığa işarettir.
Bin hevesle istediğimiz belki de muradı ilahi değildir.
Cenneti görmek için tepeyi aşmak gerekir.
Cennet kalbin zümrüt tepelerinin ardında…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

142. SAYI / OCAK – ŞUBAT 2013 / Ay Vakti
Ay Vakti, Yeni Ajansla Yürüyüşe Devam… / Ay Vakti
İnşirah / Şeref Akbaba
İstanbul / Mehmet Baş
Estetiğin Anlamı-II / Necmettin Evci
Tümünü Göster