Ülkemizde her sene Aralık ayı, 17Aralık 1273 tarihinde Hakk’a vuslatı (Şeb-i Arûs) sebebiyle, Hz. Mevlânâ’yı anma ve anlama yıl dönümü olarak idrak edilir. Bu doğrultuda yapılan programlara gayretlere dikkatle bakıldığında halâ Hz Mevlânâ’nın bir insan-ı kâmil olarak Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinde seslendirdiği; “Herkes, kendi anlayışına, zannına göre, benim dostum oldu. Ama, kimse benim gönlümdeki sırları araştırmadı, öğrenemedi.”(1) ve “…Aşk nedir? Yokluk deryâsıdır. Aklın ayağı orada kırıktır. Kulluk da, sultânlık da herkes tarafından bilindi, anlaşıldı. Fakat âşıklık, bu iki perdenin ardında gizli kaldı.” (2) ifadeleri halâ üzerinde durulması gereken bir gerçeklik olarak bizleri meşgul etmektedir.
Hz. Mevlânâ her türlü sıfattan (âşık, şair, düşünür, mutasavvıf vs.) öte bir insan-ı kâmildir ve bütün sözleri bu hâlinin bir eseridir. İlk on sekiz beyitte ifade ettiği ney metaforu da insan-ı kâmil feryadı olarak kabul edilmiştir.
“Ney’in şu sesi, gönlü yakan bir ayrılık, bir aşk ateşidir. Kimde bu ateş yoksa o, maddî varlığından kurtulsun, yok olsun. Ney’in sesindeki tesir, yakıcılık, onun içine düşen aşk ateşindendir. Hakîkat şarabında bulunan, insanı mest eden hâl de, aşk coşkunluğundandır. Ney, sevgilisinden ayrılmış olanın arkadaşıdır, dostudur. Onun yakıcı sesi, bizim Hakk’a kavuşmamıza engel olan perdelerimizi yırtmıştır. Ney gibi bir zehri, ney gibi bir panzehiri, ney gibi bir dostu, ney gibi bir âşıkı kim görmüştür? Ney, kanlarla dolu bir yoldan, aşk yolundan bahsetmektedir. O, sevgi yüzünden çöllere düşen Mecnun’un aşk hikâyelerini anlatmaktadır. Bize, hak yolunu gösteren gerçek aşkın mahremi, dostu, aklını yitirmiş âşıklardan başkası değildir. Konuşan dile, kulaktan gayri müşteri, tâlib yoktur.”(3)
Yukarıdaki Mesnevî mısralarının da ifadelerinden anlaşılacağı üzere Hz. Mevlânâ bir insan-ı kâmil olarak aşkı varlık gayesi olarak nitelendirmiş ve bir ömür feryadı herkese ilâhî aşk çağrısı olmuştur.
Aşk, sevginin ileri derecesidir. Kur’an-ı Kerim’de; geçen; “Mü’minlerin Allah’a karşı pek şiddetli sevgisi” (Bakara 2/165). Sufiler tarafından aşk olarak yorumlamışlardır. Hz. Peygamber Allah sevgisini imanın şartlarından sayar.
Aşkın mahiyetini kelimelerle izah etmek imkânsızdır. Onu “vuslat ve yakınlık makamlarının sonu” olarak ifade edenler; “Aşk kalbde vücud bulan bir ateş olup, mahbubtan başka her şeyi yakar; o, yakmak ve öldürmektir, ondan sonrası ise Allah’ın ikramı olan sonsuz bir hayattır. O, akıl binasını yıkan ilâhi bir cinnettir.” demişlerdir. Hz. Mevlânâ’ da “Aşk öyle bir alevdir ki, bir parladı mı, maşuktan başka ne varsa hepsini yakar.” demiştir. İslam inancına göre de; “Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmek”, “imânın tadı”na ermenin yegâne yoludur.
İşte bu noktada Hz. Mevlânâ Mesnevî’de ifadeleriyle varlık namına can taşıyan her insanı muhabbetullaha/aşka çağırır.
“Ya Râb belâyı aşk ile kıl âşina beni/Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni” dercesine “Bizim peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz aşkın çocuğuyuz, aşk da bizim annemiz…” düsturunu dillendirir.(4)
Hz. Mevlânâ varlık alanında her şeyi âşık olarak ifadelendirir.
“Cihânın her cüz’ü, her şey âşıktır. Her şey sevgili ile buluşmak için çırpınır durur. Her şey buluşma sarhoşudur.”(5)
“Kehribârın saman çöpünü dilemesi, çekmesi gibi, âlemde her cüz’ de kendi çiftini, eşini dilemektedir.
“Gökyüzü, yeryüzüne “Merhabâ!” der. “Seninle ben kehribarla saman çöpü gibiyiz. Birbirimizi sevmekteyiz.” diye söylenir. Allah dünyâda hayât devâm etsin, insan nesli kıyâmete kadar sürsün, var olsun diye, erkekle kadını birbirine sevdirmiştir.
Gece ile gündüz de böylece birbirlerini kucaklarlar, sevgi ile birbirlerinin arkasından, birbirlerine koşarlar. Onlar görünüşte birbirlerinden ayrıdırlar ama, hakîkatte birdirler. İnsanlara faydalı olmak, onlara hizmet etmek husûsunda birleşmişlerdir.”(6)
Hz Mevlânâ bütün bir varlığın da hâl dili ile aşkı anlattığını ifade eder:
“Keşke varlığın dili olsaydı da, var olanların perdelerini kaldırsaydı. Hakîkati anlatsaydı. Yâni var gibi görünenlerin gerçekte var olmadıklarını, ezelî ve ebedî varlığın, ancak Allah olduğunu herkese bildirseydi.”(7)
“Aşk olmasaydı cansızlar, bitkilere girer de onlar da yok olur muydu? Büyüyüp yetişen nebatlar, kendilerini gıda olarak canlılara fedâ ederler miydi? Bitkiler âdetâ can olmak için kendilerini canlılarda yok etmektedirler.
Aşk olmasaydı, her şey yerinde buz gibi donar kalırdı. Her varlık, çekirge gibi uçar, sıçrar, aranır mı idi?”(8)
“Kurt da aşk nedir bilir, ayı da bilir, arslan da bilir! Aşka karşı kör olan, aşkı bilmeyen kişi köpekten de aşağıdır!
Köpekte aşk damarı olmasaydı, Ashab-ı Kehf’in köpeği gönül ehlini arar mıydı?
Aşk olmasaydı, varlık nerden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana verirdi; gelir, senin vücuduna katılırdı da, sen olurdu?”(9)
“Âlemin bütün cüz’leri, dünyada bulunan her şey âşıktır; her parçası, her cüz’ü buluşma sarhoşudur.”(10)
“Ekmek kendini sana verdi, sen oldu! Neden böyle oldu? Aşktan, istekten! Yoksa, ekmeğin senin bedeninde can olmasına yol verirler miydi?
Aşk, ölü ekmeğe bile can bağışlıyor; fanî olan canını sana katıyor, ebedîleştiriyor!”(11)
Aşk, aşktan başka ne varsa yer yutar! İki dünya da, aşk kuşunun gagası önünde bir yem tanesinden ibarettir!
Bir yem tanesi kuşu hiç yiyebilir mi? Samanlık, hiç atı otlayabilir mi?”(12)
Hz. Mevlânâ’ya göre gerçek âşıklık hakiki kulluktur:
“Kulluk et de, belki sen de âşık olursun! Kulluk nedir? Kulluk da, ibâdetle, iyi işlerle elde edilen bir kazançtır; yâni lâfla kulluk olmaz!
Kul, köle; canla başla âzad olmayı, kulluktan kurtulmayı diler! Âşık ise, ebedî olarak kullukta kalmayı ister; âzad olmayı hiç istemez! Kul vardır, dâimâ elbise ister, bahşiş ister; âşıkın elbisesi ise sevgilinin yüzüdür, sevgili ile buluşmaktır!”
“Aşk söze sığmaz, istemekle anlaşılamaz, aşk bir denizdir ki dibi görünmez.
Denizin katreleri, damlaları sayılamaz; buna imkân yoktur! Yedi deniz de, aşk denizinin önünde küçücük bir göl gibi kalır!”(13)
“Aşk; büyüklere, yâni kemâle ermiş kişilere bal’dır, zevktir, neşedir! Küçüklere, yâni henüz olgunluğa ermeyenlere, henüz çocuk gibi olanlara süttür! O; her geminin son yüküdür, son azığıdır! Yâni aşk; varlık gemisini yokluk denizinde batıran, eserini bile bırakmayan son yüktür!”(14)
Arif Nihat Asya’nın bir Yunus Emre yazısında dikkatimize sunduğu şu anekdot, Hz. Mevlânâ ve zamane insanını anlatmakta (ehlini tenzih ederiz) yeterlidir sanırım:
“Bir kıtlık yılında Hacı Bektaş kapısına alıç götürmüş, buğday istemişsin…
Seni üç gün ağırladıktan sonra, içeriden haber getirmişler:
-Buğday mı diler, Erenler himmeti mi?
-Buğday!
Yine haber getirmişler:
-O alıcın her tanesine nefes edeyim ve isterse çekirdekler sayısınca himmet eyleyeyim!
Sen bir türlü buğdaydan geçememişsin…
Fakat yükünle, Erenler kapısından ayrılınca uyanmış;
-Nittim ben?
Diyerek koşa koşa himmete dönmesini bilmişsin.
Bizse hâlâ, buğday kaygusundayız, Yunus.”(15)
Neyzen Tevfik’i de anarak;
“Hicran destanını kendinden oku,
Mecnun’dan duyup da rivâyet etme.
Aşkın Leylâ’sını gördünse söyle.
Söz temsili bulup hikâyet etme.” diyelim.
Ve son sözümüz; “Aşk olsun”.
1. Şefik Can, Cevâhir-i Mesneviyye, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001,1, 10.
2. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 124.
3. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 10.
4. Mevlânâ, Rubailer, (çev. M. Nuri Gençosman), MEB Yayınları, istanbul, 1997, s. 49.
5. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebir, (Trc. Şefik Can), Ötüken Yayınları, istanbul 2000, IV, 2674. Beyit.
6. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 121.
7. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 124.
8. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 129-130.
9. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 131.
10. Dîvân-ı Kebîr, VI, 2674. beyit.
11. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 132.
12. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 138.
13. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 139.
14. Cevâhir-i Mesneviyye, I, 140.
15. Emre (Makalelerden Seçmeler), (Hzl. H. Özbay-M. Tatçı) MEB Yayınları, istanbul 1994, s. 9.